Garip bir sessizlik geldiğinde, söylediği şeyden çok etkilenmiş, ve hemen onun tunikini bırakmıştı. Ateş, ensesine kadar çıkmıştı. Kızın bu cesurca çıkışına şaşırmış mıydı? Sonuçta tamamen sessiz kalmıştı. Riftan’ın yüzünün şu anki ifadesinden korkarak doğru düzgün yüzüne bakamıyor, sadece eteğinin ucunu tutuyordu. Etraflarındaki insanlar birbirlerine mahcup bakışarak söhbetlerine sakin bir şekilde devam ettiler.
“Önce gidip biraz dinleneceğiz. Çok açım.”
“Ben de atı dinlendirmek istiyorum. Hey, burada su bulabileceğimiz bir yer var mı?”
“Değirmenin yanında bir dere var. Bu taraftan, lütfen.”
Adamlar hareketli bir şekilde dağılırken, sessizce duran Riftan elini tuttu.
“Biz de gideceğiz.”
“Evet, evet!”
Uzun adımlarıyla yürüyen Riftan’ı yakalamak için aceleyle adımlarını hızlandırdı. Zemin düzensizdi ve defalarca düşme tehlikesi atlattı, ancak Riftan onu güçlü koluyla destekleyerek düşmesini engelledi. Bir süre dar bir ark boyunca yürüdükten sonra, loş karanlıkta büyük bir ahşap bina ortaya çıktı.
İçeri önce giren adamlar, her yeri lambalarla aydınlatarak karanlığı aştılar. Max, Riftan’ın yanında içeri girdi ve etrafına bakındı. Hemen şeytan ruhlarının ortaya çıkması çok da tuhaf gelmeyecek bir yerdi. Işığın değdiği her yerde, bir örümceğin ağı sanki bulanık bir hayalet saçı gibi parıldıyor, altlarında beyaz, tozlu zemin her adımlarında gıışırdıyordu.
Yerde fare veya böceklerin yürüyüp yürüemediğini anlamak için adımlarını dikkatlice attı. Adamlar rahatlıklı yüzlerle yerlerine yerleşti, uyku tulumlarını yaydı ve tek tek ağır savunma eşyanı çıkardılar. Riftan da bir köşeye kalın bir saman tabakası yayıp üzerine bir uyku tulumu serdi.
“Buraya gel.”
Max bayılmak üzereymiş gibi hissetmesine rağmen pirelerle dolu bir yere hemen uzanamazdı. Oldukça geniş bir alan olsa da, bir sürü insan girince aniden daralmış gibi geldi.
“Bir süre rahatsız bir uyku deneyimi olacak. Anatol’e varana kadar dayan.”
Göğsünü kaplayan zırhı ve eldivenlerini çıkararak yanına itti, boynunu çatırdayarak gevşetti. Dizlerini kıvırarak oturan Max sessizce başını salladı. Ancak Max, bu kadar çok erkekle aynı odada hiç kalmamıştı ve rahatlıyamıyordu. Fakat, şövalyeler onun varlığıyla pek ilgilenmiyor gibiydiler ve ocakta yemek hazırlamakla meşgullerdi.
“Lider! Atları beslemek için yeterince yiyeceğimiz kalmadı. Ne yapalım?”
Muhafıza eşlik eden şövalyelerden biri depoya başını sokarak bağırdı. Riftan deri kemerini gevşetti ve kayıtsız bir şekilde cevap verdi.
“Muhafıza sor, tahıl satın alabilir miyiz?”
“Görüşütük. Ama depodaki tüm yiyecekler Croix Dükü’ne ait, bu yüzden istedikleri gibi kullanamıyorlar.”
Aniden babasının adının geçmesiyle bilinçsizce titredi. Riftan, başını sertçe sıvazladı ve dilini şaklattı.
“Sadece daha yüksek bir fiyat istiyor.”
“Ne yapayım?”
“Ne kadar istiyorsa ver.”
“Bu kadar ileri gitmenize gerek olmadığını düşünüyorum, belki de korkutabiliriz—”
Rahatça bir yorum yapan şövalye, Max’i görür görmez sözlerini yarıda kesti.
“Şey, Dük’le henüz bir ilgisi yok. Tamam. Ben pazarlığı yaparım, bu yüzden az para konusunda sonradan sızlanmayın."
Ardından tekrar depodan çıktı. Max, şövalyelerin babasına karşı düşmanlığının beklediğinden daha güçlü olduğunu hissedip içine kapandı. Onun varlığını görmezden gelmelerinin, ona karşı olan olumsuz duygularından kaynaklandığını düşündü.
Rosetta kadar çekici görünseydi farklı olur muydu?
Kaleyi düzenli olarak ziyaret eden hayranlarından türlü hediyeler ve mektuplar alan üvey kız kardeşini hatırladı ve Riftan’ın uzun süredir ateşle uğraştıktan sonra büyük bir kaseyle geri döndüğünü fark edemedi. Gözü, ateşte pişmiş kasenin içindeki patateslere takıldı.
“Sıcak, dikkatli ye.”
Böyle demesine rağmen, nasırlı elleriyle dumanı tüten patateslerden birini alıp kocaman bir ısırık aldı. Max de ardından bir patates çıkardı. Kömür gibi sıcak yiyeceği dikkatlice koluyla tutarak kabuğunu soydu ve içindeki yumuşak kısmı ortaya çıkardı.
Patatesin kabuğunu üfleyip soyduktan sonra, fark etmediği açlığı birdenbire bastırdı. Ağız tavanı yanarsa aldırmaksızın pişmiş patatesleri hızla yuttu. Hafifçe az pişmiş olan patatesler, bundan daha lezzetli olamazdı. Hızla elindeki patatesi bitirdi.
Yanında oturan Riftan, onu izlerken soyulmuş başka bir patates çıkardı. Max panikle ellerini salladı, utançla dolu.
“Ri, Riftan, al. Bu, bu yeterli...”
“Sözlerini uzatma, al şunu.”
Hiç tereddüt etmeden patatesi ona doğru attı ve kaseden başka bir patates alıp soyarak geniş bir ısırık aldı. Max, önceden soyulmuş patatese bakarak üzerine yükselen buharı üfledi ve yedi.
Karnı biraz doymuşken, birdenbire bir uyku bastırdı. Uyku tulumuna başını koydu, üstünde bit olabilir düşüncesini unutmuştu. Ortada duran ocaktan yayılan kırmızı ışık, her yeri yumuşakça aydınlatıyordu. Yemeklerini bitiren şövalyeler de kendi uyku tulumlarında uyku hazırlığındaydılar.
Söylediği gibi yapmıştı, ama... yabancıların arasında uyumak hâlâ utanç vericiydi, bu yüzden battaniyeyi çenesinin altına kadar çekti. O sırada, yanına oturmuş kılıcını temizleyen Riftan, yanına uzandı ve bir koluyla onu sıkıca sardı. Max hızla kolunu itti.
“Ri, Riftan... b-burada insanlar var...”
“Kimse umursamaz, sakin ol. Hava soğuk.”
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı