Hizmetçinin sadakat yeminiyle birlikte, istediğim anda beni şatonun gizli bölümlerine götüreceğine dair verdiği söz de içimi bir nebze rahatlattı. Fakat o andan sonra kafamda yeni sorular şekillenmeye başladı.
Rehan neden kaçmıştı? Ve... canavarı nasıl uyandırmıştı?
Aedis’in seçtiği hizmetkârlar, dadılar ve çalışanlar, Rehan’a da tıpkı şimdi bana davrandıkları gibi naziktiler. Romanda hiçbir çocuk istismarı detayı yoktu, gözünü kör eden bir hırs da. Her şey… dışarıdan bakıldığında yolunda gibiydi. Kediler dışında.
O gün, Rehan kendini kapı kolu kedi şeklinde oyulmuş bir dolabın içine saklamıştı. Onu ilk gördüğümde gözlerim şaşkınlıkla büyüdü. Dudaklarımda istemsiz bir gülümseme belirdi—o türden, başkalarını da mutlu etmek için doğmuş, doğal bir tebessüm.
Ama Rehan’ın yüzü birden soldu. Cildi sanki buz gibi bir korkuyla kararmıştı.
“Be-be-be-ben… bundan hoşlanmadım.” diye kekelerken elindeki çorba kaşığı titreye titreye tabaktaki yüzeye çarptı.
“Eve gitmek istiyorum.” dedi ardından, sesi titrekti. “Hayır… burası benim evim. Sadece… sadece…”
“Affedersin?” diye hafifçe eğildim, hâlâ gülümsüyordum. “Sanırım bir melek gibi gülümsüyorum.”
—✧—
Birkaç dakika önce.
Rehan o sabah olağanüstü heyecanlıydı.
“Babam ve abim sonunda yeniden bir araya gelecek… Vizyon sahibi biri mutlaka iyi kalplidir, değil mi? Belki… belki ben de onların sevgisini kazanabilirim.”
Öğleden önce tüm hazırlıklarını tamamlamış olan Rehan endişeyle etrafına bakındı.
Gömleğinin yakasını boğazına kadar iliklemişti. Ayaklarının ucunda hafifçe ileri geri sallanıyor, heyecanını bastırmaya çalışıyordu.
“Ne zaman gelecekler?”
Kâhya sabırlı bir tebessümle cevapladı: “Gün batımından önce burada olacaklar, Lordum.”
Beş saniye geçmedi ki Rehan yeniden sordu: “Şu an hâlâ çok uzaktalar mı?”
“Rahat olun Lordum.”
Yine aynı sessizlik. Ve ardından aynı soru, başka kelimelerle.
Kâhyanın gözlerinden sabır yavaş yavaş çekiliyordu. Rehan’ın tek dileği, arabanın hemen köşeden çıkıvermesiydi.
—✧—
Büyük Düşes Maevia'nın gelişiyle her şey daha da karmaşık hale geldi. Kadın zarafetiyle gülümsediğinde, Rehan’ın yüzü kıpkırmızı kesilmişti. Düşes’in saçları bahar çiçeklerini andırıyor, pembemsi teller yanaklarının kenarından dökülüp parlayan gözlerini çerçeveliyordu. Bahar güneşiyle şekerli kurabiyeler arasında kurulmuş bir masal şatosundan fırlamış gibi görünüyordu.
“Sizinle tanıştığıma memnun oldum, Lordum. Lütfen bana da iyi bakın.” diye cıvıldadı Büyük Düşes Rehan’ın selamına karşılık olarak. Rehan’ın yüzü domates gibi kızardı.
'Bu kadar güzel bir insan nasıl olabilir?’
Rehan, bu ışık saçan güzelliğin büyüsüne kapılsa da temkinini elden bırakmadı. Kalbinde, yüzeyde parlayan güvenin altında hâlâ ince bir şüphe geziniyordu.
'Ah, ama gardımı hemen indiremem. Gerçek yüzler ancak zamanla ortaya çıkar.’
Rehan yüzündeki aptal ifadeyi silkeledi.
Gilbert içeri girdiğinde de büyü bozuldu.
“Rehan.” dedi adını vurgulayarak. Genellikle Gilbert küçük kardeşine bir hayalet gibi davranır ve onun hakkında ‘şu’, ‘küçük olan’ gibi mesafeli ifadeler kullanan abisi, ilk kez doğrudan hitap etmişti.
Rehan sevinçli ve şaşkındı. Bu kadar sıcak bir karşılama beklemiyordu.
Ancak Rehan’ın sevinci uzun sürmedi.
“Büyük Düşes ailemizin düşmanıdır. Ona asla güvenme.”
Maevia’ya nefretle bakan gözleri, Rehan’ın kalbinde açılan güven yolunu keskin bir balta gibi kesti.
—✧—
O andan sonra olaylar hızla gelişti. Prokeon, Gilbert’i adeta zorla oradan uzaklaştırırken, Rehan da peşlerinden sürüklendi.
Prokeon Gilbert'e bir suçluymuş gibi baktı, ancak Rehan onun hoşnutsuzluğundan habersizdi.
Rehan sadece Gilbert'in yanlış anlaşılmış olması gerektiğini düşündü.
“Majesteleri bir düşman mı gerçekten?” diye sordu nefes nefese, cevabı bilmek isteyen bir çocuk masumiyetiyle.
Gilbert merdiven başında durdu ve ona baktı. “Sözlerimden şüphe mi ediyorsun?”
“Ama...”
Rehan, aldığı soğuk cevapla donakaldı. O sırada sessiz kalan Prokeon, sonunda dayanamayıp ağzını açtı. Gilbert'in kafasının arkasına vurmak ister gibi bir hali vardı.
“Of… of. Lütfen... saçmalık bu. Ekselansları iyi biridir… ya da değildir. Yani nazik mi? Tartışılır. Ama...”
“Sör Prokeon?”
Rehan ağlamanın eşiğindeydi.
Prokeon aceleyle başını salladı, Maevia'nın kişiliğini tanımlayamıyordu.
“Hey, onun güzelliğini gördünüz mü? Başkentin en güzel kadını derler. Ve eğer Ekselanslarının kazandığı kirli parayı saymazsak, çok da zengindir...”
“Kirli para mı kazandı dediniz?”
“Ah.”
“......”
Prokeon boğuk bir kahkahayla karşılık verdi. “Söylenti! Sadece söylenti. Hahaha… ha…”
Prokeon, Gilbert'le birlikte aceleyle uzaklaşmadan önce sertçe güldü.
—✧—
Rehan, tüm bu karmaşanın içinde sessizce dururken, kâhya gelip onu yemek odasına götürdü.
Şef, ailesinin gelişini beklerken ağzına bir lokma koymamış olan Rehan için en sevdiği mezeyi hazırlamıştı: bol soğanlı, elmalı, tereyağlı sıcak bir çorba.
Ama çorba boğazında düğümlendi.
Birden, kapıdan Aedis girdiğinde tüm oda buz gibi kesildi. Çalışanlar, nefeslerini tutup bir heykel gibi kıpırtısız kaldılar. Çünkü Grandük Kallakis yılda bir kez bile yemek odasına inmezdi. Rehan’ın doğum gününde dahi ısrarlara rağmen odasından çıkmamıştı.
Grandük her zaman tembel, özgür ve bıkkın bir izlenim verirdi.
Çalışanlar arasında yaygın bir inanış vardı: Ne yaşlı ne de tam anlamıyla insan olan bu adamın odasından çıkmaması, herkes için bir şanstı.
“Canavar.”
“Şeytan.”
“Geçmişte öyle büyük bir günah işledi ki, şimdi lanetinin içinde yaşıyor olmalı.”
Onun gölgesinde çalışanlar, Grandük Kallakis'e tapan sadık şövalyelerden çok farklıydı. Saygı değil, derin bir korkuyla bağlıydılar ona.
Gilbert, onlara sık sık kaba davranıyor, şiddet uyguluyordu. Fakat yine de çalışanlar Gilbert’ten dayak yemeyi, Aedis’le göz göze gelmeye tercih ediyordu. Öyle ki, Aedis’in Gilbert’i cezalandırmasından korktukları için genç lordun hatalarını bile gizliyorlardı.
O sırada yemek odasında, tüm çalışanlar Grandük’ün vereceği emri bekliyordu; sessizlik neredeyse elle tutulur hâle gelmişti.
Ama Rehan farklıydı. İçindeki sevinci bastırmakta zorlanıyor, bir yandan da ayağa kalkıp koşmak istiyordu.
“Baba… Gerçekten sensin değil mi? Yemek için buradasın, değil mi?” diye sordu heyecanla.
Aedis sessizce başıyla onu onayladı. Masadaki mezelere baktı, sonra kaşını hafifçe kaldırdı.
“Consommé**. Soğan yok.”
Şef, yere bakarak eğildi. “Evet, Majesteleri.”
Şef, Aedis'in ayak parmaklarına bakmaya bile cesaret edemedi ve mutfağa geri döndü.
Rehan şaşkınlıkla göz kırpıştırdı.
“Soğandan... nefret mi ediyorsun?” dedi kısık sesle.
Rehan’ın kafası karışmıştı çünkü üvey babasının özellikle nefret ettiği bir yemek olmadığını biliyordu.
“Hayır.”
“O zaman neden? Rehan başını öne eğdi.
Aedis sırıttı, sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi konuyu değiştirdi:
“Bu arada... özel bir şey oldu mu bugün?”
Rehan hemen heyecanlandı. “Elbette! Dadı biraz hastalanmıştı ama ben ilaçlarını kendim götürdüm. Çok mutlu oldu. Sonra—”
Kelime kelime anlatmaya başladı. Nefes bile almadan, sevdiği birine anlatmak için can atan bir çocuk gibi. Aedis belki her şeyi zaten biliyordu ama Rehan’ın neşesi her şeyi unutturuyordu.
Rehan’ın gözünde Aedis şefkatli ve sevgi dolu bir insandı.
Ve Rehan o kadar heyecanlıydı ki sandalyesinde zorlukla oturabiliyordu.
BÖLÜM NOTU
Consommé, Fransız mutfağından gelen bir temiz, berrak et suyu çorbasıdır. Genellikle dana, tavuk veya kuzu eti kullanılarak yapılır ve uzun süre kaynatılarak hem lezzeti yoğunlaştırılır hem de tüm bulanıklıklar giderilir.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı