Ağaçların arasında gözlerimi tekrar açtığımda, gökyüzünde parıldayan güneşi fark ettim. Işık, yaprakların arasından süzülüyor, yere düşen her çizgi altın gibi parlıyordu. O an aklıma ilk gelen şey, vücudumu saran yorgunluktan çok, Gurkant’ın giderek ağırlaşan hali oldu.

“Hızlı olmalıyım…” diye fısıldadım kendi kendime. Her geçen saniye, yaşlı Gurkant’ın biraz daha güçten düşmesi demekti. Onun bana güvenen bakışlarını hatırladıkça, adımlarımı yavaşlatmaya cesaret edemedim.

Yönümü kaybetmemek için, kuzeydeki Espera Dağları’nı işaret eden kuzey yıldızının yardımıyla ilerlemeye devam ettim. Gece uyumadan işaretlediğim ağacı görünce içimde küçük bir güven duygusu belirdi. Yolum doğruydu. Yine de ormanın derinliklerinde ilerlemek kolay değildi; her kök ayağıma takılıyor, dallar yüzümü çiziyordu.

Bir süre sonra, içimde başka bir savaş başladı. Midemden gelen uğultu artık dayanılmaz bir hâl almıştı.
“Grrrr…”
Açlık, zihnimin üzerine ağır bir sis gibi çökmüştü. Ayaklarım beni taşımıyordu. Yine de duramazdım.
“Yola devam etmeliyim…” dedim, boğazım kurumuş bir sesle.

Ağaçların arasında yürürken, huzursuzluk içimi kaplamaya başladı. Sanki her gölge, her çıtırtı bana doğru eğiliyordu. Birinin beni izlediğine dair soğuk bir his boğazıma sarıldı. Kalbim hızlandı.

“Arkamda biri mi var…?”

Birden döndüm. Dikkatle baktım. Yaprakların hışırtısından başka bir şey yoktu. Ne bir insan, ne de hayvan…
“Off…” dedim nefesimi verirken. “Açlıktan hayal görmeye başladım.”

Tam yeniden önüme döndüğümde, gözlerim birden dondu. Karşımda iki adam duruyordu. Sessizce, sanki gölgeler arasından çıkmış gibi karşımda belirmişlerdi.

“Çocuk açmış, görüyorsun değil mi Cepa?” dedi biri, kısık bir kahkahayla.

“Hahaha, evet yorulmuş olmalı Parac,” diye cevap verdi diğeri.

Şaşkınlıkla geri adım attım. Kalbim boğazıma çıkacak gibiydi. Onlara nasıl tepki vereceğimi bilemedim.

Uzun boylu olan, bir gözü siyah bir bantla kapatılmış olan adam adım attı. Sesi tuhaftı; sakin ama içinde bir ağırlık vardı.
“Hey Aelir, korkmana gerek yok,” dedi. Ardından başını eğerek ekledi:
“Ben Parac. Kont Cedric, sana eşlik etmemiz için bizi görevlendirdi.”

Diğeri de konuşmaya başladı. Sesinde yumuşak ama biraz alaycı bir ton vardı.
“Ben de Cepa. Eğer seni korkuttuysak kusura bakma.”

Kont Cedric’in adını duyunca içimde bir rahatlama hissettim. Demek gerçekten beni düşünmüş, yolculuğu tek başıma yapamayacağımı anlamıştı.
“Teşekkür ederim…” dedim, biraz utanarak.

Parac alaycı bir gülümsemeyle başını iki yana salladı.
“Bu yolu tek başına yürüyerek tamamlamayı düşündüğüne gerçekten şaşırdım. Cesurmuşsun, çocuk.”

Cepa ileriye doğru işaret etti. Ağaçların arasında, gölgelerin arasında iki at bekliyordu.
“Şanslısın,” dedi. “Yanımızda at da var. Zaten keşişten otları alacağız, sen de bize katılırsın.”

Gözlerim atlara takıldı. Yorulmuş bedenim, dinlenme ihtimalini düşününce neredeyse bayılacaktı. Başımı salladım.
“Tamam, gidelim,” dedim.

Parac’ın sürdüğü atın arkasına bindim. Atın üstünde hareket ettikçe, içimdeki yorgunluk biraz olsun azaldı. Ormanın serin rüzgârı yüzümü yaladı. Yolda olduğumu, yalnız olmadığımı hissettim. Ama yine de içimde derinlerde bir şüphe vardı. Bu adamların gerçekten kim olduğunu, bana hangi yolla eşlik edeceklerini bilmiyordum.

Ve yolculuk yeniden başladı.

BÖLÜM NOTU

bölümleri fırsat buldukça yazaacağım




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu