"Gilbert! Hangi cehennemdeydin?!"
Öfkeli bir ses, ormanda yankılandı. Gözlerimi sesin sahibine çevirdiğimde, kahverengi saçların çerçevelediği sert bir yüzle göz göze geldim. Adamın dudaklarının hemen altında küçük bir ben vardı. Bu ayrıntıyı fark etmem, onun kim olduğunu hatırlamam için yeterliydi.
Kallen.
Gilbert’in en yakın dostu… ve benim için pek de ilginç olmayan biri. Ne fazla konuşkan ne de dikkat çeken biriydi. Ancak şu anki ifadesi, onun da bir hayli öfkeli olduğunu gösteriyordu.
Atından hızla indi, düzgün ama aceleci adımlarla yanıma kadar geldi ve kısa bir duraksamanın ardından derin bir nefes alarak konuştu:
"Leydi Maevia."
Ona boş bir bakış attım.
Onu selamlamadığım halde Kallen atından indi, saygıyla başını eğdi ve oldukça uzun, resmi bir özür dilemeye başladı:
"Gerçekten üzgünüm. Lütfen ailemden biri gibi gördüğüm dostumun kabalığını bağışlayın. Gilbert’i iyice azarlayacağımdan emin olabilirsiniz. Bununla da yetinmeyeceğim, en kısa zamanda bir kez daha ziyaretinize gelip sizden tekrar özür dileyeceğim."
Kallen, Gilbert’in kolunu kavradı ve onu neredeyse sürükleyerek yanımdan uzaklaştırdı. Gilbert, alışılmadık derecede sessizdi. O neşeli, ukala tavırlarından eser kalmamıştı. Hatta biraz… boş bakıyordu.
Gilbert'i atın üzerine yerleştirdikten sonra Kallen bana döndü.
“Leydim, kıyafetleriniz…”
Kallen kendince kibar bir hareket yaparak, çirkin kahverengi paltosunu çıkardı ve bana uzattı.
İçimde derin bir nefret kabardı. O yüzden fazla düşünmeden söyledim:
"Siktir git."
Kallen’in ifadesi bir anlığına dondu.
“....Hoşça kalın.”
Sonra Gilbert’in atının dizginlerini çekti ve uzaklaştılar. İki yetişkin adamı uzun bir mesafe boyunca taşımak zorunda kalan zavallı at için üzülmeden edemedim.
Tam o sırada Alisa yanıma sokulup burnuyla yanağımı dürttü. Sonra da yüzümü okşar gibi yaladı.
Benim güzel, sadık atım.
İçimde bir öfke kabardı. Gilbert’in, onun canına kastetmeye cüret etmiş olması, daha önce hissetmediğim bir nefreti ortaya çıkarmıştı.
“Seni tehlikenin içine attığım için özür dilerim.”
Sırtına atlamadan önce Alisa’nın altın rengi tüylerini okşadım.
Dönüş yolunda bacağım zonkluyordu. Gilbert’in kılıcını savuştururken aldığım darbenin etkisi hâlâ geçmemişti.
Yol boyunca Alisa, endişeli bakışlarla sürekli geriye dönüp bana baktı.
Neyse ki malikâneye varana kadar fikrimi değiştirip o sinsi pisliği öldürmeye karar verecek kadar zamanım olmadı. Çünkü daha kapıya varmadan, beni bekleyen birini fark ettim.
Sarah.
“Leydim!”
Beni görünce hızla yanıma koştu, gözleri endişeyle açılmıştı.
“Sarah? Neden buradasın?”
“Tek başınıza çıktığınız için aklım sizde kaldı! Nasıl hissediyorsunuz? Bir şey olmadı değil mi?”
Sadece benim duyabileceğim sessiz bir tonda fısıldadı.
“Bir şey yok.” dedim.
Attan indiğimde ayağıma ağrı girdi.
Farkında olmadan yüzümü ekşittim ama Sarah'nın dikkati başka bir şeye yönelmişti. Gözleri irileşerek elime baktı.
“Leydim? Bu kılıç da neyin nesi?”
Elimde hâlâ sıkıca kavradığım parıltılı, mücevher işlemeli kılıca baktım.
“Gilbert'ın.”
“Ciddi misiniz?!”
Çenesi düştü.
“Bir de benimle gayri resmi konuştu.” dedim umursamazca.
“.......Pardon?”
“Gyak! Gyaak!”
Tam o sırada Raven kanat çırparak tam da ağrılı bacağımın yanına kondu.
Çabuk anlıyorsun, küçük dostum.
Alisa’yı bir hizmetkâra teslim ettikten sonra Sarah ile birlikte odama çıktım. Kanepeye oturdum ve botumu çıkardığımda, bileğimdeki morluğu fark ettim. Şişmeye başlamıştı.
Sarah derin bir nefes alıp tiz bir çığlık attı.
Ne kadar şerefsiz olursa olsun, Gilbert Kallakis, kılıç kullanma konusunda zirvenin zirvesindeydi.
Aldığım darbenin vücuduma bu kadar zarar vereceğini tahmin etmemiştim.
Ayağımı hafifçe hareket ettirerek mırıldandım:
"Sarah, buz torbası getir."
“Doktora göstermeliyiz!”
Sarah’nın sesi öyle dalgalandı ki, başımı kaldırıp ona baktım.
"Sarah? Önemli bir şey yok, o yüzden ağlama."
"Ama… ama Leydim, ya iz kalırsa…?"
Omuz silktim.
"Bir buz torbası yeterli olur merak etme. Eğer onu durdurmasaydım, Alisa şu an ölmüş olurdu. O sinsi pislik, doğrudan hayati noktasına saldırdı."
Sarah öfkeyle haykırdı, yüzü kıpkırmızı olmuştu.
"O gerçekten hayatımda gördüğüm en kötü insan! Bir Leydinin güvenliğini tehdit etmeye nasıl cüret eder?! Onu Ekselanslarına ispiyonlayalım mı?"
"Biri senin yerine intikam aldığında hiç eğlenceli olmuyor," dedim gülümseyerek.
Sarah dişlerini sıktı.
"Sorun intikam mı?! Ya size bir şey olsaydı?! Başınıza bir şey gelse ne yaparız?! Hayattaki tek amacım sizsiniz, biliyorsunuz!"
Kulak zarım kanıyor, Sarah.
Elimi kaldırıp onu susturdum.
"Yarın balo var ve bandajla gitmem mümkün değil. Sen sadece buz torbası getir."
“Hı? Gidecek misiniz? Ama partneriniz yok.”
Ona hafifçe yan yan baktım, dudaklarımın kenarına belli belirsiz bir gülümseme yerleşti.
"Eğer vicdanı varsa, zamanı gelince gelecektir."
Sonra, odanın köşesinde duran mücevherlerle süslü, parıltılı kılıcı işaret ettim.
"Ve Sarah, ayrılırken o şeyi bok kovasına at."
Sarah, yüzünde yarı üzgün, yarı hayran bir ifadeyle başını salladı.
"Gyak, gyak..."
Sarah, kılıcı kavradı ve kararlı bir şekilde odadan ayrıldı. Onun adımlarının yankısı merdivenlerden aşağı doğru kaybolurken, yüzümdeki gülümsemeyi sildim.
Dün gece doğru dürüst uyuyamamıştım. Sabah uyandığımda üzerimde garip bir ağırlık vardı. Sinirimi bozan bir ağırlık. Ama bu sadece uykusuzluğun bir etkisi değildi.
Öfkem hâlâ içimdeydi.
Maevia Morgana olarak geçirdiğim süre boyunca, şimdiye kadar hiç kimseyi öldürmeyi bu kadar çok istememiştim.
Kendime güçlü bir beden inşa etmemiş olsaydım ne olurdu?
Birincisi, Alisa ölmüş olurdu.
İkincisi, Gilbert’in kılıcını savuşturamadığım bir ihtimalde, şu an burada olmayabilirdim. O yolda onunla karşılaştığımızda ondan kaçamazdım. Gilbert, bir hata yapmadığını düşünen adamlardandı. Belki de beni öldürüp cesedimi bir hendekte bırakır, "trajik bir kaza" olarak anlatırdı.
Ama ben Maevia Morgana’ydım. Ve bir gün, Gilbert Kallakis’in de benim kim olduğumu hatırlayacağı bir gün gelecekti.
--
“Beklendiği gibi, Leydimiz en güzeli!” dedi Sarah neşeyle.
Boy aynasına göz gezdirdim.
Solgun tenim, karanlık gözlerimi daha belirgin kılıyor, uzun kirpiklerim gölgeler oluşturuyordu. Saçlarım, ustalıkla toplanmış, omuzlarımdan dökülmek yerine zarifçe arkada tutulmuştu.
“Nasıl? Beğendiniz mi?”
Gümüş rengi elbisem, pırlantalarla süslenmişti. Kumaşı inceydi, dokunduğumda soğuk bir his veriyordu. Ama her şeyden önemlisi, vücuduma kusursuz bir şekilde oturmuştu.
“Evet, güzel.”
“Pardon!! “Güzel” mi?! Bu da ne demek?!”
Sarah'nın gözleri yaşarmıştı. Ama dramatikliğini bir dakikadan fazla sürdüremedi, çünkü hemen ardından neşeyle ekledi:
"Leydim, bugün hava biraz soğuk değil mi?"
Pencereden dışarı baktım. Rüzgâr, camı hafifçe sarsıyordu. Dışarıdaki bulutlar koyulaşmış, gri bir perde gibi gökyüzünü kaplamıştı ve Raven'ı dışarı çıkamaz hale getiriyordu. Sebebi de Raven'ın Grandük’ün grubundaki en genç ve zayıf bağlı ruh olmasıydı.
"Bir fırtına geliyor," diye mırıldandım. "Umarım bu yılın yağmur mevsimi çok uzun sürmez."
Sarah ben cevap vermesem bile konuşmaya devam etti. Duygularımın farkındaydı ve beni rahatlatmaya çalışıyordu.
Romanda Maevia istismara uğradığında onu korumak için Gilbert'e karşı gelen hizmetçiydi.
O zaman geldiğinde Sarah'ya ne olacağını düşünmeme gerek yoktu.
Çünkü o zaman gelmeyecekti.
“Sarah.”
“Evet?”
“Teşekkürler.”
“Önemli değil! Giyinmemiş olsaydınız bile yine de dünyanın en güzel kadını olurdunuz!”
Ondan bahsetmiyordum.
Bir süre önce suratını asmış olsa da Sarah her şeyi unuttu ve bana geniş ve sevimli bir gülümseme sundu.
--
Arabayla ayrılma vakti yaklaşıyordu. Tam odamdan çıkarken babamın merdivenleri tırmandığını gördüm.
Alışılmış ağır adımlarıyla yukarı çıkıyordu. Normalde gözlerini üzerime dikmekle yetinir, bir şey söylemezdi ama bu sefer, ağzını açtı.
“Maevia.”
“Efendim baba?”
Yüzündeki ifadeden, direkt konuya gireceğini anladım.
“Bir partner bulamadığını duydum.”
Sadece bir çocuğu vardı ama onunla nasıl konuşacağını hiç bilmiyordu.
Tüm hikâyeyi anlatmaya niyetim yoktu. Gilbert’i eninde sonunda sopayla dövmem gerekecekti ve etrafta ispiyonlayabilecek kimsenin olmaması en iyisiydi.
Şimdilik.
“Sanırım öyle oldu.” dedim umursamazca.
Babam, birkaç saniye boyunca beni süzdü. Sonra, kısa ve öz bir şekilde konuştu:
“Bir saat içinde yola çıkacağız. Bizimle gelmelisin.”
Bunu yapmasının sebebi açıktı. Eğer benimle yola çıkarsa, baloya partnerim olmadan girdiğimi fark eden olmazdı.
Gözlerimi kırptım. Şaşırtıcı bir şekilde, itiraz etmedim.
“Teşekkür ederim.”
Ama garip olayların sonu bu değildi.
Arabaya bindiğimizde, normalde benimle ilgilenmeyen annem, alışılmadık bir tavırla dönüp bana baktı.
“Her şey yolunda mı?”
Şaşkınlıkla göz kırptım. Annem... bana nasıl hissettiğimi mi soruyordu?
“Her zamanki gibi iyiyim.”
“Kafana gereksiz şeyleri takma ve hiçbir şeyi içine atma.” dedi.
Otomatik olarak kaşlarımı kaldırdım.
İçine atma. Bu, hiç alışık olmadığım bir şeydi.
Yüzümdeki şaşkın ifadeyi gören annem beni dürttü.
“Ailemiz yetişkin kızımızın endişeleriyle başa çıkamayacak kadar güçsüz değil. Her zaman yanındayız.”
Bu kelimeleri, romandaki Marchioness Morgana asla söylememişti. Çünkü o zamanlar, ailemiz en zayıf üç soylu hanedan arasında sayılıyordu.
Ama şimdi, Maevia Morgana olarak bu aileyi güçlendirmiştim.
Annemin sözlerini duyunca, dudaklarımın köşesi hafifçe kıvrıldı.
Aileme karşı ne kadar kayıtsız olursam olayım, onların yatırım hataları yapmalarına izin vermeyecek ve çöküşlerini izleyecek değildim.
Görünüşe göre Sarah ona dün olanları anlatmıştı.
“Demek sen de benim genç efendiye karşı fazla iyi davrandığımı düşünüyorsun.”
Annem hafif bir gülümsemeyle konuyu değiştirdi.
“Hatırlıyor musun? Altı yaşındayken iş için yolculuğa çıkmamızı engellemek için kendini yere atmıştın.”
Elbette hatırlıyordum. O gün annem ve babam, sonunda servetlerinin yarısından fazlasına mal olacak bir yatırım sözleşmesini imzalamak üzereydi.
Bir çocuk olarak, onlara bunun neden korkunç bir fikir olduğunu mantıklı bir şekilde anlatmam mümkün değildi.
Bu yüzden başka bir yol denemiştim.
Ön kapının önüne serilip, sağa sola savrularak ağlamıştım.
“Çünkü çocuktum.”
Artık o küçük, soylu çocuk olmadığımı söylediğimde annem kahkaha attı.
“Benim gözümde hâlâ çocuksun. Öfkeli, ama yine de bir çocuk.”
Bir an sessizlik oldu.
“Her ebeveyn, çocuğunun bir şey yapmak zorunda kalmasına üzülmez mi?”
Birbirimizle hiçbir zaman içten bir sevgiyle konuşmamış olsak da aile, yine de aileydi.
Annemin sözlerini duyduğumda yüzümde hafif bir gülümseme belirdi.
“On dokuz yaş hâlâ genç sayılır. Gerçi başını belaya sokacak kadar büyüksün.”
Yelpazemi hafifçe salladım ve bakışlarım babama kaydı.
Sessizce pencereden dışarı bakıyordu. Sanki konuşmalarımızın hiçbiri ona ulaşmıyormuş gibiydi.
“Bugünkü partiyi dört gözle bekliyorum.” diye mırıldandım.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı