Rehan, Maevia'yı gücendirmemek için temkinli olmaya karar verdi.

“Ah, hayır, lütfen yanlış anlama! Sadece seni fazla meşgul ettiğimi düşündüm, hepsi bu,” dedi ve yatakta kıvrılarak battaniyeye sarındı.

Uzanırsa Maevia'nın daha az endişeleneceğini düşünmüştü.

Battaniyenin altından kafasını uzattı ve Maevia’ya bakarak bir tepki bekledi. Küçük, övgü bekleyen bir sincabı andırıyordu.

Maevia onun yanına gelip yatağın kenarına oturduğunda Rehan ağzını açtı.

“Ekselansları Vi...”

“Evet, Lordum?”

Rehan biraz duraksadı. “Ah, önemli değil aslında.”

Maevia hafifçe gülümsedi. “Benimle ilgili merak ettiğin bir şey mi var?”

Rehan, Maevia’nın yumuşak ses tonuyla cesaret bulmuştu. Bir an düşündü, sonra içini dökmeye karar verdi.

“Babamla nasıl tanıştınız? O... dışarı pek çıkmaz da.”

“İlk zamanlar sadece yazışmalar aracılığıyla tanıştık. Sonra imparatorluk sarayında yüz yüze geldik. Açıkçası, Aedis’in başkente kadar gelmesini ben de beklemiyordum.”

Rehan şaşkınlıkla Maevia’ya baktı. Babasının adını bu kadar rahat bir şekilde söylemesi tuhafına gitmişti. Grandük Aedis, kuzey halkı arasında ya bir tanrı gibi yüceltilir ya da bir efsane gibi korkuyla anılırdı. Onun için çoğu insanın gözünde Aedis ulaşılmaz bir figürdü.

“Babam yarın dışarı çıkacak mı?”

“Çıkarmaya çalışacağım. Onunla biraz vakit geçirirsen kendini daha iyi hissedeceğine inanıyorum.”

Rehan başını hızla salladı. “Evet! Çok daha iyi hissederim!”

Kısa konuşmalarının ardından odada garip bir sessizlik hâkim oldu.

Maevia'nın dudakları yine alışıldık o üçgen şekli aldı.

Rehan, Maevia’nın da kendisi kadar tuhaf biri olduğunu düşünmeye başladı.

Babasıyla yeterince vakit geçiremediği ve onu tam anlamıyla tanıyamadığı için, Rehan onun hakkında pek az şey biliyordu. Ama Maevia, Rehan’ın güvenini kazanmak ve aralarındaki bağı güçlendirmek için gerçekten çabalıyordu. Nereden öğrendiyse öğrensin, elindeki tüm bilgilerle çocuğun ilgisini çekmeye çalışıyordu.

Rehan’ın gözleri ağırlaşmaya başlamıştı.

“Dadı ne zaman gelir?” diye mırıldandı.

Gözleri odaklanmazken Maevia birden eğildi. “Lordum, çocuk kitaplarını sever misiniz? İsterseniz size bir tane okuyabilirim.”

Ama o gece Rehan kâbus gördü.

—✧—

Rehan’ı bakıcı Bayan Teresa’ya teslim ettikten sonra Aedis’i bulmak için yola koyuldum.

Odasındaydı— elbette benim odamdan ayrı. Aedis bana kalenin tüm bir katını tahsis etmişti. Bu sayede Sarah da rahatlıkla kendine ait bir odada kalabiliyordu.

Siklamen Kalesi’nin çalışan sayısı oldukça azdı. Muhtemelen kalenin büyüklüğüyle ilgiliydi ama koridorlardan her geçtiğimde yalnızlık hissi içimi sarıyordu.

Etrafımda sadece nedimelerim vardı. Hizmetkâr sayısı oldukça kısıtlıydı. Başkentten benimle gelen şövalyelerin neden hizmet işlerinde görev aldığını anlamak zor değildi — herkes kendi işini yapmaya alışkındı.

Aedis’in odasının kapısını aralayarak içeri girdim. Önce kapının yanında durup içeriye şöyle bir göz gezdirdim.

Tavan oldukça yüksekti. Mücevherlerle bezeli şöminede odunlar usul usul yanıyordu. Zümrüt halılar ısıyı odada tutuyor, loş ışıklar odaya zarif bir ağırlık katıyordu.

Yatak odası dikkatli bir zevkle döşenmişti. Gösterişli altınlardan kaçınılmış, bunun yerine ebedi ölümsüzlüğü simgeleyen zümrüt taşları tercih edilmişti. Antika örtüler, büyük yatağın üzerinde adeta ipek gibi süzülüyordu.

Duvarın dibindeki çalışma masasında haritalar vardı. Gözüm ilk bakışta tanımadığım topraklar ve isimler arasında dolaştı.

Ve... bir kanepe.

Kanepeye değil, üzerinde oturan adama baktım.

Aedis.

Gözleri karanlık bir okyanusu andırıyordu; bakışları yoğun, sessiz ve derin. Güzelliği ürkütücüydü. Onu bir tanrıya ya da yeraltından yükselmiş bir iblise benzetmek mümkündü.

“İşin bitti mi?” diye sordu, gözlerini benden ayırmadan.

“Şimdilik.”

“Tatmin oldun mu?”

Aedis hafifçe gülümsedi. Anlaşılan neyi incelediğimi anlamıştı.

Odanın zarafeti etkileyiciydi ama içten içe bunun tam anlamıyla Aedis’in zevkini yansıtmadığını hissetmiştim. Neyse ki, kedilere dair hiçbir iz yoktu — bu da iyi bir işaretti.

“Evet, memnun kaldım,” dedim rahat bir nefes alarak.

Tam o sırada Aedis kanepeye uzanırken, Raven kanat çırptı: “Gaaak! Gaaak!”

Birden isim meselesi aklıma geldi. Maximus, Isabel, Carolina... Kaledeki kedilerin bile kraliyet ailesine yaraşır isimleri vardı. Ama Raven’a sadece “Raven” deniyordu.

Bir süre düşündüm, sonra ciddi bir sesle “Bundan sonra adın Raven Louis Bonaparte Caesar Hi—” demeye başladım.

Aedis kahkahasını tutamadı.

“Ne var? Gayet asil bir isim!”

“Seninle yarışacak değilim ama... isim konusunda iddialı olduğun kesin,” dedi gülümseyerek.

Kuzgun başını eğip bana uçmaya çalıştı. Sevimliydi, evet. Ama Aedis'in yanına oturmaktan vazgeçtim. Onun yerine yatağın üzerine geçip battaniyeyi üzerime çektim.

Yumuşak yatağa oturunca bütün yorgunluğum yüzeye çıktı. Uzun bir gündü. Vagon yolculuğu bedenimi gerip yormuştu. Yarın yıkanacak ve tüm vücuduma masaj yaptıracaktım — bunu hak ediyordum.

“Bir haftadır görüşmüyoruz. Beni özlemedin mi?” diye sordum Aedis’e, gözlerimi kıstırarak.

Aedis gülümsedi. İlk geceyi benimle geçirmek konusunda hâlâ isteksiz görünüyordu.

“Geçen sefer... şey, fiziksel yapım nedeniyle çocuk sahibi olmanın zor olduğunu söylemiştin. Bu tamamen imkânsız mı?” dedim gözlerimi hafifçe onun vücudunda gezdirerek.

“Pantolonunu çıkarmam gerekirse... o zaman anlayabilir miyim?”

“Çok kötüsün,” dedi gülerek. Ama sorumu cevapsız bırakmadı.

“İmkânsız değil, değil mi?”

“Karımın bakışlarının artık oldukça kışkırtıcı olduğunu biliyor muydun?”

Bakışlarımı utangaç kocamın alt bedeninden üst bedenine doğru uygun bir şekilde kaldırdım.

“Çünkü gelecekte ne yapacağımı bilmek istiyorum.”

“Bunu hayatımda söyleyeceğim hiç aklıma gelmezdi ama göğsüme değil yüzüme bakın hanımefendi.”

Çok utangaç ve talepkâr bir kocaydı.

Üzerime bir battaniye örttüm ve Aedis'in 'yüzüne' bakmak için yan yattım.

“Bütün gece kanepede uyumayacaksın, değil mi?”

“Muhtemelen.”

“Peki... yorgunum. Önce ben uyuyorum.”

Göz kapaklarım ağırlaştı.

Uykuya daldığımda, Aedis’in sessizce yanıma uzandığını fark ettim. Gözlerimi araladım.

Bir iblis kralına benziyordu. Şok edici derecede yakışıklıydı ve güzelliği çok etkileyiciydi.

O an içimden geçirdim: “Onu iyi korumalıyım. Başka ne yapabilirim ki?”

Bir şey mırıldanarak tekrar uykuya daldım.

Karanlık yatak odası huzurla doluydu.

—✧—

Ertesi sabah Aedis tarafından nazikçe yataktan kovuldum. Sebep mi? Uyurken ona sarılmışım.

Sarah beni görünce gülümseyerek sordu:

“Ekselansları Vi. Yine mi kovuldunuz?”

Şikâyet etmeye çalıştım ama sonunda sabırlı olmaya karar verdim.

Gün içinde uzun bir masaj yaptırdım. Dışarıda kar yağıyordu ama sanki bunu yalnızca ben fark ediyordum.

Tam o sırada kaleye bir ziyaretçi geldi. Kaledeki kedileri “kirleten” suçlu — nam-ı diğer Kont Elliot.

Aedis’in yanına gitmeden önce hızla üzerimi değiştirdim. Aklımda bir soru vardı: Kalenin iç tasarımını yeniden düzenleyebilir miyiz?

Ama Aedis benden önce konuştu.

"Kale tasarımını birlikte gözden geçirelim.”

“Bu hoşuma gider. En azından gereksiz bir tartışma yaşamayız.”

Bakışlarım bir an Aedis’in kıpır kıpır haline takıldı ve gülümsedim.

“Çok enerjik değil misin, Aedis?”

"Gözlerinin üzerimde olduğunu bildiğim sürece, yorulmam."

“Söylediklerimi duydun mu? Uyumuyor muydun?”

Aedis alçak bir kahkaha attı ve alaycı bir ciddiyetle devam etti:

"Ve eğer birileri karımı üzmeye kalkarsa... onları paramparça ederim."

“Ne?! Kimi?” diye sorduğumda sadece gülümsedi.

Sonra kâhya kapıyı açtı ve Kont Elliot içeri girdi.

Adam sahil şeridinden fırlamış gibiydi. Bronz tenli, geniş omuzlu, kırmızıya çalan kahverengi saçlarıyla oldukça genç görünüyordu.

Aedis’i görünce bir an duraksadı, sonra heyecanla konuştu:

“Castellan! Ne zamandır…! Gerçekten yaşıyorsunuz! Sizi tekrar göreceğime inanmamıştım! Ama başkente gideceğinizi ve İmparator’la görüşeceğinizi... asla tahmin etmezdim!”

(Ç/N: Castellan: kale komutanı)

Odaya bir sessizlik çöktü.

Ve ben içgüdüsel olarak hissettim.

Bu adam başımıza dert açacak.




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu