Prokeon nazikçe elini kaldırdı.
"Onu öldürmemi ister misiniz?"
Başımı salladım.
"Cinayet kötüdür." dedim sakince.
Ceset başımıza bela olurdu.
"Bu yüzden ona ölümden beter bir acı çektirmenin daha iyi olacağına inanıyorum."
"Onu öldürmeden önce on sekiz hafta iyileşmesine izin mi vereceksiniz, Ekselansları?" diye sordu Vega, kaşlarını hafifçe çatarak.
"Şiddet kullanmadan da sorunları çözmenin pek çok yolu var Sör Vega."
İkisi de merakla birbirlerine baktı.
Cevabımı beklerken içlerinde büyüyen şüpheyi hissedebiliyordum.
Tatlı tatlı gülümsedim.
"Eskiden yüksek sosyeteyi çılgına çeviren bir olay vardı.” diye başladım. “Gururu çok şişmiş bir kont, karısını kendi malikanesinde aldatırken yakalanmış ve çırılçıplak dışarı kaçmış. Sizce o kontun başına ne geldi?"
Prokeon düşündü, sonra omuz silkti.
"Aşağılandı mı?"
"Sonsuza dek alay konusu oldu." diye yanıtladım. “Benim de istediğim bu.”
Gözlerim hafifçe kısıldı.
O kadar kötü aşağılanmasını istiyorum ki, ben kuzeye gittikten sonra bile itibarı bir daha düzelmeyecek, diye mırıldandım.
İçimde bir sızı hissettim. Bunu yapmalıydım.
"Yine de Gilbert'e zarar gelmeyeceğini umuyorum.” diye ekledim usulca. “Her neyse, o artık benim oğlum. Bir ebeveynin çocuğunun hatalarını örtbas etmesi gerekmez mi?"
Vega gözlerini kaçırdı, Prokeon ise hafifçe öksürdü.
"Ahhh...."
"Öhömmm......."
"Doğru...... Korumalısınız......”
“Otuz kişiye saldırmış olsa da......”
“Beni öldürmek istediğini açıkça söylemese de, kan dökmeye olan düşkünlüğüyle hayatımı tehdit etmiş olsa da....”
“O orospu çocuğu bana zarar vermekten çekinmese de...”
“Oğlunuzu sorumlu tutmamalıyız."
"Anlaşıldı."
"Ben de anlıyorum."
"O zaman ne yapmalıyız?"
İkisi de anaokuluna giden küçük kızlar gibi konuşuyorlardı.
"Öncelikle, araştırma yapalım......"
"Kafasının arkasına vurmak......"
Yüzümü hafifçe buruşturdum.
"Ne diyorsun? Bunu neden yapasın ki?"
Prokeon afalladı. "Efendim?"
"Maddi ve fiziksel intikamımı ailem ve ben alacağız.” dedim kararlılıkla. “Siz beyler için başka bir görevim var."
Bir yemek kitabı çıkardım ve önlerine uzattım.
"İkiniz de bana eşlik etmekten ve aşçım olmaktan sorumlusunuz. Dürüst olmak gerekirse, yemek gerçekten etkileyiciydi; et sert olsa bile. Ancak, bundan sonra etin sert olmamasına özellikle dikkat etmenizi istiyorum. Sizden zor bir yemek yapmanızı beklemiyorum, sadece yeteceğinizi en iyi şekilde kullanmanızı istiyorum. Önümüzdeki birkaç gün içinde bunu sergileyebileceğinize eminim. Beni dinliyor musunuz, Sör Prokeon? Sör Vega? Yapabilirsiniz değil mi? Eskortluk görevinizi ihmal edebilirsiniz ama unutmayın, et sert olmamalı. Sonuçta sizden zor bir iyilik istemiyorum değil mi?”
İkisi de birbirlerine baktı, göz bebekleri deprem olmuş gibi titriyordu.
Sonra Vega kekeledi,
"Eğer yanınızdan ayrılacak olursak...... Ekselanslarının refakatçisi kim olacak?"
Endişelenmelerine gerek yoktu.
Niyetimi dostane bir tonla ifade ettim.
“Lütfen lezzetli yemek pişirin."
Beni korumak yerine yemek pişirmeye odaklanmasını söylediğimi duyan Prokeon'un ağzı hafifçe açıldı.
Kısa sürede kendine geldi ve titreyen elleriyle kitabı aldı.
Yanaklarında ve burnunda çiller olan genç şövalye, sanki nesilden nesile aktarılan değerli bir hazineyi tutuyormuş gibi bir ifade takındı.
"Bana yol gösterdiğiniz için teşekkür ederim. Ekselansları için en iyi yemeği yapacağım."
Yüzündeki duygusallık o kadar yoğundu ki bir an duraksadım. Derinden etkilenmiş gibi konuştu.
"Ayrılmaya hazırlanmak sizin için zor bir süreç olmalı. Üstelik, bizim gelişmemiz için değerli vaktinizi boşa harcadığınızı düşününce, size minnettarlığımı nasıl ifade edeceğimi bilemiyorum. Ekselanslarına olan borcumu ancak... en iyi yemekleri yaparak ödeyebilirim."
Vay be, gerçekten çok tuhafsınız.
"Sör Prokeon, sizden usta bir aşçı olmanızı istemiyorum. Sadece sert et sevmem. Yolculuk için yapmam gereken işler var, bu yüzden sizden boş işlerle uğraşmak yerine yemek pişirmeye odaklanmanızı istedim."
"Anlaşıldı, Ekselansları! Et yemeklerinde ustalaşacağım."
Aedis yanlışlıkla kafana mı vurmuştu?
Yüz ifademi daha fazla kontrol edemeyeceğim için saate bakıyormuş gibi yaptım.
"Ah canım, saate bak. Geç olmuş. Gitmem gerek."
Yakalanmadan önce hızla uzaklaştım.
Bugünkü faaliyet alanım Grandük’ün malikanesinin çevresiydi, ancak zaman geçtikçe yorgunluğum arttı.
Aşırı miktarda stres enjekte edilmiş olan başım zonkluyordu.
Monica Elaine yüzünden mi yoksa Prokeon yüzünden mi?
Belki de ikisi birden?
Yine de, geçmiş hayatımda Koreli olan ben, yemek saatini atlayamazdım.
Elimde bir tepsi baharatlı sebze ve zencefille Gilbert'a gittim.
Tahmin ettiğim gibi...
Hiç şaşmadan tepsiyi bana fırlattı ve tüm tabaklar kırıldı.
Ama bu sefer kimse acele etmedi. Çünkü artık kimse beni korumuyordu.
İnatla üzerime fırlatılan tabaklardan kaçtım, gözlerimde tek bir korku kırıntısı olmadan.
"Yemeğinle oynarsan cezalandırılırsın." dedim kayıtsız bir sesle.
Gilbert ağzını açtı, sonra kapattı. İçinde biriken öfkeyi hissettim ama bu sefer ağzından küfürler dökülmedi.
Sonra bakışları kapıya kaydı.
Gözleri şüpheyle doluydu ama içine ektiğim duyguların filizlendiği görebiliyordum.
Ne kadar yetenekli bir kılıç ustası olursa olsun, konakta Aedis'in yirmiden fazla şövalyesi vardı.
Bunu bildiği için temkinli davranmalıydı.
Ama kendine hakim olabilseydi, ilk etapta bana saldırmazdı.
Onu daha da kızdırmak için hiçbir şey olmamış gibi davrandım.
"Neden bu kadar inatçısın? Yemek yemezsen sen kaybedersin." dedim sakince.
Dışarıdan gelen sesleri duymaya çalışmaya konsantre olan Gilbert sonunda ağzını açtı.
"Bana köpekmişim gibi davranıyorsun."
Hı?
Gözlerim büyüdü.
"Ah canım, ne diyorsun sen? Tabii ki köpek maması bundan daha iyidir."
Raven bile Sarah'nın her sabah verdiği bütün biftekleri yiyor, evlat.
Gülümsedim.
"Yarın sabah görüşürüz. Bütün gece anneni özlesen bile dayan."
Gilbert aniden ayağa fırladı.
Ona ters ters baktım ve gözlerimle uyardım.
"Buradan çıktığımda ilk öldüreceğim kişi sen olacaksın. Seni önümde yere yatırıp hayatın için yalvartacağım."
"Gelecekteki umutlarından ve günahlarından çok emin görünüyorsun.” dedim kayıtsızca. “Pekâlâ, elinden geleni yap."
Elimi sallayarak odadan çıktım.
Gilbert'in kapısında, sadece formalite olarak bırakılmış, kolayca kırılabilecek bir mandal vardı. Aedis'in odasına gitmek yerine üçüncü kattaki geçici odama yöneldim.
Sarah, içinde canavarın kanı bulunan mücevher kutusunu açmak için küçük ekipmanıyla kilide birkaç kez vurdu.
Ardından endişeli bir ifadeyle başını kaldırıp bana baktı.
"Ekselansları, bunu gerçekten yapacak mısınız?"
Sarah’nın endişesi yüzüne yansımıştı. Dudaklarımdaki gülümseme, farkında olmadan daha da belirginleşti.
"Sarah, bu dünyada iki tür insan vardır.” dedim sakince. “Gerçekleri görebilenler ve rütbesine meydan okunduğunda, en azından bir anlığına boyun eğen piçler. Sence Gilbert hangisi?”
Sarah tereddüt etti. "Hmm..."
"Tabii ki ikincisi ama bu anın ne kadar süreceğini bilmiyorum. Ekselansları Grandük’ün böyle bir yönteme başvuracağını düşünüyor musunuz? Daha önce şövalyeleri döveceğini söylerken şaka yapmıyordu. O kadar da uyuşuk biri gibi görünmüyor. Peki ya eşyalar?"
"İşte burada."
Sarah, özenle katlanmış bir hizmetçi üniforması ve Marki'nin malikânesinden aldığı bir peruk çıkardı.
Açık kahverengi peruk, Sarah'nın saç rengine oldukça benziyordu.
"Ekselansları, ben gerçekten iyiyim. İntikamımı almak için kendinizi tehlikeye atmanıza gerek yok......"
"Sarah, kazanamayacağım bir işe bodoslama atlamayacağımı biliyorsun. Herkesi yendikten sonra geri döneceğim."
"Ama mesele bu değil! Kanın yan etkileri yüzünden endişeleniyorum!"
"Daha önce de söyledim Sarah.” dedim, elime aldığım küçük kan şişesini çevirerek. “O serseriler sözlerimi dinleseydi, bunların hiçbiri yaşanmazdı."
Şişeyi avucumda tarttım.
Camın soğukluğu, kanın içinde hala değişmeden kaldığını hissettiriyordu.
Uzun zaman geçmişti ancak içindeki sıvı hala ilk günkü gibi akışkandı.
O gün, canavar beni sözleşme ortağı olarak seçmişti ama yüzündeki endişesini gizleyememişti.
Canavarın kanını birden fazla kez tüketirsem, yan etkileri kaçınılmaz olurdu.
Ancak, yan etkiler canavardan canavara farklılık gösteriyordu ve romandaki hiç kimse bunu tam olarak bilmiyordu.
Ama endişelenmek neye yarardı ki? Zaman kaybından başka bir şey değil.
Mantarı çıkardım ve şişedeki koyu sıvıyı bir dikişte içtim.
Ardından peruğu ve hizmetçi üniformasını giydim. Son hazırlıklarımı tamamladıktan sonra Aedis’in yanına gittim.
"Gözleri ve kulakları iyi duyan Aedis Bey, hadi balığa gidelim.İlacı aldım ama etkisi uzun sürmez. O yüzden vakit kaybetmeyelim. Beni bir yere götürebilir misin?"
Aeids, ayağa kalktı, gözleri beni dikkatle süzdü.
"Bunun işe yarayacağını sanmıyorum."
Sözleri şüpheciydi ama ses tonu alışılmadık şekilde yumuşaktı.
Yine de, açık kahverengi peruğuma dokunuşundaki hafif memnuniyetsizliği hissetmemek imkansızdı.
"Göreceğiz. Saçımı daha sonra istediğin kadar tarayabilirsin. Kallen nerede?"
Aedis bir an sessiz kaldı, belki de cevap vermek istemedi. Onun yerine sessizce bana sarıldı.
Büyüsünü kullanarak etrafımızdaki manzarayı değiştirdi ve bizi Kallen’in bulunduğu yere götürdü.
Çevremiz bulanıklaşıp yeniden netleştiğinde, gözlerimin önünde büyük bir malikane yükseliyordu.
Ani değişim biraz sersemlememe neden oldu.
Aedis beni tutmasaydı, şiddetle düşebilirdim.
Gecenin karanlığında, Baron Turner'ın konağı tüm heybetiyle karşımızdaydı.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı