Bölüm 11
İstanbul’un üzerini kalın, kömür karası bulutlar kaplamıştı.
Yağmur, gökyüzünden değil de sanki binanın tepesinden dökülüyor gibiydi; plazanın camlarını çizerek aşağı süzülüyor, her damla dışarıdaki ışıkları bıçak gibi kesip içeriye gri bir yankı bırakıyordu.
Şehrin sesleri bile boğulmuştu — geriye yalnızca rüzgârın ve uzaktan gelen şimşek uğultusunun solgun yankısı kalmıştı.
Ahmet, o ağır kapıdan içeri adım attığında, karşısındaki mekânın büyüklüğü neredeyse onu yuttu.
Derya’nın ofisi, bir iş yerinden çok, bir sahne gibiydi.
Tavan yüksekti; loş ışıklar, altın rengi apliklerin arasından süzülüyor, zemindeki İtalyan halılarını dalga dalga aydınlatıyordu.
Havadaki koku pahalıydı — sandal ağacı ve yakılmış kahve aroması birbirine karışmıştı.
Her şey kusursuzdu:
Masalar, tablolar, raflardaki ödüller…
Bu oda, birinin yaşadığı yer değil; birinin kendini ölümsüz sandığı yer gibiydi.
Soğuk, steril, hesaplı.
Cam kenarında uzun, neredeyse toplantı salonunu dolduracak kadar geniş bir masa uzanıyordu.
O masanın başında Derya oturuyordu.
Elbisesi siyahtı — kumaşı ışığı yutuyor, elbisenin vücuda tam oturmuş kesimi her hareketinde gölgelere şekil veriyordu.
Bacak bacak üstüne atmıştı; bacaklarının çizgisi, koltuğun koyu derisinde zarif bir kontrast oluşturuyordu.
Saçları omzuna dökülüyor, her hareketinde ışığı yakalayıp bir anlığına gümüşe dönüyordu.
Derya, başını yana eğmiş, elindeki kaseti döndürüyordu.
Tırnaklarının kaset plastiğine her çarpışı, odadaki sessizliğe küçük bir yarık açıyordu.
Masanın üzerinde, 20 kadar kaset düzensiz biçimde yayılmıştı — ama o düzensizlik bile bilinçliydi; bir sanatçının masasındaki karmaşa değil, bir stratejistin oyun tahtasıydı.
Kameranın yanında duran küçük isim etiketi dikkat çekiciydi: Ahmet’in babasının imzası.
Ahmet birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemeden durdu.
Yalnızca nefesini kontrol etmeye çalışıyordu.
Odanın içi, dışarıdaki yağmur kadar sessizdi; ama bu sessizlik canlıydı, dinliyordu, tartıyordu.
Derya başını yavaşça kaldırdı.
Bakışları Ahmet’e değdiğinde bir an bile duraksamadı.
O gözlerde bir sıcaklık yoktu; bir merak, bir ölçme hali vardı — sanki karşısında bir insan değil de yarım kalmış bir hikâye duruyordu.
O gri, puslu bakışlar, bir kadının ilgisinden çok, bir oyuncu seçmeninkine benziyordu: “Bakayım, sen bu sahneyi kaldırabiliyor musun?”
Ahmet yürüdü.
Adımları halının üzerinde neredeyse duyulmazdı ama her adımda kalbi göğsünde biraz daha sert çarpıyordu.
Derya’ya yaklaşırken, bir anlık tereddütle duvardaki yansımaya baktı — kendisini orada, bu steril lüksün içinde, yabancı biri gibi gördü.
Sonra tekrar ona döndü.
Masaya yaklaştığında Derya hâlâ onu izliyordu.
Ne ayağa kalktı, ne de bir şey söyledi.
Gözleri Ahmet’in yüzünde, ellerinde, getirdiği çantada gezindi.
Ahmet durdu. Ne selam verdi, ne söz etti.
Sadece karanlıkta nefes aldı.
Derya’nın dudakları hafifçe aralandı, tırnaklarıyla kaseti bir kez daha çevirdi.
Sesi fısıltıydı ama odanın her köşesinden yankılandı — o kadar yumuşak, o kadar kontrollüydü ki, tehdit bile zarif duruyordu:
— “Ahmet,” dedi. “Sonunda geldin.”
Ahmet, masanın köşesindeki sandalyeyi kendine çekti, sessizce oturdu.
Çantasını yanına bıraktı, ama Derya’ya bakmamak için elinden geleni yapıyordu.
Yine de bu kadının varlığı, insanı bakmaya zorluyordu — sanki odadaki bütün ışık, onun üzerinde toplanmıştı.
Derya, ellerini göğsünün üzerinde birleştirdi.
Gömleğinin yakası açıktı; boynundaki ince zincir, her nefes alışında göğsünün üzerinde minik bir ışık halkası çiziyordu.
Saçları gevşekçe omzuna dökülüyor, yağmurun kırık yansımalarıyla gümüşe çalıyordu.
Başını hafifçe yana eğdi, dudak kenarıyla belli belirsiz bir gülümseme bıraktı.
— Eee… kıyafetlerim nerede?
Ahmet bir an dondu.
Gözlerini yere indirdi, çantasına baktı, sonra tekrar ona.
Cümle ağzından çıkmak istemiyordu.
— Şey…
Derya, merakla kaşlarını kaldırdı.
Bakışında hem sabır hem de belli belirsiz bir oyun vardı — sanki cevabı biliyor ama Ahmet’in nasıl davranacağını izliyordu.
Ahmet çantayı önüne aldı, fermuarı yavaşça açtı.
Odayı dolduran tek ses, yağmurun cama vuruşuydu.
İçinden beyaz bir gömlek, siyah bir ceket ve kumaş pantolon çıkardı.
Hepsini dikkatlice masanın üzerine koydu, sanki bir şeyleri telafi etmeye çalışır gibi.
Derya elini uzattı.
Gömleği iki parmağıyla tuttu, kumaşın pürüzsüz yüzeyini hissederek açtı.
Bir an durdu, gözleri kıyafetin üzerine gezindi.
Sonra gömleği yukarı kaldırdı — kumaş bariz biçimde küçülmüştü.
Kaşlarını hafifçe kaldırdı, başını yana eğdi.
Ve sonra, beklenmedik bir şekilde, dudak kenarları kıvrıldı.
Gözlerinde tatlı bir ışıltı belirdi; öyle bir gülümseme ki, hem samimi hem de belli belirsiz alaycıydı.
Sanki birazdan kahkaha atacakmış gibi Ahmet’e baktı.
— Ciddi olamazsın…
Ahmet ne diyeceğini bilemiyordu.
Boğazında bir şey düğümlenmişti — ne nefes alabiliyor, ne de kelime çıkarabiliyordu.
Bu kadının karşısında her defasında biraz daha küçülüyordu sanki; sesinin, hareketlerinin, hatta nefes alışının bile ağırlığı artıyordu.
Derya’nın odasında olmak, başlı başına bir sınavdı.
Her şey fazla parlak, fazla derli topluydu. Her eşya, her ışık onun otoritesini destekliyordu.
Ahmet, bu atmosferde, bir hatayla daha “küçük” görünüyordu.
İçinden geçen tek şey, bunun bir an önce bitmesi gerektiğiydi.
Sonunda boğuk bir sesle konuşabildi; sesi çatallaşmış, sinirle kırılmış gibiydi:
— Şey… ufak bir sorun oldu.
Bir anlık sessizlik oldu.
Derya’nın yüzündeki ifade bir saniyeliğine dondu — sonra bir patlama gibi güldü.
— Ahahahahahah!
Ses, odanın camlarından yankılandı.
Kahkahası yüksekti, neredeyse çocukça ama içinde ince bir alay vardı.
Sandalyede hafifçe öne eğilmişti, bir eli göğsüne gitti, diğer eliyle masaya vurdu.
Sanki Ahmet’in varlığı dünyanın en komik şeyiymiş gibi kahkahalarla güldü.
— İnanmıyorum... gerçekten kıyafetlerimi mi çektirdin?!
Tekrar güldü, gözlerinden yaş gelene kadar.
— Salak mısın sen?!
Ahmet’in dişleri birbirine kenetlendi.
Elleri yumruk haline geldi ama tepki vermedi.
Sadece yüzünü çevirdi.
Gözleri bir anlığına yerdeki halıya takıldı, oradaki desenleri izledi.
Kendi içinden geçirdi:
(İç ses)
> “Komik olan bir şey yok. Tek istediği beni aşağılamak… orospu karı.”
Derya hâlâ gülüyordu, ama sesi artık biraz daha kısılmıştı; kahkahası neredeyse bir melodiye dönüşmüştü.
Kendine gelmeye çalışarak bir nefes aldı, saçlarını geriye attı ve hâlâ gülümseyerek sordu:
— Benden intikam mı alıyorsun, ha?
— Ne yani, evini dağıttım diye kıyafetlerimi mi küçülttün?
Ahmet başını kaldırdı.
Bakışları bir anlık öfkeyle sertleşti ama sesi hâlâ yorgundu, istemsiz bir kırılganlık taşıyordu.
— Tamam işte, yanlışlıkla oldu… ne uzattın?
Hala gülüyordu ama birkaç saniye sonra
Derya’nın gülüşü yavaş yavaş söndü.
Yüzündeki eğlence ifadesi, yerini belli belirsiz bir ciddiyete bıraktı.
Bir süre sadece yağmurun sesi vardı.
Camdan süzülen damlalar ışığı kırıyor, odaya sanki gri bir perde iniyordu.
Sonra Derya, hafifçe derin bir nefes aldı, parmak uçlarıyla saçlarını düzeltti.
Sesini alçalttı, o kendine has, sakin ama tehditkâr tonuna geri döndü:
— Neyse...
— Asıl konumuza geçelim.
Sandalyeye arkasını yasladı, gözlerini Ahmet’ten ayırmadan, bir elini masadaki kasetlere doğru uzattı.
Parmakları bir kasetin kenarında gezindi.
Kendine özgü o küçük, muzur gülümsemesi yeniden belirdi.
— Hadi bakalım...
— Sorularını sor, Ahmet.
— Madem buraya kadar geldin, ben de dinleyeceğim seni.
Yağmur artık daha sert vuruyordu camlara.
Oda loştu, sessizdi.
Ve Ahmet, bu kadının yüzündeki sakinliğin altında, fırtınayı hissedebiliyordu.
Ne kadar kontrollü görünürse görünsün, Derya'ınn içinde bir şey vardı — bir kıvılcım, bir ateş, bir tehdit.
Ve Ahmet, istemese bile, onun oyununa adım adım çekildiğini hissediyordu.
Ahmet, nefesini düzene sokmaya çalışıyordu. Göğsü inip kalkıyor, boğazı kupkuruydu.
Konuşmak zorundaydı ama sesi sanki paslı bir yerden çıkıyordu.
— “Buraya… sen gelmemi istemedin mi?”
Söz, ağzından çıkarken bile yabancı geldi ona.
Her kelime boğazında çizik bırakıyordu.
Derya başını yana eğdi.
Yüzündeki o belli belirsiz gülümseme bir türlü silinmiyordu.
Omzuna düşen saç teli yana kaydı, elmacık kemiğinin gölgesiyle birlikte ifadesi değişti.
Sesi yumuşak ama içinde bir sertlik vardı, belli ki hazırlıklıydı:
— “Sorularını sorman için çağırdım. Gelmek zorunda değildin Ahmet.”
Ahmet başını kaldırdı. Gözbebekleri küçüldü.
Koltukta biraz öne eğildi, dizlerinin üstüne koyduğu ellerini sıkıca kenetledi.
Sabır denen şey çoktan tükenmişti.
— “Gelmeseydim beni ihbar edecektin, değil mi lan?”
Söz, odanın içinde yankı gibi çarptı.
Bir an sessizlik oldu.
Sonra Derya’nın yüzündeki o gülümseme dondu.
Gözleri buz gibi oldu; hareket etmeden bile tehdit edebilen bir sessizlik yayıldı.
Yavaşça bacak bacak üstüne attı, parfümünün ağır kokusu havayı doldurdu.
— “Bak Ahmet, dedi, sesi pürüzsüz ama içi dikenliydi,
benimle adam akıllı konuş.” dedi.
“Kimse benle böyle konuşamaz, sen kimsin be?”
Ahmet başını yana çevirdi, dişlerini sıktı.
Bir anlık sessizlik… sonra derin bir nefes aldı.
Sakinleşmeye çalışıyordu ama damarları alnında kabarmıştı.
Gözlerini kapattı, sonra tekrar Derya’ya baktı.
— “Pekâlâ…” dedi, sesi bu sefer daha derin, neredeyse donuktu.
“Bir sorum var.”
Derya sandalyesine yaslandı, kollarını kavuşturdu.
Tırnaklarıyla kol dayamasına ritmik vuruşlar yapıyordu.
Bakışlarında hem sabır hem eğlence vardı.
— “Sor bakalım.”
Ahmet doğruldu.
Artık ne öfke ne korku vardı sesinde, sadece merakla karışık bir yorgunluk.
Sanki bütün bu konuşmayı sadece bitirmek istiyordu.
— “Benimle ilgili planın neydi?”
Sessizlik…
Yağmurun sesi bile azaldı.
Odadaki hava ağırlaştı.
Derya birkaç saniye hiç konuşmadı.
Sadece baktı — uzun, dikkatli, ölçer gibi.
O bakışta öfke yoktu; sadece hesap yapan bir zihin vardı.
Sonra dudaklarının kenarı hafifçe kıvrıldı.
Bir gülümseme… ama içinde sıcaklık değil, soğuk bir zafer vardı.
Ahmet o anda her şeyi anladı.
Ne söyleyeceğini biliyordu — ama duymak istemiyordu. Ama bir yanıda can atıyor du.
Yine de sustu. Çünkü o sessizlik, Derya’nın vereceği her cevaptan daha çok şey söylüyordu.
Derya, dirseklerini masaya dayadı ve ellerini çenesine getirdi. O an ortaya çıkan görüntü, şaşırtıcı bir tatlılık ve zarafet yayıyordu. Ahmet, gözlerini istemsizce ona dikti. İçinden sessizce mırıldandı:
"Kaç yaşındaki kadının yaptığı hareketlere bak amınakoyayım..."
Ama aklıyla duygusu birbiriyle çatışıyordu. Bu kadının çekiciliği ve kendinden emin duruşu, ona her zamankinden daha çok rahatsızlık veriyordu. İçinde bir heyecan ve korku karışımı çırpınıyordu; ne yapacağını, ne düşüneceğini bilemiyordu.
Derya, soğukkanlı ve sakin bir tonda konuştu. Sesindeki pürüzsüzlük, içindeki kararlılıkla birleşmişti, her kelimesi bir emir gibi:
— “Seni kiralık katilim yapmak istiyorum.”
Ahmet’in yüzü hâlâ ifadesizdi, ama içinde fırtınalar kopuyordu. Bu cevabın geleceğini tahmin etmişti; yine de sözler, onun kalbini gereksiz bir şekilde hızla çarptırmıştı. Gözleri Derya’nın yüzünde dolaşıyor, her hareketini inceliyordu.
Derya, Ahmet’in tepkisizliğine bakarken kaşlarını hafifçe kaldırdı; içinde bir şaşkınlık vardı, ama bu kısa sürdü. Hızla yerini zekice hesaplayan bir ifadeye bıraktı. Onun için Ahmet’in tepkisizliği bir merak konusu, bir bulmacaydı.
Ahmet’in aklı geçmişe kaydı bir anlığına; orada yaşananları düşündü. O sonu asla yaşamak istemiyordu. Kalbi hızla çarparken sert bir tonla konuştu:
— “Olmaz…”
Derya bir an dondu. Gözleri büyüdü; bu cevabı beklemiyordu. Sesi, öfke ve kararlılıkla doluydu:
— “Sana seçenek sunmadım, olacaksın!”
Ahmet başını hafifçe aşağı indirdi. Gözleri kısıldı. Sesinde bastırılmış bir kararlılık vardı:
— “Ben onun ki gibi bir son istemiyorum… Ve senin gibi birisi için çalışmayı da hiç istemiyorum.”
Derya’nın yüzü bir anlık şok ve öfkeyle değişti. Hatları sertleşti, gözleri adeta ateş gibi parladı. Dudaklarının arasından çıkan cümle keskin ve doğrudandı:
— “Çalışmak zorundasın! Üstelik neden istediğimi bile sormadın bana!”
Ahmet’in beyninde “zorundasın” kelimesi bir çekiç gibi çarptı. Tüm bedeni gerildi. Aniden kafasını kaldırdı ve korku dolu gözlerle Derya’ya baktı.
Derya, masanın ardında, tam karşısında duruyordu. Kendinden emin, hiçbir şeyden ödün vermeyen bakışlarıyla, hafifçe masanın üstündeki küçük kutuya uzandı. Kutuyu açtı ve birkaç flaş bellek çıkardı:
— “Elimde kanıtlar var, Ahmet. Bunlar senin evindeki kendi kendine konuşmaların, ekipmanlarının fotoğrafları, cinayeti planlarken aldığın notların… Hepsi burada. Yapmak zorundasın.”
Ahmet’in kalbi hızla çarpmaya başladı. İçinde bir fırtına kopuyordu; tekrar dönerse, nasıl bir canavara dönüşeceğini biliyordu. Ellerini sıkıca dizlerine bastı, kasları gerildi. Nefesini kontrol etmeye çalıştı. Ama gözlerini Derya’dan ayıramıyordu. Onun bakışları, soğuk bir hesap ve tam bir kontrol doluydu. Sadece bakışları bile Ahmet’i köşeye sıkıştırmış, onu esir almıştı.
Odanın sessizliği neredeyse canlı gibiydi.
Duvarlara çarpıp yankılanan o sessizlik, iki insanın arasında asılı kalmış bir varlık gibi duruyordu.
Ahmet’in nefesi kısaydı, yüzü solgundu. Göz kapaklarının altında karanlık, yorgun bir gölge birikmişti.
Bir süre Derya’ya baktı — hem tanıdığı hem de hiç tanımadığı birine bakar gibi.
Sonra konuştu. Sesi kısık, her kelime sanki ciğerinden kopuyordu:
— “Neden yapmak istediğin belli… o yüzden sormadım.”
Derya gözlerini ondan kaçırdı.
Başını yavaşça eğdi, parmak uçlarıyla masanın kenarını sıyırdı.
Bakışları Ahmet’te değil, masadaki kasetlerin üzerindeydi.
Sesinde bir sükûnet vardı ama altındaki şey öfke değil; tükenmiş, yorgun bir kabullenişti.
— “Senden de bunu beklerdim,” dedi.
“Yine de anlatayım. Bu işe girdiğimden beri çok düşmanım oldu, Ahmet. Her biri beni bitirmek için fırsat kolladı. Ya da ben öyle yaptım.”
Ahmet o anda nefesini tuttu.
Bir isim, beyninin içinden yıldırım gibi geçti.
Bir ses, bir çığlık, bir yüz…
Sevil Güneş.
Bir anda yerinde doğruldu. Sesi çatallaşmıştı:
— “Ben… Sevil Güneş’i öldürmeseydim… sen mi—”
Cümlesi yarım kaldı. Derya araya girdi, sesi soğuktu ama içinde tuhaf bir gurur gizliydi:
— “Öldürmeyecektim. Ama hapse attıracaktım.
O kadın benim işimi, ismimi, bağlantılarımı mahvetmeye çalıştı.
Ben de iftiralar attım.
Sen de o iftiralara inanıp öldürdün, değil mi Ahmet?”
Ahmet’in yüzü bir anda çöktü.
Gözleri kararırken, dudaklarının kenarı titredi.
Masadaki kasetlere baktı — o küçük kutular şimdi sanki mezar taşlarına dönmüştü.
İçinde yankılanan ses boğuktu, bastırılmıştı, neredeyse dua gibi çıkıyordu:
> “Nasıl… bu da mı suçsuzdu?
Yine mi… birini boş yere öldürdüm ben?”
Gözleri bulanıklaştı, nefesi ağırlaştı.
Zihninin derinliklerinden Sevil’in yüzü belirdi — korkmuş, şaşkın, bir şey söylemeye çalışırken susturulmuş hâliyle.
Ahmet başını kaldırdı, Derya’ya baktı.
Artık gözlerinde ne öfke ne korku vardı; sadece tükenmişlik.
— “Senin yüzünden…” dedi.
Kelimeyi söylerken sesi çatladı.
“Senin yüzünden bir masumu daha öldürdüm… değil mi?”
Derya tereddüt etmeden başını eğdi.
Gözleri kısıldı, sesi neredeyse fısıltı gibiydi:
— “Sanırım evet.”
Bir süre sessizlik oldu.
Derya, Ahmet’in yüzünü inceliyordu; sanki bir insanı değil, bir deneyi gözlemler gibi.
Sonra alayla karışık bir soğukkanlılıkla devam etti:
— “Ama bir kişi daha derken… sen daha önce de masumları öldürdün, değil mi? Hatta
İlk cinayetin Hikmet Oral değildi.”
Ahmet’in nefesi kesildi.
Masaya döndü.
Bakışları sabit ama odak yoktu.
Gözbebekleri donuktu, içi boşalmış gibiydi.
Bir zamanlar “neden” diye sorduğu her şey, bir anda anlamını yitirdi.
Masanın üzerindeki ışık, yüzünün yarısını karanlıkta bırakıyordu.
O karanlık yarı, sanki içindekinin dışa vurmuş hâliydi.
Ellerini yavaşça birbirine kenetledi; parmakları titriyordu.
Kendi sesini duymuyordu artık.
Sadece kalbinin ağır, yavaş vuruşlarını hissediyordu.
Vicdanının en derin yerine bir şey kazınıyordu:
> “Neye dönüşüyorum ben?..”
Derya masanın diğer ucunda sessizdi.
Gözlerinde zafer yoktu; sadece temkinli bir merak.
Karşısındaki adam artık bir insan değil, bir tehlikeydi.
Bir silah, bir yansıma… belki de insanların yarattığı bir canavar.
Ahmet’in sesi nihayet duyuldu.
Yorgun, çatallı ve sanki başka birinden ödünç alınmış gibiydi:
— “Neye dönüştüğümü biliyorum galiba …”
Cümle havada asılı kaldı.
Odanın sessizliği, bir anlığına nefes alır gibi oldu.
Ahmet başını kaldırmadan devam etti,
sesi gittikçe daha da yavaşladı, kelimeler ağzından düşen taşlar gibiydi:
— “Ama… anlamlandıramıyorum.”
Bir uğultu gibi yankılandı bu sözler.
Ne duvarlar duydu, ne Derya; ama ikisi de hissetti.
Sanki odanın içinde bir şey çatladı.
Derya, bir an nefesini tuttu.
Ahmet’in yüzüne baktığında gördüğü şey, bir öfke ya da suçluluk değil,
çok daha tehlikeli bir dinginlikti.
Sanki kalbinde fırtına dinmiş, ama yerine bir sessizlik çölü çökmüştü.
Bir süre hiçbir şey söylemedi.
Gözlerinin altındaki morluklar, yanaklarındaki çizgiler,
hepsi birden daha belirginleşti.
Yavaşça başını kaldırdı, gözlerini Derya’ya dikti.
O bakışta hâlâ bir insan vardı —
ama o insan, son kez oradaydı.
Bir adım daha atsa, geriye sadece boşluk kalacaktı.
Derya, bir refleks gibi arkasına yaslandı.
Korkudan değil, hissettiği o ağırlıktan.
Ahmet’in gözlerinde parlayan şey karanlık değildi;
karanlığa yaklaşmakta olan bir ışığın son kıvılcımıydı.
Bir anlığına göz göze geldiler.
Derya’nın kalbi istemsizce hızlandı;
çünkü karşısındaki adamın hâlâ insan kalabilme ihtimali —
onu hem rahatlatıyor, hem de dehşete düşürüyordu.
Ahmet’in dudakları kımıldadı, sesi neredeyse fısıltıydı:
— “İnsan… sınırını aşınca, geri dönemez, değil mi?”
Derya cevap vermedi.
Çünkü o sorunun cevabını yıllar önce kaybetmişti
O anda, yağmurun sesi tekrar duyuldu.
Camdan aşağı süzülen damlalar, dışarıdaki karanlıkla birleşirken
Ahmet’in yüzü kısmen ışıkta, kısmen gölgede kaldı.
Ve o yarım gölge, dönüşümün eşiğinde duran bir ruhun simgesi gibiydi.
Ahmet yere bakıyordu. Ellerini birbirine kenetlemiş, parmak eklemleri gerilmişti. Sonra başını kaldırdı; gri tavan paneline, oradaki soğuk ışığın durağan titreşimine baktı. Gözleri yorgundu, ama bakışında yavaşça belirginleşen bir kararlık vardı. Sesi, beklenmedik bir sükûnetle çıktı:
— “Kimi öldürmemi istiyorsun?”
Soru basitti, tıpkı tonunun sade oluşu gibi. Ama o sessiz kelimenin etrafında fırtınalar dolaşıyordu. Ahmet’in zihninde aynı cümle dönüp duruyordu: Geri dönüş yok… ama mecburum… Hayatı sanki bir rayın üzerine koyulmuştu; vagon çoktan hareket etmek üzereydi, ve Ahmet o raydan inmeye niyetli değildi.
Derya, masanın üzerindeki kasetleri ve flaşdiskleri usulca kenara itti. Hareketleri soğuk, planlı ve kusursuzdu; bir cerrahın dikkatini andırıyordu. Ardından masanın altına uzandı, siyah deri bir evrak çantası çekip çıkardı. Çantayı masaya koyduğunda çıkan ses odaya yayıldı; kapaklarını açarken hareketleri törensel bir ağırlık taşıyordu. İçinden dosyalar ve haritalar vardi hepsi masanın yüzeyine dikkatlice yayıldı. Derya, parmak uçlarıyla sayfaların köşelerine dokunurken yavaş, neredeyse nazik bir tonda konuştu:
— “Öncelikle… bundan sonra benimsin. Benim dediğim kişileri öldüreceksin. Sonra — istersen — kendi oyununa devam edebilirsin.”
O son cümle Ahmet’in içinde bir kıvılcım çaktı. Kendi oyununa devam edebilirsin. Bu söz, aynı anda hem serinletici hem zehirliydi; yıllardır içindeki boşluğu dolduracak bir şey gibiydi, ama aynı zamanda onu daha derine sürüklüyordu. Dudakları titredi, fakat sesi buz gibi çıktı:
— “Ne var bunun içinde?”
Derya, kollarını kavuşturdu. Dosyaların üzerinde gezinen parmakları, bir sahne hazırlayan yönetmenin sakinliğini taşıyordu. — “Öldüreceğin kişilerin bilgileri burada,” dedi. “Ev planları, rotalar, gözetim boşlukları, vardiya değişimleri… Hepsi. Sen sadece git, işini yap, dön. Geri kalanını ben hallederim.”
Ahmet dosyaların üzerindeki notlara baktı. Küçük çizimler, kırmızı kalemle işaretlenmiş bölgeler, zaman çizelgeleri… Her şey ölümün matematiğiydi. Her sayfa, insan hayatını bir koordinata dönüştürüyordu. İçinde bir şey kırılırken, yüzünde hâlâ eski komiserin ifadesi vardı — ama gözlerinin dibinde yeni bir ışıltı beliriyordu: tanıdık, karanlık bir ışık.
Ahmet yeniden konuştu, bu kez sesi daha keskin çıktı:
— “Neden tetikçi tutmuyorsun da beni seçiyorsun?”
Derya başını hafif yana eğdi, kısa bir kahkaha attı; sesinde alay değil, rahatsız edici bir dürüstlük vardı:
— “Tetikçi tutarsam, işin bir yerinde soru işaretleri çıkar. Birileri konuşur, birileri iz bırakır. Evet, bağlantılarım var ama sen… sen daha güvenilirsin. Çünkü seni elimde tutabilirim. Hem medyada senin ‘öteki’ rolünü istiyorum. Zaten onlar için mükemmel bir figürsün: geçmişin, tarzın, yüzün… Seri katil olarak zaten varsın. Devam etmen yeterli. Hepsi bir hikâyeye dönüşür. Ve itiraf edeyim…” Gülümsedi. “Seninle konuşmak eğlenceli.”
Ahmet’in içinde bir şey tırmandı; küçük ama yakıcı bir öfke. Oyuncağa çevrilmek… eğlence malzemesi olmak. Fakat Derya’nın söylediği her şeyin mantıklı olması, o öfkeyi bastıran bir zehir gibiydi. Bu kadının sözleri, sinir sistemine sızıyor, düşüncelerini yeniden düzenliyordu.
— “Başta hatta 5 yıl boyunca umurunda bile değildim, değil mi?” dedi Ahmet sessizce. “Ama sonra geçmişime baktın. Babamı gördün… ondan sonra beni araştırdın, değil mi?”
Derya kısa bir sessizlikte onu izledi. Ardından başını hafifçe eğdi; dudaklarının kenarında küçücük bir gülümseme belirdi.
— “Herkes sana sıradan bir polis diyor. Ama seni izlerken o yüzündeki değişimi gördüm. O ton. O anlık sessizlik. Beni merak ettirdi. Seninle konuşmaya başladığımda, kararımı verdim. O rol yapma şeklin… üstüne üstlük babanın gece bekçisi geçmişi…” Omuz silkti. “Sarp ve ekibi kör. Seni hâlâ aptal sanıyorlar. Gerçekten harika bir rol oynuyorsun. Kimsenin senden şüphelenmemesi… asıl aptallık bu.”
Ahmet gözlerini masadaki evraklara indirdi. Derya’nın sözleri birer ayna gibi yüzüne vuruyordu; içinde bastırdığı o şeyi — o karanlığı — yeniden hatırlatıyordu. Sevil Güneş’in yüzü bir an için zihninde belirdi; ardından o gecenin sessizliği, ardından gelen suçluluk. Göğsünde sıkışan bir düğüm, nefesini kesti.
— “Kimse benden şüphelenmiyor,” dedi, sesi boş ama keskin. “Çünkü onlar senin gibi psikopat değil.”
Derya’nın yüzü dondu, sonra sertleşti. Sesi soğuk bir bıçak gibi çıktı:
— “Diyene bak… İnsan parçalayan birine göre fazla insancıl konuşuyorsun.”
Ahmet sustu. Yağmurun cama vurduğu ses, odadaki tek ritim hâline gelmişti. Birkaç saniye boyunca yalnızca sessizlik vardı. Sonra Ahmet ağır bir nefes aldı, gözleriyle Derya’yı süzdü ve ayağa kalktı. Hareketleri yavaş, ama kararlıydı. Masanın üzerindeki evrak çantasını aldı, sonra kendi çantasını yerden. İki çanta, iki farklı kader gibi elindeydi.
Deri malzemenin soğukluğu ellerine işledi. Derya onu izliyordu; bakışlarında ne zafer ne de merhamet vardı, sadece bir bilme hali. Ahmet kapıya yöneldiğinde dışarıdaki yağmur daha da hızlandı. Camlardan süzülen damlalar, içerideki ağır havayla birleşti.
Derya birden irkildi; söylenecek çok söz olduğu belliydi ama yüzündeki şaşkınlık, sanki bir planın bozulduğunu anlatıyordu:
— “Bekle… nereye gidiyorsun? Daha bitmedi. Konuşmamız gerekiyordu. Merak ettiğin bir şey yok mu— benim hakkımda ya da bütün bu olayların biraz daha detayına?”
Ahmet arkası dönüktü, tavana bakıyordu, gri panelin çatlaklarına gözlerini dikmişti. Sesinde artık öfke yoktu; yerine buz gibi bir kesinlik ve hafif bir alay karışmıştı:
— “İlgimi çekmiyor seninle sohbet etmek. Senin verdiğin insanları öldüreceğim, bir daha karşılaşmayacağız. Sonra git, hayatına devam et. Benim için o kadar.”
Derya bir an afalladı; dudaklarının kenarı kıvrıldı, gülümseme değildi, şaşkın ve sorgulayıcı bir ifade:
— “Evet… böyle olacak ya da duruma bağlı. Orada beş kişi var, beş ayrı plan… her biri farklı işlenmiş, yani uzun sürecek.”
Ahmet’in nefesi daraldı; omuzları hafifçe gerildi, vücudunda bastırılmış bir sinir, sessiz bir gerginlik dalgası yayıldı. Eski komiser refleksleri hâlâ onun içinde, onu susturmaya çalışıyordu. Soğuk, keskin ama tuhaf bir şekilde komik bir tonla konuştu:
— “Tamam… onları öldüreceğim, istediğin şekilde. Ve senin dediğin ‘kendi oyunuma devam edebilirim’ lafı… O olmayacak. Ben hâlâ polisim. Ne olursa olsun kendimi düzelteceğim. Babam gibi olmayacağım.”
Kapıya doğru yürüdü; koridorun uğultulu sessizliği adımlarını yankılandırıyordu. Derya, hâlâ bir kelime daha fısıldamak istercesine öne eğildi:
— “Bekle. Daha bitmedi. Merak etmiyor musun başka şeyleri? Mesela Sarp komiserin o sırlarla dolu yüzünü…”
Ahmet kapının önünde durdu, arkasını hâlâ dönmedi. Parmakları kapı koluna sıkıca dolanmıştı. Sesi metalin soğukluğu kadar keskin çıktı:
— “Seninle ilgili ya da söyleyeceğin hiçbir şey umurumda değil.”
Kapıyı açtı. Koridorun beyaz ışığında, iki iri koruma hâlâ bekliyordu; yüzleri taş gibi, duruşları robotik. Ahmet’in içinden bir kıvılcım geçti — hayvansı, hızlı, biraz da komik bir tedirginlikle dolu. Dilinin ucunda adeta bir meydan okuma belirdi:
— “Siz de bir çekilin lan!”
Adamlar göz kırptı; biri hafif yana kaydı ama duruşunu bozmadan. Ahmet onların arasından geçerken bedeninden tuhaf bir rahatlama sızdı; sanki hem korku hem de eğlence tek bir nefeste birleşmişti. Beyaz koridorda yankılanan adımları, bir yandan gergin, bir yandan ritmik bir komedi gibi çalınıyordu — adımlarının temposu, Derya’nın bekleyişiyle dalga geçer gibiydi.
Asansöre yaklaştığında, arkadan Derya’nın sesi, incecik bir tonda ve sanki yalnızca kendi kulakları için yükselmiş gibi çaldı:
— “Aptal herif… kendini ne sanıyorsun?”
Kimse duymamıştı
Ahmet tek bir kelime bile etmeden. Arkasına bile bakmadan; sessizliği kendi içinde ezberlemiş gibiydi. Dışarıda yağmur camlara vurmaya devam ediyor, metal bina gövdesi fırtınaya karşı uğuldayarak karşılık veriyordu. O uğultu, içindeki karanlığın ritmiyle tuhaf bir uyum içindeydi.
Asansörün kapısına yaklaştığında, korumalar arkada kalmıştı. Parmağını düğmeye bastı; titreme küçük, ama fark edilir bir heyecan olarak parmak ucunda dans ediyordu. Yüzü hâlâ taş gibiydi; hiçbir duygu dışarı çıkmıyor, ama içinden geçen düşünceler küçük bir fırtına gibi çarpınıyordu. “Geri dönüş yok”un soğuk hükmü kafasında yankılanıyor; bir direnç kırıntısı, bir parça umut veya belki de inat, boşunaydı ama oradaydı.
Ahmet kendi kendine fısıldadı, kelimeler neredeyse kendi içinde yankılandı:
— “O dediklerim… asla babam gibi olmayacağım… Ama ne kadar doğru bu? Kendimi mi kandırıyorum, yoksa gerçekten aptalmıyım? Büyüyorum… ama neye dönüşeceğimi bilmiyorum.”
Sözler boğazında durdu; bir yanda kendine verdiği sözün ağırlığı, diğer yanda bu sözlerin ne kadar gerçek olup olmadığını sorgulayan bir iç ses vardı. Zihin, geçmişin gölgeleri ve geleceğin belirsizliği arasında sıkışmıştı; her nefes bir karar, her karar bir yükümlülük demekti.
Asansör kapıları ağır metal bir sessizlikle kapandığında, beyaz koridor bir anlığına boş bir sahneye dönüştü. Sessizlik, yağmurun ritmi ve Derya’nın arkada bıraktığı hafif ironik tehditle birleşerek, Ahmet’in adımlarının üstünde tuhaf bir dans yaratıyordu. Her adım, hem uzaklaşmanın hem de içine daha da gömülmenin ağırlığını taşıyordu.
İçinde beliren şey tuhaftı; korku ve merak, öfke ve tatmin… Hepsi aynı anda ve birbirine karışmış şekilde titriyordu. Ahmet, kendi karanlığının ucuna doğru yürürken, farkında olmadan kendini hem denetliyor hem de serbest bırakıyordu.
Bir yandan Derya’nın sesi ve emirleri, bir yandan kendi içindeki vicdan kırıntısı… Bu ikilem, onu hem güçlendiren hem de yavaş yavaş çözülmeye iter gibi bir psikolojik labirent yaratıyordu.
Ahmet asansörün içine girip kapıları kapatırken, tek bildiği bir şey vardı: artık geriye dönüş yoktu; her adım, onu bir adım daha karanlığın kenarına yaklaştırıyordu. Ve bu adımların ne zaman düşeceği, ne zaman sınırları aşacağı… sadece zaman gösterecekti.
Ertesi sabahın donuk ışığı, perdenin kenarından içeri sızarken Ahmet’in mutfağı bir rüyanın devamı gibiydi — uyanıklıkla uyku arasına sıkışmış, sessiz, ama içten içe bir şeylerin hareket ettiği o tuhaf anlardan.
Saatler geçmişti. Derya’nın sesi hâlâ zihninin içinde yankılanıyordu; cümleleri, sanki odanın duvarlarında yankı bulan bir ses gibi dönüp duruyordu.
Kapının yanında duran siyah deri evrak çantası, hâlâ açılmamıştı. Odaya ait değildi ama bir şekilde odayla bütünleşmişti; tıpkı Ahmet’in hayatına bir anda sızan ve gitmeyi reddeden bir düşünce gibi. Gölge gibiydi. Sessiz, ama varlığıyla her şeyi ağırlığa çeviriyordu.
Ahmet ona dönüp bile bakmamıştı. Belki korktuğu için.
Çünkü o çantayı açmak, sadece içindeki belgeleri değil, kendi içini de açmak demekti.
Mutfak masasında, bir kupa sallama çay duruyordu. Dibi çoktan soğumuştu; çayın yüzeyinde ince bir zar, zamanın sessizliği gibi birikmişti. Yanında üç gözleme — biri çoktan bitmiş, biri yarım, sonuncusuysa Ahmet’in parmakları arasında dağılmak üzereydi.
O son lokmayı ağzına atarken bir an durdu. Dişlerinin arasındaki hamurun tuzu, ya da çayın acılaşmış tadı bile yabancı geldi.
Çünkü bir anda fark etti.
Hayatı değişmişti.
Eskiden uyanır uyanmaz yaptığı ilk şeydi sigara.
Daha gözlerini bile tam açmadan, izmaritlerin arasında kaybolur; o sararmış dumanın içinde bir tür teselli arardı.
Geceyle gündüzü birbirine bağlayan tek şey, o yarım kalmış sigaraydı — dumanın kıvrımlarında nefes alıyor, ölmeden biraz yaşıyordu.
Ama şimdi…
Kül tablası yoktu.
O ağır, nikotinle karışmış, insanın üstüne sinen koku da kaybolmuştu.
Sanki bir parçası da onunla birlikte sönmüştü.
Sigarayı bırakıyordu.
Alkolü de neredeyse tamamen.
Ama bu bir irade göstergesi değil, daha çok bir teslimiyetti.
Çünkü artık hiçbir şeyin etkisine girecek kadar bile güçlü hissetmiyordu kendini.
Eskiden geceleri içki içip düşüncelerini susturabileceğini sanırdı.
Ama alkol, düşünceleri susturmuyordu.
Tam tersine, her yudumda onları berraklaştırıyor, çıplak bir acı haline getiriyordu.
Sarhoş oldukça daha net görüyordu her şeyi — kaçtığı her şey, bulanıklığın içinde daha belirgin oluyordu.
Şimdi ayıktı.
Ama bu ayıklık bir huzur değil, bir sessizlikti.
Düşünmemek için içmiyordu artık;
düşünmemek bile lüks geliyordu.
Artık yalnızca sessizliği dinliyordu —
kendi içinin boş, yankısız sessizliğini.
Duşu da artık düzenliydi.
Her sabah, suyun sesi duvarlardan yankılanırken, sanki bedeninden çok zihnini arındırıyordu.
Banyoda biriken buhar, birkaç dakikalığına her şeyi susturuyordu — o karmaşık düşünceleri, suçluluk kırıntılarını, içindeki o ağır yankıyı.
Sadece suyun ritmi kalıyordu geriye.
Bir arınma değil de… kısa bir unutma hissi.
Aynadaki yansımasına bakabiliyordu artık.
Eskiden, o buğulu camda bile kendinden kaçardı; gözleri çukur, ifadesi yorgun, neredeyse yabancıydı.
Şimdi bakıyordu —
ama bakanın kim olduğundan emin değildi.
O gözlerde bir yabancı vardı.
Sanki eski Ahmet ölmüş, yerine sessiz bir versiyonu doğmuştu.
Konuşmayan, sorgulamayan, sadece “devam eden” biri.
Evi temizdi. Gerçekten temizdi.
Bu temizlik huzur vermiyordu ama.
Yalnızca düzenli bir mezar sessizliği yaratıyordu.
Eskiden yerde kirli çarşaflar, koltuğun arkasında bira şişeleri, masanın üzerinde kalmış ekmek kırıntıları olurdu.
O da o dağınıklığın arasında yaşardı; o kaos, içindekini yansıtıyordu.
Şimdi her şey yerli yerindeydi.
Mutfak tezgâhı boştu, bulaşıklar yıkanmış, dolap kapakları sessizce kapanıyordu.
Ve o düzenin içinde bir şey kıpırdamadan duruyordu —
huzur değil, bir tür soğukluk.
Sanki ev tertemiz oldukça, içindeki karanlık daha da belirginleşiyordu.
Temizlik, bir zafer değil; bir yas gibiydi.
Bir şeyin bittiğini, ama neyin bittiğini kimsenin söylemediği o sessiz son gibi.
Çünkü Bu değişim bir iyileşme değildi.
Bir boşluktu.
Tertemiz bir boşluk.
Sanki her şeyi süpürüp parlatmış, düzenlemişti; ama içindeki karanlık, silinmek yerine gölgesini derinleştirmiş, sessizce kenarda bekliyordu.
Kıyafetleri ütülüydü, saçları taranmıştı, odası titizlikle düzenlenmişti.
Ama içi… içi hâlâ bir fırtınaydı.
O eski, kirli hâliyle birlikte ruhunun düzensizliği de kaybolmuş gibi görünüyordu; ama aslında karanlık, yerini sessiz bir nefret ve boşluk hissine bırakmıştı.
Artık dışarıda değil, derinlerine sinmiş, sessizce büyüyordu.
Her nefeste, her düşüncede bir adım daha sızıyor, sanki bekleyen bir gölge gibi varlığını hatırlatıyordu.
Ahmet farkında olmadan kendi yansımasına bakıyordu; aynada düzgün, kontrollü bir adam vardı. Ama gözlerinin dibinde, titrek ve anlaşılmaz bir korku vardı—kendi içinde hâlâ çözülmemiş, karşı konulamaz bir karanlık.
Ahmet gözlerini masadaki çay lekesine dikti.
Bir insan, neden bir anda kendine çekidüzen verir?
Gerçekten değiştiği için mi?
Yoksa değiştiğini fark ettiği anda, artık başka biri olamayacağını anladığı için mi?
Bir süre bu sorunun içinde kayboldu.
Sonra gözleri istemsizce bir sigara aradı. Yoktu. Elini saçlarına daldırdı; bir refleks, bir özlem gibi.
Derin bir nefes aldı.
Ve kendi kendine mırıldandı, sesi yorgun ama ironik bir şekilde kırık:
— “Temiz birisiyim galiba. Ama düzenli bir adam olmak istiyormuyum… Hiç sanmıyorum. Ne istediğimi biliyorum ama kabul edemiyorum. Ne hissettiğimi anlayamıyorum ama bakabiliyorum. Kendimi anlayamıyorum. Ama olabiliyorum.”
Sesi odada yankılandı, sonra yavaşça kayboldu.
Kupa, gözleme, masa… her şey aynı kaldı.
Ama hava, görünmez bir şeyle ağırlaşmıştı.
Ve o sessizliğin içinde, köşedeki evrak çantası… hâlâ oradaydı.
Açılmamış, ama nefes alıyor gibiydi.
Sanki içinde yaşayan bir şey, Ahmet’in tereddütlerini dinliyor; her saniye biraz daha sabırsızlanıyordu.
Ahmet başını kaldırdı, bir an çantaya baktı.
Gözleriyle değil, içgüdüyle hissetti o ağırlığı.
Ve o anda, içinden geçen tek düşünce — bir fısıltı gibi, kendi sesine bile ait olmayan bir tondaydı:
> “Değişmek ölmekten bile sessizdir.”
Mutfakta saat tik tak etmiyordu.
Zaman durmuş gibiydi.
Ve evin içinde, Ahmet’in nefesiyle birlikte, o görünmeyen karanlık sessizce büyüyordu.
Aradan birkaç saat geçmişti. Ahmet’in evi artık sessizdi; Derya’nın verdiği siyah deri çanta mutfak dolaplarının üstünde, köşede, neredeyse görünmez bir şekilde duruyordu. Evden çıkmış, şimdi karakolun soğuk, metalik havasında, masasının başına geçmişti. Masanın üstü dosyalarla doluydu; kendi seri katil davasını inceliyor, her fotoğraf, her rapor, her kamera kaydını didik didik ediyordu. Yanında Buğlem oturuyordu; kendi sandalyesini çekmiş, sessiz ama dikkatli bir şekilde, Ahmet’in yanında çalışıyordu. Gözleri belgelerden fırlayan karanlık detayları süzüyor, olay yeri fotoğraflarını, balistik raporları, adli tıp analizlerini birer birer tarıyordu. Ama her şeye rağmen… hiçbir şey yoktu. Tek bir görgü tanığı yoktu; her şey kayıp, her şey bir boşlukta, sadece sessizlik ve kayıp vardı.
Buğlem uzun süre sessizce dosyalara baktı; sonra başını geriye yasladı ve büyük bir of çekti. Ahmet bunu gördü ve bir an durakladı; içinden sessiz bir merak yükseldi, sanki sormak zorundaymış gibi hissetti:
— “İyimisin?”
Buğlem başını çevirmedi. Gözleri tavana takılmıştı, düşünceleri sanki orada başka bir yerdeydi. Yavaşça, sessiz bir tonda:
— “Saol… iyiyim.”
Ahmet’in içinde bir kıpırtı oluştu. Buğlem’in tavrı sinir bozucuydu. İçinden geçirdi: Lan oğlum, sus işte… gebersin gitsin. Ne soru soruyon?
Ama Buğlem başını yavaşça kaldırıp Ahmet’e baktığında, sesi hafifçe alaycı, hafifçe samimiydi:
— “Sen ütü yapmamaya mı başladın?”
Ahmet, bir an tedirgin oldu; yüzüne hafif bir utanç çöktü. Sessizce mırıldandı:
— “Evet… yani, biraz işte…”
Buğlem Ahmet’in kıyafetlerini dikkatle inceledi; gözleri üzerinden geçerken hafifçe tebessüm etti. Samimiydi ama diğer yandan da alaycı bir tavırla:
— “Aferin lan sana… sonunda tertipli bir iş yapmışsın.”
Ahmet, Buğlem’in omzuna hafifçe dokunduğunu hissetti. Sırtını pohpohlaması onu hem sinirlendirdi hem de garip bir şekilde rahatlattı. İçinden, sessiz ve biraz da hırçın bir şekilde geçti:
Lütfen… Derya’nın evrak çantasında da buda olsun.
Ahmet ile Buğlem o anda konuşurken, kapı aralığından Sarp sessiz adımlarla odasından çıktı ve Ahmet’in masasına doğru ilerledi. Ahmet gelen Sarp’ı görünce hafifçe toparlandı; dikkatini yeniden topladı, içindeki o dağınık his bir nebze yatıştı. Buğlem de fark etmişti, hafifçe doğruldu, omuzlarındaki gerginliği azalttı.
Sarp masaya geldiğinde, Buğlem gözlerini ona çevirdi ve hafif bir baş sallamasıyla onay verdi:
— “Biraz gitsene, önemli bir şey konuşacağım Ahmet’le.”
Buğlem sessizce kafasını salladı, sandalyesini geri çekti ve yerinden kalktı. Sarp o boşalan sandalyeye oturdu, rahat ama kararlı bir duruşla. Ardından, doğal bir hareketle Ahmet’in omzuna kolunu attı; hafif bir baskı, ama aynı zamanda güven verici bir temas. Ahmet, omzuna dokunan bu ağırlığı hissetti; o küçük temas, sessiz bir iletişim gibi içini hem germiş hem de garip bir şekilde yatıştırmıştı.
Sarp sakin, yatıştırıcı ama aynı zamanda dikkat çekici bir tonda konuştu:
— “Hızlıca konuya gireceğim, Ahmet.”
Ahmet, Sarp’a bakıyordu; gözlerinde bir karışıklık, tıpkı geleceğin belirsizliğine karşı şaşkın bir bakış vardı. Sarp, sessizliği bozan cümlesini söylerken gözlerinin içine kararlılıkla bakıyordu:
— “Seni yönetmen davasından aldım.”
Ahmet’in kalbi aniden sıkıştı. Nefesi daraldı, gözleri hafifçe doldu, parmakları masanın kenarına kenetlendi. Saçları hafifçe kabardı, içten bir öfke ve çaresizlik sarmıştı onu. Bu, sadece bir görev değişikliği değildi; kendi alanından çekilmek, kontrolünü kaybetmek demekti. Davayı takip edip hataları göremeyecek, aksilikleri önleyemeyecekti.
— “Bekle… Neden?” — diye fısıldadı Ahmet, sesi hem kırık hem de öfkeyle karışıktı.
Sarp sakin ama kesin bir tonda yanıtladı:
— “Almam gerekiyor, Ahmet. Bu davayı üç kişi yürütebilir. O kadar farklı cinayetler işlendi ki, iki komiser yetmiyor artık. Sen onlara bakacaksın. Şu anda elinde bir dava yok, ama yakında eline geçecek; Selim’le birlikte çalışacaksın.”
Ahmet’in içi kaynamıştı, ama dışa vuramıyordu. Sakin görünmeye çalıştı, sesi soğuktu ama altında belirgin bir öfke ve direnç vardı:
— “Başkomiserim… Lütfen…”
Sarp başını hafifçe yana eğdi, gözleri bir an Ahmet’in gözleriyle kesişti ve sert bir tonla yanıtladı:
— “Ahmet, dediklerimi yapacaksın. Aldım dediysem aldım. Ne yapayım, seni cinayetten mi atmamı istiyorsun?”
Ahmet, Sarp’ın sözleri karşısında derin bir sessizliğe gömüldü. İçinde fırtına kopuyordu; öfke, hayal kırıklığı, çaresizlik… Hepsi bir anda patlamak üzereydi, ama ağzından bir kelime çıkmadı. Mesleğin ve hayatın soğuk gerçekleri onu bastırmıştı, kabullenmeye zorlamıştı.
— “Peki efendim… sağolun,” — dedi Ahmet, sessiz, kırılmış ama teslim bir tonla.
Sarp, Ahmet’in omzundan elini çekti ve sessizce sandalyesinden kalktı. Adımları ağır ama kararlıydı. Hiçbir şey demeden ofise doğru ilerledi; arkasında Ahmet’in sessizliği ve masadaki yığın dosyalarla karışan bir boşluk kaldı. Ahmet’in gözleri Sarp’ın gidişini izlerken hem öfke hem de çaresizlikle doluydu. İçeride, derinlerde, kontrolün tamamen kaybolduğunu fark etmişti; ve o an, kendi içinde sessiz ama keskin bir boşluk oluştu.
Öğleden sonra, saat üç civarıydı. Sokak ortasında bir cinayet işlenmişti. Kadın, yerde hareketsiz yatıyordu; karnı defalarca bıçaklanmış, organları paramparça olmuştu; bağırsakları, rahmi, her biri korkutucu bir düzensizlik içinde görünüyordu. Islak asfalt, kanla kaplanmış, koyu kahverengiden siyaha çalan bir tabaka oluşturmuştu; ayakların altında hafifçe yapışıyor, her adım olayın tazeliğini, acımasızlığını fısıldıyordu. Kanın kokusu keskin ve boğucuydu, sokak bir anda ölüme dair sessiz bir mesaj gibi dolmuştu.
Kadının çantası yere devrilmiş, içindeki telefonu fırlamış, ekranı parçalanmıştı; cüzdan, anahtarlar, küçük eşyalar rastgele dağılmış, sanki bir anlık panik ve kaosun sessiz bir kanıtını sunuyordu. Vücudu morarmış, saçları kabarmış, dudakları şişmişti; sanki hayatın tüm acımasızlığı ve şiddeti bir anda üzerine yığılmıştı. Her detay, görenin içini sarsıyor, kalp atışlarını hızlandırıyordu.
Etrafta polis şeritleri gergin bir çember gibi, birkaç resmi araç ve önemsiz gazeteciler vardı; halk, şeridin dışında sessizce toplanmış, bakışlarıyla hem merakını hem de korkusunu yansıtıyordu. Olay yeri inceleme ekibi, kadının fotoğraflarını çekerken flaşlar kısa ve keskin ışıklar gibi düşüyor, yüzeydeki kanın ve yırtılmış giysilerin detaylarını acımasızca ortaya çıkarıyordu. Her kare, sessiz bir çığlık; her görüntü, zihni sarsan ve mideyi kaldıran bir gerçekti.
Sokak, sanki o anın ağırlığını içine çekmişti; sessizlik, asfaltın ıslaklığı ve insan kalabalığının bakışlarıyla birleşiyor, tüm çevreyi karanlık bir çukur gibi sarıyordu. Hafif rüzgar, kanın kokusunu havada dağıtırken, gölgeler sanki ölüme dair sessiz fısıltılar taşıyordu. Kimse konuşmuyordu; ama herkes, korkunun ve dehşetin sessiz dilini biliyor, izledikleriyle bir anda kendi ölüm ihtimallerini hesaplıyordu.
Tam o sırada Ahmet arabasını sokağın köşesine park etti. Anahtarı ağır ağır çıkarıp kapıyı açtı, adımlarını sessizce yere bastırarak dışarı çıktı. Uzaktan polis şeritleri, araçlar ve kalabalığın arkasında titreyen insanlar görünüyordu; hepsi de olup bitenin farkında ama korkunun bir adım gerisindeydiler.
Ahmet, soğukkanlı bir kararlılıkla olay yerine doğru yürümeye başladı. Gözleri uzaktan Selim’i seçti; birkaç polisle konuşuyordu, ufak ufak notlar alıyor gibiydi. Ahmet, kalabalığın arasından geçerken her adımda çevresini ölçüyordu şeridin önüne geldiğinde sert bir hareketle ipi kaldırıp altından geçti.
Kadının cesedini ilk kez görüyordu. Yüzünde hâlâ bir ifade yoktu; ama adımları kadına yaklaştıkça ayağı asfalta yapışıyor, hareket etmek gittikçe daha ağır ve sinir bozucu hale geliyordu. Zemin, kadının kanıyla kaplanmıştı; her adımında ayağına yapışan yapışkan sıvı, Ahmet’in sabrını zorladı. Aptalca bir şekilde, bir kadının cesediyle uğraşırken rahatça hareket edememek, onun sınırlarını zorluyor, içindeki sinir ve rahatsızlık giderek yükseliyordu. Her adımı, hem fiziksel hem de zihinsel bir direniş yaratıyor, Ahmet’in soğukkanlı duruşunu test ediyordu.
Selim bir köşede notlarını karalıyordu. Ahmet’i fark ettiğinde yanına geldi; elleri titriyordu, kağıt üzerindeki notlar hafifçe sallanıyordu. İçinde bir korku vardı, yeni başlamış bir polis olmanın verdiği acemilikle, ilk iğrenç cinayetin ağırlığıyla birleşmişti. Gözleri kadının morarmış, paramparça bedenine kayarken, her detayı zihnine kazınmış, ama söz konusu dehşetin karşısında henüz donuk bir şok halindeydi.
Selim, titrek bir sesle Ahmet’e doğru eğildi, elindeki not defterini sıkıca tutuyordu.
— “Hoş geldin, abi,” — dedi, olabildiğince sakin kalmaya çalışarak.
Ama Ahmet’in suratında bir gerginlik vardı; dudakları neredeyse kıvrılmamıştı ama bakışları keskinleşmişti. İçindekini bastıramadı; ani bir öfkeyle, sesi soğuk ve keskin çıkıverdi:
— “Ne abisi lan… Düzgünce konuşsana, Selim.”
Selim’in gözleri bir an için irileşti, donakaldı. Kelimeyi istemeden söylemişti; alışkanlıkla “abi” diyordu, ama Ahmet’in bakışıyla bunu fark etti.
— “Pardon, komiserim… boşluğuma denk geldi,” — dedi, sesi titrek ama kendini toparlamaya çalışıyordu.
Ahmet bir an nefes aldı, içindeki dalgalanma biraz yatıştı. Sessizce, daha sakin bir tonda sordu:
— “Neyse… ceset hakkında bir şeyler öğrendin mi?”
Selim defterini açtı, kalemi hafifçe sallanıyordu; her satır not, hafifçe titriyordu.
— “Komiserim… kadının ismi Hatice Uzun. 1.58 boyunda, 36 yaşında… Neden öldürüldüğünü tam olarak bilmiyoruz, sadece kimliğini tespit ettik. Kadın evli, beş çocuğu var; evine ekip yolladık ama kocası yoktu. Kameralara baktık; maskeli bir adam tarafından bıçaklanmış. Muhtemelen kocası. Boşanma aşamasındalarmış.”
Ahmet bunları dinlerken yerden eğildi, hareketi soğukkanlı ama mekanik bir hal aldı. Cebinden eldivenlerini çıkardı, yavaşça taktı. Parmakları, kadının bıçaklanmış karnına soktu derinlere indi
— “Önemsiz davalardan nefret ediyorum… Sen de etmelisin, Selim. İyi bir polis ol; yoksa aptal bir karının, dandik cesedini parmaklarsın.”
Selim’in yüzü dondu, gözleri büyüdü. İçinde bir karışım vardı: şok, tiksinti, öfke… Ahmet’in sesi o kadar soğuktu ki, sözler bedenine dokunur gibi hissetti. Ve kadının cesedini neden parmaklıyor du. Ses tonundaki boşluk, kadının kanlı bedeninin yanındaki bu rutin hareket, Selim’i derinden rahatsız etmişti. Ama bir kelime bile edemiyordu; korku ve saygı arasındaki ince çizgide donakalmıştı.
Ahmet sessizdi; parmağını kadının kanla kaplı karnına sokuyor, gözleri boşlukta bir noktaya takılıydı. Her hareketi, Selim’in zihninde yankılanıyor, tüylerini diken diken ediyordu. İçinde bir nefret vardı; sadece davalar ve sorumluluklar için değil, ölü bedenlerin anlamsızlığını ve insanların zayıflığını gördüğü için.
Selim, uzun süren sessizliğin ardından nihayet konuştu. Sesi önce titrek çıkmıştı, ama sonra kendi kendine güvenini toplamış gibiydi:
— “Şimdi napıcaz?”
Ahmet, Selim’in yüzüne bile bakmadan kadının yaralarını inceledi; parmakları bıçağın bıraktığı kesik ve yırtıkları hissediyor, her detayı zihninde işliyordu. Boş ve keskin bir tonla yanıtladı:
— “Şimdi… bu işi kadının kocası yaptı, zaten belli. Adamın annesinin evine gidin, kardeşi olur, dostu olur; birine bakın. Telefon sinyallerine bakacağız. Salak adam, telefon sinyallerinin ne demek olduğunu bile bilmiyordur zaten.”
Ahmet’in sesi sokağı dolduruyordu; soğuk, hesapçı, neredeyse tehditkâr bir sakinlikle.
— “İki günlük iş bu. Hızlıca bitirip buradan gideceğiz,” — diye ekledi, parmağıyla kadının kanla kaplı bedeninde dolaşırken, gözleri hala yaraları tarıyordu.
Selim, Ahmet’in soğukkanlılığına hem hayran hem de nefretle başını salladı. Sonra derin bir nefes alıp, olay yeri inceleme ekibinin başındaki adama doğru yürüdü; not defterini sıkıca tuttu, adeta kendini Ahmet’in metoduna hazırlıyordu.
Tam o sırada, Ahmet’in arkasında sessiz bir gölge belirdi; hafifçe yere düşen ışıkla birlikte uzun ve ince bir siluet, onun gövdesinin önüne düşüyordu. Ahmet bir an donakaldı, gözleri gölgeyi fark etti. Hala elindeki eldiveni çıkarmamıştı; parmakları kanla karışmış ve hafifçe yapışkandı, ama hareketi durduramıyordu. Gölgeye doğru döndü ve gözleriyle tanıdı.
Derya oradaydı. Bir anlık bir şokla, ayağa kalktı; yavaşça, sessiz ama kararlı bir şekilde ilerledi. Üzerinde uzun, sarı bir palto vardı; rüzgar hafifçe paltonun kenarlarını oynatıyordu. Başında şık bir şapka, yüz hatlarını gölgelerle karıştırıyor; gözleri ise tam olarak görünmüyordu. Beyaz gömleği, ışığın altında neredeyse parlıyordu. Ayaklarında, eski stil siyah ayakkabılar vardı; sanki adımları, sessiz bir ağırlıkla zemini bastırıyor, her adımında küçük bir çarpıntı yaratıyordu.
Ahmet dişlerini sıkarak, gözlerinde hem öfke hem de şaşkınlıkla Derya’ya baktı:
— “Her yerde kamera var… neden geldin lan?”
Derya omuzlarını hafifçe oynatarak, sakin ama hafif alaycı bir şekilde cevap verdi:
— “Salak mısın sen? Benim gelmem kadar normal bir şey yok şu anda.”
Ahmet’in kaşları çatıldı, sesi sertleşti:
— “Neresi normal bunun… Ne kadar saçma haberin varmı! Seninle ilgili bir olayı bile yok bu cinayetin… Git filmini çek, hadi!”
Derya gözlerini kısarak, hafif bir tebessümle ona döndü:
— “Off Ahmet, bi sus… cinayet için gelmedim zaten... Hem kimse benden rahatsız olmuyor. Ben geldim diye mutlu olanlar bile var. Bi sen rahatsız oluyorsun.”
Ahmet’in içi kaynadı; Bu kadın sabrımı gerçekten zorluyor… diye düşündü. Hafifçe başını sallayarak Derya’ya döndü:
— “Sence mesele benim rahatsız olmam mı? Yoksa olay yerinde senin gibi birisinin olması mı sorun?”
Derya başını eğdi, sesi sakin ve yumuşaktı:
— “Merak etme… İznim var. Medyada beni bilirler, ara sıra böyle yerlere gelirim.”
Ahmet derin bir nefes aldı, çenesi hâlâ sıkılıydı ama sesi yavaşça sakinleşmeye başladı:
— “Neyse… onu boşver. Biraz uzağa geçelim, bir şey anlatmalıyım.”
Derya başıyla onayladı. İkisi, sokağın arkasına doğru yavaş adımlarla yürüdü; ayaklarının altında asfalttaki kan ve dehşetin kokusu hâlâ asılıydı. Aralarındaki gerginlik, öfke ve hafif alay karışımı, onları tuhaf bir şekilde birbirine bağlamıştı; dışarıdaki kaosun içinde, tek güvenli alan gibi hissettikleri kendi küçük dünyalarına çekiliyorlardı.
Sokağın kaosundan biraz uzaklaştıklarında hava iyice ağırlaşmıştı. Sirenlerin yankısı dar sokaklarda boğuk bir uğultuya dönmüştü.
Derya sırtını gri, nemli bir duvara yasladı. Derin bir nefes aldı, elleriyle saçlarını geriye doğru topladı, birkaç kahverengi tel parmaklarının arasından süzülüp omzuna düştü.
Bakışlarını Ahmet’e çevirdi.
Ahmet’in kaşları çatılmış, çenesi kasılmıştı. Kalemini cebinden çıkarıp elinde çevirdi,
Sonra kısa bir duraksama yaşadı. Gözlerinde hem öfke hem yorgunluk vardı.
Ahmet:
— Şey... Sarp beni davadan aldı.
Derya başını hafifçe kaldırdı.
Gözlerinde bir anlık şaşkınlık, sonra ciddiyet belirdi. Saçının ucuyla oynarken dudakları kıpırdadı ama susmayı seçti.
Ahmet dişlerini sıktı.
Ahmet (iç ses):
Sakin ol... sakin kal... Bu kadın tam bir salak, aptal... beyninde ot var, şerefsiz köpek. Ahmet oğlum kendini tut, sakın patlama.
Derya başını hafifçe yana eğdi. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi.
Derya:
— İçinden bana sövme. Belli oluyor.
Ahmet şaşırdı, bir adım geri attı.
Ahmet:
— Ne... yani sen... Nerden...
Durakladı ve kendini toparladı.
İçimden bir şey demedim ki… delirdin mi sen?
Derya elini çenesine götürdü, gözlerini gökyüzüne kaldırdı. Sokak lambasının solgun ışığı yüzüne düşüyor, gölgeler hatlarını yumuşatıyordu.
Derya:
— Neden aldığını anlamak zor değil. Cinayetler son haftalarda arttı…
İstanbul artık taşıyamıyor bu kadar kanı.
Bir adım yaklaştı. Soğuk hava nefeslerini görünür hale getirmişti. Göz göze geldiler.
Derya:
— Sarp’ı ikna edemem. O kadar yetkim yok.
(Omuz silkti.)
İstersem yaparım belki... ama o zaman herkes şüphelenir.
Ahmet başını iki yana salladı, sesi biraz çatladı.
Ahmet:
— Anladım... Parça parça, ordan burdan... her zamanki gibi.
Bir şeyler bulurum, kendimi öyle korurum artık.
Birden sinirlenip yere tükürdü.
Ahmet:
— Tabi şu salak Selim’le çalışmasam daha iyiydi.
Çocuk her şeye duygusal yaklaşıyor, dandik davalara bile anlam yüklüyor.
Derya’nın kaşları hafifçe kalktı, sesi alayla karışık bir sakinlik taşıyordu.
Derya:
— Aslında herkes böyle.
(Bir adım yaklaştı.)
Sen sadece farkında değilsin...
— Ya da belki, sadece yozlaşmış, kötü birisin.
Ahmet’in yüzü gerildi. Dudakları kıpırdadı ama kelime çıkmadı.
Bir an, Derya’nın gözlerindeki yansımada kendi yorgun, kirli hâlini gördü.
Belki gerçekten kötü biriydi.
Her cinayet sonrası içindeki adalet hissinden biraz daha çalıyordu.
Her kan lekesi, vicdanının bir parçasını siliyordu.
Rüzgâr dar sokaktan geçerken Derya’nın paltosunun eteğini savurdu.
Ahmet başını eğdi.
İçinde tuhaf bir huzursuzluk vardı — sanki bu kadın onu fazlasıyla görüyordu, fazlasıyla anlıyordu.
Ve işte o yüzden… ondan nefret ediyordu.
Ahmet başını eğmişti; elleri cebindeydi, nefesleri sert ve düzensiz çıkıyordu.
Sokağın köşesinden esen rüzgâr duvardaki afişleri hışırdatıyor, uzaktan siren sesleri boğuk bir yankıya dönüşüyordu.
O sırada Derya yavaşça yaklaştı.
Ayakkabısının topuğu taş zemine hafifçe vurdu, adımları yankılandı.
Bir süre hiçbir şey demeden durdu; sonra elini Ahmet’in saçlarına uzattı.
Parmak uçları Ahmet’in saçına değdiğinde, zaman dondu.
Ahmet irkildi — içgüdüsel bir korku, alışık olmadığı bir sıcaklıkla karıştı.
Uzun süredir kimse ona bu kadar yakın olmamıştı.
Bir an nefesi kesildi, gözlerini kaldırıp Derya’ya baktı.
Derya gülümsedi, sesi neredeyse bir fısıltı gibiydi:
— “Önemli değil… ben de senin gibiyim.”
Ahmet bir anda geri çekildi.
Kaşları çatıldı, gözbebekleri küçüldü.
Yüzüne soğuk bir ifade yerleşti.
Sesinde öfke, tiksinti ve kırılganlık aynı anda vardı:
— “Evet… belki çok kişi öldürmüş olabilirim…”
Bir an sessizlik çöktü.
O kelimeler ağzından döküldüğü anda kendi sesinden bile irkildi.
Sevdiği ve sevgilisini — kendi isteğiyle, hiçbir zorunluluk olmadan — öldürdüğü o anlar gözünün önünden geçti.
Bir saniyelik pişmanlık, bir anlık suçluluk...
Sonra hepsi sönüp gitti.
Ahmet devam etti, sesi bu kez daha keskin, daha hırıltılıydı:
— “Ama ben kötü birisi değilim, tamam mı? Hele senin gibi asla değilim. Bunu bil.”
Derya yere baktı.
Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme belirdi, ama gözleri bomboştu.
Üzülmüyordu; sadece kendini bastırıyordu.
Ahmet’in öfkesini, kırılganlığını anlıyordu ama umursamıyordu.
Sessizce, neredeyse fısıltı halinde konuştu:
— “Benim gibi değilsin çünkü… daha kötüsü olacaksın.”
Bu söz, Ahmet’in yüzüne bir tokat gibi çarptı.
Çenesindeki kaslar gerildi, gözleri karardı.
O anda Derya cebine uzandı, içinden eski bir telefon çıkardı.
2013 model, gizli hat kullanılan, tertemiz bir Samsung.
Ekranı pürüzsüz, tuşları mekanik, tıklayınca iç karartan bir sessizlik bırakıyordu.
Derya telefonu yavaşça Ahmet’in eline bıraktı.
— “Bu telefonu al. Gerektiği zaman buradan ara. Telefonda tek numara var — benimki.
Benimle sadece bundan konuşacaksın. Aynısından bende de var.”
Ahmet telefonu eline aldı, bir süre baktı.
Soğuktu. Metal gibi.
Sonra cebine koydu.
Bir şey diyecekti, tam ağzını açarken Derya sözünü kesti:
— “Neyse… benim gitmem gerekiyor. Üç beş film işi.
Sen de... sana verdiğim çantayı artık aç.
Ve kurbanlarını seç.”
Sonra arkasını döndü, yavaş adımlarla yürümeye başladı.
Ahmet bir adım attı ileriye, sesi yükseldi:
— “Bekle… bu kadar şey oluyorken nasıl yapayım bunu?”
Derya durdu.
Arkasını dönmedi, sadece elini kaldırıp havada salladı.
Sesi, soğuk bir tebessüm gibi yankılandı:
— “Başka şansın yok.”
Rüzgâr Derya’nın paltosunu savurdu, saçlarının arasına dolandı.
Yavaş adımlarla sokaktan uzaklaştı.
Ahmet orada kaldı; elinde artık olmayan bir kalem, cebinde soğuk bir telefon ve aklında yankılanan tek cümle:
> “Daha kötüsü olacaksın.”
Bir süre kıpırdamadı.
Derya’nın sesi, yüzü, kokusu — hepsi zihninde dolandı.
O kadar tanıdık, o kadar itici... ve bir o kadar da zorunlu.
Ahmet derin bir nefes aldı, dişlerini sıktı.
Korkuyordu — hem ondan, hem kendinden.
Ama artık çok geçti.
Aynı günün akşamı Ahmet evindeydi. Odanın sararmış ışığı, sessizliğiyle birlikte bir tür boğucu baskı yaratıyordu. Yemekleri bitirmiş, bulaşıkları yıkamış, etrafı toparlamıştı; dolapta ne alkol ne sigara vardı, bırakalı çok olmuştu. Koltuğa oturdu, ayaklarını sehpanın üzerine uzattı. Elinde, sabah öldürülen Hatice Uzun’un dosyası vardı; fotoğrafları tek tek inceliyor, notları satır satır okuyordu.
— Şu karının kocasını bir bulsak, kapanır bu dosya… Neyse… Yapacak bir şey yok, bulunur… — dedi kendi kendine, sesi boğuk ve yorgundu.
Duraksadı; aklına siyah evrak çantası geldi. Dosyayı masaya bıraktı, mutfağa geçti, sandalye çekti ve üstüne çıktı. Rafların üstüne uzandı Çantayı aldı, indi, sandalyeyi yerine koydu ve salona geri döndü. Çantayı sehpanın üzerine koydu ve açtı. İçinde beş dosya, beş harita vardı; her biri farklı bir insana aitti. Dosyalarda kişilerin günlük rutinleri, alışkanlıkları, evlerinin detaylı planları, haritalarda evlerin kamera kör noktaları ve girilecek kolay alanlar işlenmişti. Artık Ahmet’in günlerce araştırma yapmasına gerek yoktu; istediği kişiye istediği an yaklaşabilirdi.
Gözleri bir anda boşaldı. İçinde bir dürtü kabardı: bir evin kapısından sessizce girmek, her köşeyi tanımak, kontrolü tamamen eline almak… Ve ardından kanın, ölümün ve acının ortasında olmak…
Hayalinde, Hatice’nin morgdaki vücuduna benzer bir sahne beliriyordu; karnı, kesikler ve bıçak izleriyle paramparça olmuş, her kırışık ve morluk gözünün önünden geçiyordu. Kan lekeleri zeminle bütünleşiyor, ayaklarının altına yapışıyor, düşüncesi bile onu hem tedirgin hem de büyülemişti. İçgüdüsel bir arzu, ellerini, parmaklarını bu görüntülerin ortasına sokmak istiyordu. Organların dokusu, kırılmış kemikler, derinin altındaki sıcaklık zihninde dönüp duruyordu; tam anlamıyla yasak bir haz…
Ama Ahmet korkuyordu. Bir hata yaparsa, tüm hayatı ve kariyeri yok olabilirdi. Polis kimliği, disiplin ve mantıkla örülmüş bir zırh gibiydi; sürekli fren uyguluyordu. Ama bir başka korku da vardı—babası gibi tamamen karanlığa teslim olmak. vicdanını kaybetmekten korkuyordu.
Ahmet bir süre sustu. Dosyalara bakarken nefesi düzensizleşti; haritalar, ev planları ve fotoğraflar ona bu olasılıkların kapısını aralıyordu. İçinde, kan ve ölümle yüzleşme isteğiyle mantık arasında keskin bir bıçak gibi gidip geliyordu. Gözleri donuk, elleri titriyordu. Karanlığın cazibesi, mantığının sınırlı ışığıyla çatışıyordu.
Bir anlık boşlukta, sadece tek bir şey düşündü: doğru zaman geldiğinde, birinin hayatını alıp bu karmaşayı kontrol altına almak… Ve bunu yaparken hem polis hem de bir insan olarak sınırlarını, vicdanını zorlamadan yapması gerektiğini biliyordu.
İçinde bir gerginlik, bir tür deliliğe yakın haz, kanın ve acının kokusuyla birlikte titriyordu. Sanki kendisiyle yüzleşiyor, hem tedirgin hem de büyülenmiş bir şekilde kendi karanlığının içine bakıyordu.
Ahmet’in zihninde bir uğultu vardı.
Saat gece yarısını geçmişti. Evdeki sessizlik nefes alıyordu sanki — duvarların içinden yankılanan kalp atışları gibi.
Bir anda aklına Derya’nın verdiği telefon geldi.
O soğuk, metalik şey.
O lanet bağlantı.
Yatak odasına geçti, adımları sertti. Dolabın kapağını açtı, elinin altından eski gömleklerin toz kokusu yükseldi. Parmaklarını araladı, gizli bölmeyi buldu.
O bölme… kendi elleriyle yapmıştı.
Orası onun gölgesi gibiydi — kimsenin bilmediği tarafı.
Eğildi, bölmeyi açtı.
İçinden siyah bir çanta çıkardı.
Fermuarın sesi, odadaki sessizliği ikiye böldü.
Yatağın üzerine koydu, yavaşça açtı.
İçeride: eldivenler, küçük bir bıçak kılıfı, bir el feneri, eski bir kimlik kopyası…
Ve o telefon.
Derya’nın verdiği.
Ekranı donuk bir ışıkla yanıp söndü — soğuk, neredeyse canlıymış gibi.
Ahmet başparmağını uzattı.
Ekranı kaydırdı.
Kişiler → “1”
Başka hiçbir şey yoktu.
Sadece o.
Bir “1”.
Bir kimliksiz bağlantı.
Numaraya bastı.
Telefon uzun uzun çaldı, sonra kesildi.
Ahmet’in çenesi sıkıldı.
Bir daha aradı.
Bu kez, metalik bir ses yankılandı:
> “Konuşmak için 2’ye tıklayın.”
Ahmet kaşlarını çattı. Bir an düşündü, sonra 2’ye bastı.
Hafif bir statik sesi… ardından tanıdık bir nefes.
Derya.
— Neden aradın?
Sesi kuru, keskin, doğrudan.
Ne “alo” dedi, ne de bir nefeslik sıcaklık bıraktı aralarında.
Ahmet’in sesi neredeyse donuktu.
Ne öfke, ne korku, ne hayat…
Sadece bir çizgi gibiydi:
— Zorundayım… değil mi?
Kısa bir sessizlik.
Sonra Derya’nın sesi.
— Evet.
Ahmet’in gözleri bir noktaya kilitlendi.
— Yapmazsam beni ihbar edeceksin, değil mi?
— Evet.
(Hiç tereddüt etmeden.)
— Tek şansım bu, değil mi?
Derya:
— Başka şansın yok.
Ahmet başını öne eğdi.
Bir anlık boşluk.
Bir şeyler kopuyordu içinde, ama sessizce.
Sonra dudakları aralandı, neredeyse fısıltı halinde:
— Tamam.
Telefonu kapattı.
Ekran karardı.
O karanlık, sanki odanın tamamına yayıldı.
Derya diğer uçta susmuştu; sadece bir anlık nefes sesi duyuldu, sonra o da bitti.
Ahmet telefonu yavaşça çantaya koydu, çantayı kapattı, dolaba geri yerleştirdi. Bölmeyi kapadı, kapağı çekti.
Sanki hiçbir şey olmamış gibi.
Ama her şey olmuştu.
Sonra
Ahmet salona doğru ağır adımlarla yürüdü. Zeminde ayak sesleri yankılanıyordu, ama sessizlik onları yutmuş gibiydi. Sehpanın altındaki evrak çantası, üstünde beş kişinin dosyasıyla duruyordu; her bir dosya, geçmişin karanlık bir yankısı gibi.
Koltuğa oturdu, sırtını yasladı ama gevşemedi; bir şeyler hâlâ içinde sıkışıyordu. Evde ışık yoktu, sadece pencereden süzülen solgun ay ışığı odanın köşelerini çiziyordu. Gölge, her adımında uzayıp kısalıyordu, duvarlar Ahmet’in nefes alışıyla birlikte hareket ediyordu sanki.
Başını ellerinin arasına aldı, parmakları saçlarına saplanmıştı. Gözleri karanlığa bakıyordu ama hiçbir şey görmüyordu. Sesi, içinden, kırık bir fısıltı gibi yükseldi:
— Derya… zorundasın… dedi. Yapmazsam… yakalanacağım… beni polise verecek…
Bir titreme geçti omuzlarından.
— Ben masumum… babam gibi değilim… Babamı seviyorum, ama onun gibi değilim… kimse bana kötü diyemez…
Sözleri, odadaki sessizlikte çınladı, ama kendi kulağına bile yabancı geliyordu. İçindeki hisler parçalanıyordu, kopuyordu, delirme eşiğinde bir çığlık gibiydi.
— Beş kişi… beş kişi sadece… sonra yok… bir daha asla yapmayacağım… zorundayım…
Ahmet arkasına yaslandı, gözlerini kapadı, düşüyordu. Düşüyordu ama düşerken bile dimdik bir ağırlık taşıyordu. Zorundaydı… ve belki de bu zorunluluk, onu hem kurtarıyor hem esir alıyordu. Bir parça mutluluk, bir parça huzur vardı içinde, ama aynı anda bir boşluk… derin, sessiz, bitmeyen bir boşluk.
Kalbi, nefesi, düşünceleri; hepsi bir karmaşa içinde birbirine dolanmıştı. Zorunlulukla vicdan, geçmişle gelecek, korku ile rahatlama… hepsi aynı anda birbiriyle çarpışıyordu.
Ve Ahmet orada, koltuğun içinde, kendi karanlığının ortasında, sessizce oturdu. Dışarıdaki gece, içerideki sessizlik, dosyalar, kararlar… Hepsi bir noktada buluştu: Zorundaydı. Ve o an, içinde garip bir kesinlik vardı; belki de hayatta kalabilmek, yalnızca bu zorunlulukla mümkün olacaktı.
---
11. Bölüm Sonu
BÖLÜM NOTU
Bir anlık delirdik zaten kimse görmedi


İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı