12. Bölüm
Sabah. 4 civarı karanlık
Gökyüzü tertemizdi; tek bir bulut bile yoktu.
Yağmur beklenmiyordu — hatta rüzgâr bile sürpriz yapmaya niyetli değildi.
Sadece yıldızlar vardı, sayısız…
Sanki gök yüzeyi değil de gizlenmeye çalışıp da beceremeyen bir yüzdü,
ışık lekeleriyle dolu, utangaç ve tedirgin.
Ve göğün tam ortasında, incecik bir hilal duruyordu.
Bir bıçak kadar keskin,
bir gülümseme kadar sinsi,
bir sır kadar saklı.
Ayın geri kalanı karanlığın içinde kaybolmuştu —
varlığı hissediliyor, ama görünmüyordu.
Sanki ışığın sadece küçük bir kısmı dünyaya kalmış, geri kalanı
derin bir boşluğun içinde bekliyordu.
Tıpkı içindeki bir şeyin,
henüz tam uyanmamış,
ama karanlıkta nefes almayı sürdüren
bir yüzü varmış gibi.
Ahmet villanın arkasında duruyordu. Arabasını uzağa bırakmış, sessizce bekliyordu. Yüzünde siyah bir maske, ellerinde ince eldivenler vardı. Sokak sessizdi; insanların nefes alışını duymak mümkün değildi. Villanın geniş, ağır kapıları gece sessizliğinde daha da ürkütücü görünüyordu.
Belindeki çantayı açtı. İçinden dosyaları çıkardı; üzerlerinde bir erkek fotoğrafı, yanında “Emin Barın” yazısı vardı. Fotoğrafın kenarında iki çocuk vardı; çocuklar artık Emin’in yanında yaşıyor, karısı ile boşanmıştı. Hayatları kağıt üzerinde küçülmüş, donmuş gibiydi.
Yanında iki hayvan yatıştırıcısı vardı; soğuk metal parmaklarına ağırlık gibi oturuyordu. Derya’nın yardımıyla alınmıştı bunlar, ama bu yardımın sıcaklığı yoktu—sadece soğuk, mekanik bir kesinlik.
Dosyalardan villanın planını çıkardı. Kameraların ve kör noktaların işaretlendiği detayları dikkatle inceledi. Daha önce birkaç kez içeri girmişti; her duvarı, her koridoru, her gölgeyi ezberlemişti. Villada genellikle iki koruma olurdu; onların rutinlerini, hangi noktalarda durduklarını biliyordu.
Duvarın altında kazılmış küçük bir çukur vardı. Daha önce gelip kazmıştı; Ahmet eğildi, sessizce içine girdi. Soğuk toprak tenine değdi; kalbi hızla çarpmaya başladı. Duvarın diğer tarafına geçtiğinde artık villadaydı. İçerisi karanlık, sessiz ve beklenmedik bir tehlikeyle doluydu. Gölgeler uzun, hazır kıta, hareket etmeye bekleyen birer varlık gibi görünüyordu.
Her adımında sessizliğin içine biraz daha gömülüyor, sadece kendi nefesini duyuyordu. Villanın içindeki karanlık, dışardaki gece kadar yoğun ve keskin; Ahmet adeta gölgelerle bütünleşmiş, görünmez bir hayalet gibi hareket ediyordu.
Ahmet villanın bahçesinde sessiz adımlarla ilerliyordu. Gece karanlığı her şeyi yutmuş, uzun gölgeler sadece zorlukla gözlemlenebiliyordu. Bahçenin bir köşesinde köpek kulübesi duruyordu; köpek derin bir uykudaydı, nefesleri hafif ve ritmik, neredeyse sessizliğin bir parçasıydı. Ahmet kulübenin kapısına yaklaştı, taşların ve kuru yaprakların hışırtısı bile çıkmayacak kadar dikkatliydi. Kapıyı kitledi; ardından sessizce yürümeye devam etti.
Ön kapının önünde duran koruma, Ahmet’in planındaki tek engeldi. Ahmet çantasından tabancasını çıkardı, susturucuyu taktı. Yüzü donuk, bakışları keskin; korku ya da tereddüt yoktu. Tek bir hareketle adamın kafasına doğrulttu silahı.
> Pısst
Mermi sessizce adamın kafasına girdi, kulak kanalından çıktı. Kırmızı çizgi, kafasından aşağıya damlarken taş zemine çarptı; damlalar koyu, neredeyse siyah bir sıvı gibi geceyi boyuyordu. Adamın bedeni boşluğa düşer gibi yere yığıldı. Ahmet, kollarından kavrayıp sessizce arka bahçeye sürükledi, dalların ve gölgelerin arasına sakladı. Her hareketi hızlı, keskin ve ölümcül bir ritimle gerçekleşti.
Ön kapıya geri döndü; yerde kanlar vardı. Çantasından bezini çıkardı ve kanları, iz bırakmadan silerek temizledi. Ahmet’in adımları karanlıkta kayboluyor, nefesi sessizliğe karışıyordu. Her şey donmuş gibi, zaman bile nefesini tutmuş gibiydi; sadece Ahmet ve ölümün sessizliği kalmıştı.
Ahmet, ön kapının yanındaki kurumuş kanı dikkatle sildikten sonra arka pencerelere doğru sessiz adımlarla ilerledi. Bahçe sessizdi; yaprakların arasından geçen rüzgâr bile neredeyse fark edilmezdi. Gecenin karanlığı her şeyi sarmış, gölgeler Ahmet’in hareketlerini daha keskin ve keskinleştirilmiş birer siluet gibi gösteriyordu.
Arka pencerelerden birine yaklaştı. Daha önce sabah açık bıraktığı pencereydi; şimdi, içeri adım atmak için tek engel bu camdı. Durdu, nefesini saydı. Ağır bir sessizlik vardı. Ardında bıraktığı kan, iz bırakmayan bir geçmişin hatırlatıcısı gibiydi.
Ahmet dudaklarını hafifçe araladı, kendi kendine mırıldandı:
— Hadi açık olsun…
Nefret ediyorum…
Bana bunları yaşatan o çocuktan…
Sözleri geceye karıştı, kimse anlamayacak kadar sessiz ve kırık dökük bir nefret taşıyordu. Kim olduğunu bilmek imkânsızdı; yüzü, sesi, varlığı… hiçbir ipucu vermiyordu. Derya olamazdı; o çocuk demişti. Ama kimdi? Bilmiyordu, bilmek istemiyordu.
Ahmet, pencereyi dikkatle açtı, parmakları camın soğuk metaline değdiğinde titredi ama tereddüt etmedi. Ayağını içeri koydu, sessiz adımlarla villanın içine girdi. Her hareketi keskin, kontrollü ve ölümcül bir ritimle ilerliyordu. Ev, gece sessizliğinde, onun nefret dolu kararlılığıyla dolmuş gibiydi.
İçeride her şey hareketsizdi; gölgeler sabit, odalar nefes almıyor, sadece Ahmet’in adımları havada yankılanıyordu. Ama o nefret… o gizemli nefret, sessizliği bile kesip parçalıyor gibiydi; bilmediği bir kişiye yönelmişti ve bu, gecenin en karanlık köşelerinde bile iz bırakıyordu.
İçeri adım attığında villa genişliğini hissettiriyordu; gölgeler yüksek tavanların altında derinleşiyor, mobilyaların etrafında kıvrılıyordu. Salonun köşesinde bir koruma oturuyordu, sigarasından çıkan duman havada asılı kaldı. Yorgun, depresif ve gözlerinin altındaki mor halkalar gecenin sessizliğinde bir hayalet gibi parlıyordu.
Ahmet cebinden ufak ama keskin bir çakı çıkardı. Bıçağı açarken metalin sessiz tınısı, sessizliğe küçük bir çentik attı. Kalbi soğukkanlı bir ritim tutuyor, nefesi sessizliği bozmaktan uzak bir ritimle ilerliyordu. Yavaşça korumaya yaklaştı; adam hâlâ farkında değildi, ama gözlerinin derinliğinde kaygının gölgesi belirmeye başlamıştı.
Tam o anda Ahmet, çakıyı adamın boynuna dayadı. Soğuk, keskin bir baskı hissettirdi; nefesler sıkıştı, zaman ağırlaştı.
Ahmet:
— Beni kamera odasına götür.
Koruma irkilip geri çekildi:
— Sen kimsin lan?
— Kamera odasına götür, yineledi Ahmet, sesi tedirgin edici bir kesinlik taşıyordu.
— Ne diyosun lan?
— Boğazını parçalarım, dedi Ahmet, bıçağın ucunu daha da bastırarak.
Adam nefesini tuttu; gözleri açıldı, korku tamamen sardı bedenini. Ayağa kalktı, hâlâ titriyordu. Ahmet hâlâ bıçağı boğazına dayamıştı; silahı cebindeydi ama kullanmıyor, sadece soğukkanlı bir tehdit unsuru olarak tutuyordu.
Koruma, titreyen elleriyle Ahmet’i merdiven boşluğundaki kapıya götürdü. Kilidi açmak için anahtarı çıkardı, elleri hâlâ titriyordu. Kapıyı açtılar; merdivenlerden aşağı indiler. Aşağıda kamera odası vardı. Ahmet, adamı sandalyeye oturttu; odanın karanlığında birçok monitör ve kaset dolapları sessizce bekliyordu.
Ahmet:
— Her şeyi sil.
Sesi buz gibi, keskin ve değişmez bir emir gibiydi.
Koruma irkildi, gözlerini kaçırdı:
— Yapamam…
Ahmet:
— Sil.
Koruma:
— Abi… lütfen…
Eller titriyordu, parmakları neredeyse kayıyor, fareyi güçlükle kavrıyordu. Aylarca biriken görüntüleri tek tek sildi; her kayıt yok oldukça salon daha sessiz ve ölümcül bir boşluğa büründü.
Ahmet:
— Kameraları da kapat.
Koruma başını salladı, kameraları kapattı. Sessizlik artık tam anlamıyla ağırlığını hissettiriyordu. Ahmet, bıçağın arkasıyla korumanın ensesine sert bir darbe indirdi; adam sessizce yere yığıldı.
Çantasından hayvan yatıştırıcısını çıkardı ama gerek kalmamıştı; koruma bayılmıştı. Ahmet sessizce merdivenlerden yukarı çıktı, kapıyı dikkatlice kapattı. Ve kilitledi Sessizlik tekrar salonu sardı; sadece Ahmet’in nefesi, karanlığın içinde yankılanıyordu. Her hareketi, her adımı, ölüm sessizliğiyle birleşmişti.
Ahmet çakıyı sessiz bir tıklamayla cebine geri kaydırdı.
Metal, parmaklarından ayrılırken parmak uçlarında bir soğukluk bıraktı;
sanki buz gibi bir nefes, derisinin altından geçip kemiğine işlemişti.
Havadaki soğuk, bir anlığına daha keskin geldi — görünmeyen bir bıçak gibi.
Üst kata çıkan merdivenlere yöneldi.
Adımları halıya gömülüyor, çıt bile çıkmıyordu;
karanlık onun ayak izlerini bile duymaya korkmuş gibiydi.
Yüzünde hâlâ hiçbir ifade yoktu; olmasını istemiyordu zaten.
Gülümsemek… o çirkin, kirli haz… ondan kaçıyordu.
Bu şeyden keyif almak istemiyordu;
yüzündeki o iğrenç gülümsemeyi görmeyi istemiyordu.
Gölgeler, teninin yerine geçmiş gibiydi;
vücudu değil, karanlık yürüyordu.
Yukarı vardığında koridor karanlık ve uzundu;
loş gece lambası duvara vuran solgun bir ışık bırakıyordu,
yorgun ve titrek — sanki birazdan ölecek bir mumun son nefesi gibi.
Ahmet, hafif aralık kapının altından yayılan o sıcak, narin ışığı gördü: çocukların odası.
Elini kapıya uzattı.
Bir an için durdu.
Nefesini tuttu.
Sessizlik, göğsünün içinde bir taş gibi ağırlaştı.
Sonra yavaşça itti kapıyı.
İçerisi sakindi.
Uyku, odanın içinde ince bir tül gibi asılıydı.
Duvarlarda unicorn yapıştırmaları, yerde birkaç oyuncak bebek…
Renkler bile gecenin ağırlığı altında solmuştu.
İkiz kızlar, minik yataklarında birbirlerine dönük uyuyorlardı.
Saçları dağılmış, yanaklarında uykunun sıcak pembeliği vardı.
Nefesleri hafifti; masumiyetin sesi gibi — sessiz, narin, beyaz.
Ahmet’in gözleri, çantasındaki iğnelere kaydı.
Bir anlığına nefesi göğsünde titredi.
Bu çocukları öldürebilirdi.
Dünyanın karanlık bir köşesi ondan bunu talep ediyor gibiydi —
ya da o, kendi içindeki o uğursuz fısıltıyı duyuyordu.
Sessiz, zehirli, sabırlı bir karanlık.
Ama yapmadı.
Çünkü bu başka bir gölgenin sınırıydı; onun değil.
Ya da belki… henüz değildi.
Bu düşünce bile odanın ışığını söndürmeye yetti.
Soğuk, mekanik bir kararla geri çekildi.
Önceden yaptırdığı anahtarı çıkardı, sessizce kapıyı kapattı ve kilidi çevirdi.
Tık…
Bu ses masum uykulara çarpıp kayboldu;
bir dua gibi değil, bir mühür gibi.
Koridorun sonundaki yatak odasına ilerledi.
Hava, her adımda biraz daha ağırlaşıyordu — sanki ev, ne olacağını biliyor ve nefesini tutuyordu.
Kapının koluna dokunduğunda içindeki sessizlik taşlaştı.
Bir an için nefesi göğsünde sıkıştı;
kalbi atmıyor gibiydi, sadece bekliyordu.
Kapıyı yavaşça açtı.
İçerisi karanlık ama yatak lambasından ince bir ışık süzülüyordu;
iğne gibi, soğuk bir çizgi.
Ve işte orada…
Emin.
Yatağın üzerinde, sadece boxer’ıyla.
Gevşemiş kaslar, gevşek bir nefes —
yüzünde huzur değil, uykunun verdiği aptal bir güven vardı.
Rahatlık, gerçek değil; sadece ince, kırılgan bir kabuktu.
Uyku ona sığınak gibiydi — habersiz, savunmasız, korunmasız.
Ahmet kapının eşiğinde durdu, maskesini çıkardı cebine sıkıştırdı
gölgesi odanın zeminine uzun bir hançer gibi saplandı;
öyle keskin, öyle net.
Gözleri tek noktaya kilitlendi;
duygusuz, sessiz, karar vermiş bir soğukluk.
Bir yargı değil bu—bir sonuç.
Ve o an, odadaki bütün hava Ahmet’in kararının etrafında dondu.
Sessizlik kan gibi ağırdı.
Karanlık, nefes aldı.
Ahmet, Emin’in yanına sessizce yaklaştı. Yatak lambasının soluk ışığı, kasların ve derinin pürüzlerini acımasızca ortaya çıkarıyordu. Ahmet’in nefesi düzenliydi, ama kalbinin ritmi içinden sessiz bir heyecan gibi çırpınıyordu. İğneyi çıkardı; parmakları soğuk metalden kaymadan Emin’in şah damarına doğrulttu. Bir saniyelik sessizlik… sonra iğne sokuldu.
Kan aniden fışkırdı, damarlar patlamış gibi kabardı. Emin’in yüzü aniden kıpkırmızı oldu, gözleri dehşetle açıldı. Dudaklarından kesik kesik boğuk sesler çıktı; yatak çarşafları, giysileri ve yatağın yüzeyi kanla sırılsıklam oldu. Tenin üzerinde sıcak, koyu kırmızı bir tabaka hızla yayıldı; vücudu istemsizce kıvrılıyor, parmak uçları ve kasları sarsılıyordu. Ahmet bir an durdu; gözleriyle bu zayıf, savunmasız bedeni izlerken içinde hem bir tatmin hem de soğuk bir korku vardı. Nihayet Emin bayıldı, bedeninin tüm direnci yok oldu.
Ahmet, baygın düşen Emin’i kaldırdı, sandalye çekti ve oturttu. Ellerini ve ayaklarını bağladığında kaslar aşırı gerildi, damarlar belirginleşti, derin çizgiler oluştu. Her hareketiyle çırpınan kaslar altındaki deri gerildi ve çatladı; Emin’in ağzına kalın bir bez soktu. Bez, bahçede kullanılmış kanlı bir bezdi; korumanın kafasından fışkıran kanla karışmış, kararmış lekeleri emiyordu. Ahmet, bezin üzerine bastığında içinde hem bir amaç hem de soğukkanlı bir öfke hissetti, bu his nefesini sıkıyordu.
Odanın havası ağır, kanın metalik kokusu keskin ve boğucuydu. Her titreyen kas, her patlamış damar, her çırpınış Ahmet’in soğuk kararlılığını vurguluyordu. Gözleri Emin’in savunmasız duruşuna takılıp kalmıştı; içinde hem bir hakimiyet hem de ürkütücü bir boşluk hissi vardı.
Ahmet yatağa sessizce oturdu, birkaç saat boyunca Emin’in baygın, savunmasız ve çıplak bedenine baktı. Tenin pürüzleri, damarların yüzeyde belirginliği… her detay, geçmişten tanıdık bir gölgeyi çağırıyordu; üvey babasının hatıraları zihninde bir titreme gibi dolaştı. Bir an için düşlere kayboldu, ama sonra gözlerini sımsıkı açtı; sinirlenmişti ama kontrolünü kaybetmedi, soğukkanlılığını korudu.
Uyanmasını beklemek yerine
Çantasından küçük bir paket çıkardı; içinde yoğun amonyak vardı. Paketi yavaşça açtı, yüksek konsantrasyondaki keskin kokuyu Emin’in burnuna yaklaştırdı ve paketi oradan ikiye kırdı. Amonyak keskin, boğucu bir bulut gibi yayıldı; Emin istemsizce içine çekti ve kafası geriye doğru atıldı. Ağzındaki bez konuşmasını engelliyordu, ama gözleri her şeyi söylüyordu.
Gözleri açıldı; korku ve şaşkınlık karışımı, bir köpeğin çaresiz bakışı gibi Ahmet’in üzerine yapıştı. Boynundaki iğnenin deliğinden ince ince süzülen kanlar, omzuna doğru kayarken parlayan kırmızı damlacıklar odada ağır ve keskin bir sessizlikle asılı kaldı. Her damla, Ahmet’in kontrol ve soğukkanlılıkla harmanlanmış kararlılığını daha da belirgin kılıyordu.
Emin ağzındaki bezle konuşmaya çalıştı, ama sesi boğuk bir hırıltıya dönüştü; çığlık atamıyor, nefesi kesik kesik yükselip alçalıyor, titreyen gövdesiyle odada savruluyordu. Her nefes alışında göğsü hafifçe çöküyor, elleri sandalyede çaresizce geriliyor, parmakları ağzındaki bezin üzerinden sıyrılmak ister gibi sıkışıyordu.
Ahmet
— Merak etme, kızlarını öldürmedim.
Emin gözlerini dehşetle açtı, titreyen yaşlar yanaklarından süzüldü. Korku, utanç ve çaresizlik, vücudunu tamamen sardı; nefesi boğuk, gözleri panik dolu, her hareketi küçük bir çığlık gibiydi. Ağzındaki bez, çırpınışlarını bastırıyor, odada sessiz bir işkenceye dönüşüyordu.
Ahmet (ifadesiz, yüzünde donuk bir kararlılık)
— Şimdi ben kameramı kuracağım, sonra seni kayda alacağız, tamamı…
Bu sırada ağzındaki bezi çıkaracağım. Ama sakın bağırma, tamam mı? Bağırma… Sonra buradan defolup gideceğim, sana bir şey olmayacak.
Emin’in vücudu hâlâ titriyor, dizleri hafifçe sallanıyor, teni loş ışıkta soluk bir gölgeye dönmüştü. Üzerindeki çıplaklık ve utanç korkuyu katlıyor, kasları istemsizce kasılıyor, her kıpırdanışta gölgelere çarpıyordu. Ahmet’in yüzü donuk, gözlerinde soğuk bir boşluk vardı; o gülümsemenin tekrar oluşmasını engelliyordu, aynadaki karanlık yansımanın kendisini ele geçirmesini istemiyordu.
Ahmet çantasına yöneldi, tripod ve kamera ekipmanlarını çıkardı. Emin’in bağlı olduğu sandalyenin önüne yerleştirdi; kameranın ışığı yandı, odanın köşelerine uzun, keskin gölgeler düştü. Emin’in titreyen bedeninin çıplak hatları, kaslarının gerilmesi ve derisinin solukluğu loş ışıkta daha da korkutucu görünüyordu.
Ahmet
— Bak… Şimdi bu bezi çıkaracağım. Sakın bağırma, tamam mı? Bağırma, sakın.
Emin başını çaresizce salladı. Yaşlar yanaklarından akıyor, nefesi boğuk ve düzensiz çıkıyor, gözleri dehşetle Ahmet’e kilitlenmişti. Odanın havası yoğun, ağır ve boğucuydu; kan ve terin metalik kokusu havada asılıydı. Sandalyede titreyen Emin, her an gözlerini kapatıp savunmasız düşecekmiş gibi görünüyordu; gölgeler ise odanın köşelerinde, sanki ona yaklaşmak için bekleyen karanlık varlıklar gibi kıpırdanıyordu.
Ahmet’in soğuk adımları, Emin’in titreyen nefesleri ve odadaki ölü sessizlik, zamanın ağır aksamasına neden oluyordu. Her saniye daha da geriliyor, korku nefes almayı güçleştiriyor, odadaki karanlıkla birleşen sessizlik yavaş yavaş baskı altında ezici bir korkuya dönüşüyordu.
Ahmet’in öfkesi odada yoğun, boğucu bir sis gibi dolaşıyordu; nefes almak bile zorlaşmıştı. Hangi tarafı daha çok parçalayacağını kestiremiyordu; Derya mı, yoksa Emin mi… bilmiyordu. Emin’in ağzındaki bez, dudaklarını morartmış, çenesini ezmişti. Ahmet bezleri yavaşça çıkardı. Emin derin bir nefes almaya çalıştı, ama hava ciğerlerine zor doluyor, boğuk hırıltılar çıkıyordu. Nihayet bağırabildi:
Emin
— İmdat! İmdat!
Ahmet’in gözleri karardı. Yumruğu Emin’in suratına indi; ardından bir, sonra bir kez daha… Üçüncü darbe geldiğinde üst çene dişleri kırıldı, parçalar dudaklarının içine gömüldü, ağzında metalik bir tat birikti. Dudak ve yanak dokuları ezilmiş, morarmıştı. Ama Ahmet durmadı; her darbe Emin’in çığlıklarını boğuyor, ama susturamıyordu.
Ahmet sinirden titreyerek boğuk fısıldadı:
— Sus… Sus, amınakoyduğum çocuğu… Sus…
Ahmet Emin’i sandalye ile birlikte yere devirdi. Sandalyeye bağlı vücudu acıyla sarsıldı; omuz eklemleri çıtırdadı, bilekler gerildi, bağ dokuları acıyla yırtılıyordu. Ahmet cebinden çakısını çıkardı ve eldivenleri takılıydı; parmaklarının arasına kan bulaşmayacaktı, ama soğuk metalin dokusu her hareketinde acıyı hissettiriyordu.
Ahmet gülmemeye çalışıyordu. Sessiz bir kıkırdama ile eminin suratını dağıtmıştı. Kalbi heyecanla atıyordu kendi cennetini yaşıyordu. Cehennemini göstererek.
Önce gözlerine yöneldi. Parmaklarıyla göz kapaklarını zorla açtı; göz küreleri istemsizce sallandı. Bıçağın keskin ucu, göz kürelerinin kenarına değdiğinde damarlar patladı, göz içi sıvısı ve kan karışımı yüzü kapladı. Emin’in göz bebekleri korkuyla büyüdü, acı dolu çığlıklar havada asılı kaldı. Ahmet bıçağı derinleştirerek göz kürelerini yavaş yavaş parçaladı; iris ve kornea yırtılıyor, jelimsi vitreus sıvısı parmaklarının arasından sızıyordu. Eminim gözleri delik deşik olmuştu kanlardan başka birşey yoktur orada içerisi bomboştu Emin’in başı çaresizce geriye yaslandı, dudaklarından boğuk hırıltılar yükseliyordu; gözleri artık işlevsiz, parçalanmış ve kanla kaplıydı.
Ahmet, bıçağı emin'in diline yöneltti. Küçük, keskin uçla Emin’in dilini parça parça kesmeye başladı. Dilin tabanındaki sinirler ve damarlar yırtıldı, acı tüm vücuduna yayıldı. Dilin parçaları parmaklarının arasından sızan salya ve kanla kaplandı, Emin’in nefesi düzensiz ve hırıltılı hâle geldi. Her nefes alışında boğazı kasılıyor, ciğerleri zorlanıyordu. Ağzı kanla dolmuştu Ahmet'in üstü başı kan olmuştu eminin ağzından kanlar akıyordu. Dişleri parçalanmış dili kesilmişti.
Ama Ahmet durmadı. Dizlerini Emin’in göğsüne bastırdı; kaburgalar acı içinde çatırdadı, küçük çatlaklar ve kemik parçaları yavaşça yer değiştirdi. Tendonlar ve kas lifleri zorlanmış, Emin’in elleri istemsizce titriyordu. Her çırpınışı daha fazla acıyı ortaya çıkarıyor, Ahmet’in yüzünde psikopat bir tatmin ifadesi beliriyordu.
Emin’in nefesleri kesik kesik, hırıltılı, kanlı bir uğultuya dönüştü. Dudaklarından, burun deliklerinden ve parçalanmış gözlerinden akan kan, yerde gölcükler oluşturuyordu. Ahmet’in gülüşü odadaki sessizliği keskin bir dehşetle yarıyordu; deform olmuş yüz, parçalanmış kemikler, yırtılmış kaslar ve damarlar mideni burkacak kadar iğrençti.
Ahmet gözlerini Emin’in acı dolu, dilsiz ve korku içindeki yüzünden ayırmadı. Emin’in çığlıkları boğuklaşmış, her nefes alışında ciğerleri zorlanıyor, kırık kaburgalarının altından kesik kesik hırıltılar geliyordu. Kan kokusu odada yoğunlaşırken, Ahmet’in karanlık, psikopat tatminiyle birleşiyor, odadaki hava neredeyse yoğun bir acı ve korku bulutuna dönüşüyordu. Bundan keyif alıyor ama belli etmek istemiyordu.
Her dokunuşunda, Ahmet Emin’in acısını hissediyor, her kan damlası ve yırtılmış doku parçası onun gülüşünü güçlendiriyordu. Emin’in gözlerindeki korku, boğazındaki hırıltı ve yırtılmış dili, odada asılı kalan bir kabus gibi Ahmet’in sapık tatminiyle birleşiyordu.
Ahmet, yerde yatan Emin’in suratına baktı. Her yer kan içindeydi. Emin, olmayan diliyle bir şeyler söylemeye çalışıyor, ağzından sadece kan ve hırıltı dolu, anlaşılmaz sesler çıkıyordu. Yere tükürükle karışık koyu kırmızı damlalar saçılıyordu. Ahmet, Emin’in kesilmiş dilini elinden bıraktı, bir kenara fırlattı. Üstü başı kanla kaplıydı; nefes alışları sert, göğsü inip kalkıyordu.
Bir süre, sanki yaptığı şeyi gerçekten ilk kez fark ediyormuş gibi dondu. Emin’in gözlerine baktı — ya da gözlerinin yerinde kalan o karanlık, dipsiz çukurlara. Bir an için kendi yansımasını orada görür gibi oldu. Sonra bir düşünce çarptı zihnine, ani bir korku gibi.
Ahmet
— Hassiktir... Ulan gerizekâlı, senin yüzünden kameraya çekemedim...
Sesi öfke ve pişmanlık arasında gidip geliyordu. Ellerini saçlarına götürdü, alnındaki terle karışan kan damlalarını sildi. Yatağa oturdu; içinde garip bir karışım vardı — rahatlama, ama aynı zamanda keskin bir sinir. Emin ise yerde hâlâ yaşıyordu; inliyordu, boğuk ve bozulmuş bir nefesle. Her sesi, duvarlarda yankılanan bir suç itirafı gibiydi.
Ahmet başını eğdi, gözlerini kapattı. Birkaç saniyelik sessizlik… Sonra kendi kendine, neredeyse fısıltıyla konuştu:
Ahmet
— Biraz sınırları aştım... ama sana sus demiştim. Neyse...
Ayağa kalktı, yavaş adımlarla tripodun yanına gitti. Kamerayı söktü; elinde siyah metal bir ağırlık gibi duruyordu. Diğer elinde susturuculu silah vardı. Kamerayı tekrar açtı, kayıt ışığı yanınca odada tek bir kırmızı parıltı oluştu.
Ahmet sessizdi. Sadece nefesini duyuyordu. Kameranın kadrajı titremeden sabit kaldı; lensin önünde Emin vardı. Dilsiz, gözsüz, dişleri kırılmış, kaburgaları çökmüş bir beden… ama hâlâ canlıydı.
Emin’in boğazından uğultuya benzeyen bir ses çıktı:
Emin
— Yabhma... vuv... vovul...
Kelimeler boğuldu, havada asılı kaldı. Ahmet kamerayı biraz eğdi, yüzüne yaklaştırdı. O an hiçbir şey söylemedi. Sadece izledi. Kayıt altına aldığı her nefes, sanki içinde bir belge değil, bir günah gibi yer ediyordu.
Sonra silahını kaldırdı. Susturucunun siyah gövdesi kadraja girdi. Ahmet’in parmağı tetiğe gittiğinde hiçbir duygu yoktu yüzünde. Ne öfke, ne pişmanlık. Sadece bir boşluk.
Üç el ateş etti.
Sessizlik...
Kamera titremedi. Emin’in bedeni sarsıldı, sonra hareketsiz kaldı. Ahmet birkaç saniye boyunca sadece baktı; mermi seslerinin yankısı bile duyulmuyordu, sadece susturulmuş bir ölümün soğuk sessizliği.
Sonra kayıt tuşuna bastı. Kırmızı ışık söndü.
Ahmet, sandalyeye bağlı cansız bedeni çözdü, sürükleyerek yatağa götürdü. Her adımda yerdeki kan izleri genişledi, ayak izleri birbirine karıştı. Bedenin ağırlığı odaya bir yorgunluk gibi çöktü.
Emin’i yatağa bıraktı. Derin bir nefes aldı. Oda artık bir mezar kadar sessizdi.
Ahmet kamerayı eline aldı, bir süre yatağın başucunda dikildi. Kadraja baktı; sanki kendi içini görüyormuş gibi bir süre hiç kıpırdamadı.
Sonra sessizce mırıldandı:
— Her şey kayıtta…
Eşyalarını topladı
ve odadan çıktı. (Kasedi nereye koymuştu) Kapı kapanırken içeride sadece kan kokusu, karanlık ve sessizlik kaldı.
Koridorun lambası kapalıydı, duvarlardaki gölgeleri canlandırıyordu.
Ahmet’in ayak sesleri halının üzerinde boğuk yankılanıyordu.
Damarlarında uğuldayan ses, kalbinin sesi değildi artık — kendi içindeki o karanlık dürtüydü.
Çocukların odasına baktı. Kapı kapalıydı, kilitli.
Ama Ahmet, o kapının arkasında nefes alan küçük bedenlerin varlığını hissedebiliyordu.
Her nefes, koridorun havasını ağırlaştırıyor; bastığı her adım, vicdanının tabutuna bir çivi gibi çakılıyordu.
Maskesini cebinden çıkardı. Kumaşın soğukluğu parmak uçlarını ürpertti. Maskesini taktı.
Sırtındaki çanta ağırdı — öyle ağır ki, sadece içindeki eşyadan değil, suçun ağırlığından da eğilmişti omuzları.
Anahtarı eline aldı. Metalin sesi, ölüm sessizliğinde yankılandı.
Ahmet (fısıltıyla, kendi kendine):
“Sadece bakıcam... kameraya kaydedicem... silahımı doğrultucam.
Ama… bu kadarı.
Gerçekten, sadece bu kadar...”
Nefesi titredi. Gözleri karanlıkta parladı.
Yüzünde bir gülümseme belirdi — ama bu kez farklıydı.
Ne iğrenç, ne arsız...
Bu seferki gülümseme, nefretle karışık bir boşluktu.
Bir insanın kendinden tamamen koptuğu an gibi…
Ahmet anahtarı deliğe soktu.
Elinin titrediğini fark etti.
Kilit dönerken çıkan ses, mezar kapağının sürtünmesi gibi tırmalayıcıydı.
Ahmet (kısık bir sesle):
“Bir şey olmayacak...”
Tam o anda —
Alt kattan bir kapı kırıldı.
Metal bir menteşe bağırtısı, sonra bir “KRAK!”.
Ahmet irkildi.
Bütün bedeni gerildi.
Kalbi göğsünden çıkacak gibiydi.
Anahtarı hızla geri çekti, çantasına atıldı.
Silah oradaydı, ama dibe inmişti.
Ellerinin telaşla araladığı giysiler, kablolar, metal aletler birbirine karıştı.
Aşağıdan ayak sesleri yükseldi.
Ağır, kararlı, öfke dolu adımlar.
Ev artık nefes alıyor gibiydi — duvarlar titriyor, zemin inliyordu.
Bir ses yankılandı:
Koruma (aşağıdan, yüksek bir sesle):
“Emin bey! Çocuklar!”
Ahmet’in yüzü kireç gibi oldu.
Ses… tanıdıktı.
Kamera odasında bayılttığı koruma!
Adımlar yaklaşıyordu.
Merdivenlerden çıkarken korumanın nefesi duyuluyordu — hırıltılı, sert, kararlı.
Ahmet kapının eşiğine geçti, sırtını duvara dayadı.
Birkaç saniye sonra koruma, merdivenin tepesinde belirdi.
Elinde tabancası vardı, gözleri kanlıydı.
Göz göze geldiler.
Zaman dondu.
Sessizlik o kadar yoğundu ki, Ahmet kendi kalp atışlarını duymuyordu artık.
Ahmet (ellerini kaldırarak):
“Dur, dur! Tamam, kimseye bir şey olmadı! Ben hırsızım sadece… çantada birkaç şey var, hepsi bu!”
Koruma tabancayı doğrulttu.
Damarları şişmişti, gözleri deli gibi parlıyordu.
Koruma (bağırarak):
“Lan... orospu çocuğu! Ne yaptın lan çocuklara! Söyle! Emin beye ne yaptın, şerefsiz!”
Ahmet’in sesi titredi ama bakışları sabitti.
Ahmet:
“Dedim ya… hiçbir şey. Basit bir hırsızım ben.”
Koruma öne çıktı, silahın namlusu Ahmet’in alnına hizalandı.
Koruma:
“Yere yat lan! Şimdi! Yoksa beynini duvardan kazırım!”
Ahmet yere yatmadı ama elleri havadaydı.
O anda çocukların sesleri duyuldu.
Kapının ardında uyanmışlardı.
Küçük ayak sesleri, kapıya koşan ellerin sesi, sonra tiz bir çığlık:
Çocuklar (kapının ardından):
“Baba! Baba!”
Koruma bir an başını çevirdi, sesi boğuldu.
Koruma:
“Emin bey! Odadan çıkın!”
Bir gözü kapıdaydı, diğeri Ahmet’te.
Ahmet hâlâ kıpırdamıyordu.
Sanki nefesini bile kontrol ediyordu.
Koruma kapıya yöneldi, elini kapı koluna vurdu ama kilit açılmadı.
Kapı gürültüyle sallandı.
Çocuklar ağlamaya başladı.
Ahmet’in maskesi kafasındaydı hâlâ — parmaklarının arasında sıkılmış, buruşmuş bir bez parçası.
Koruma, gözünü bir an bile ondan ayırmadan bağırdı:
Koruma (tiz bir öfkeyle):
“Çıkar lan maskeni!”
Ahmet başını kaldırdı.
Bir süre sessiz kaldı.
Gözlerinde bir ölüm sakinliği belirdi — ne korku, ne öfke...
Sadece boşluk.
Ahmet (fısıltıyla):
“Maskeyi çıkarırsam… artık geri dönüş olmaz.”
Koridorun dar duvarlarında yankılanan bir ses vardı.
“Çıkarsana maskeni! Lan! Emin Bey, gelin artık!”
Koruma bağırdıkça, ses tavan arasına çarpıp geri dönüyor, yankı daracık duvarlarda boğuluyordu.
Ahmet’in nefesi ağır, boğuk, duman gibiydi.
Kalbinde bir ritim değil, bir uğultu vardı; içeriden bir şey kırılıyordu.
Çocukların ağlama sesi duvarları tırmalıyor, o ses damarlarında kan gibi dolaşıyordu.
Yumruğunu sıktı. Elinin içindeki sinirler taş kesilmiş gibiydi.
Bir an gözleri boşluğa daldı — eski bir gece, nemli bir sokak, tiner kokusu, ve yerde kıpırdamadan yatan bir çocuk.
O anın kiri hâlâ tırnaklarının arasındaydı.
Koruma kapıya yöneldi. Arkasını döndü Metal kol tıkırdadı, gergin bir sessizlik kapladı her şeyi.
“Yat lan yere! Maskeni çıkar lan!” diye bağırdı arkasını dönmeden.
Ahmet dişlerini sıktı.
“Buradan gideceğim. Beni görmedin. Sana bir şey yapmak istemiyorum.”
Koruma döndü. Silahın namlusu parladı; hava kesildi. Ahmete doğrulttu
Zaman bir anlığına durdu — sadece kalp sesi.
“Polisi aradım bile,” dedi koruma, “ya öl ya da yere yat.”
Ahmet bir adım attı. Sonra bir tane daha.
Koruma bağırdı: “O zaman gebereceksin!”
Ahmet fırladı.
İki beden birbirine çarptı — tahtanın gıcırtısı, metalin çınlaması, boğuk bir inilti.
Kapı devrildi, çocuklarının odasına düştüler. kapı yere çarpıp çatladı.
Hava bir anda tozla doldu.
Yere düşen silah
Bir köşeye kaydı, soğuk zeminde dönerek sustu.
Koruma ilk hamlede Ahmet’i devirdi, dizini göğsüne bastırdı.
Ahmet’in ciğerleri sıkıştı, boğazından metalik bir nefes çıktı.
Ama sonra — bir patlama gibi — sol eliyle korumanın bileğini kavradı, sağ yumruğu kaburgalara indi.
Bir ses duyuldu; kemik gibi ama tam kırılmamış.
Koruma sendeledi.
Ahmet kalktı, bir yumruk daha. Sonra bir tane daha.
Her darbe, duvardaki çocuk çığlıklarıyla aynı ritimdeydi.
Koruma maskeyi yakaladı, çekti. Bez gerildi, Ahmet’in yüzü açığa çıktı.
“Emin Bey! Lan Mehmet Yardım edin lan!” diye bağırdı koruma.
Ahmet’in gözleri kanlanmıştı, sesi çatladı:
“Emin de öldü, Mehmet de… hepsi öldü lan! Hepiniz öldünüz!”
Koruma bağırdı, bir kafa attı. Ahmet’in dudağı patladı, kan fışkırdı.
Ahmet geri sendeledi ama düşmedi; masanın ayağını yakalayıp bir vuruşta korumanın dizine geçirdi.
Tahta kırıldı, koruma dizini tutarak yere çöktü.
Ahmet hemen üstüne atladı, omzunu bastırıp suratına iki kez yumruk indirdi.
Koruma başını yana kaçırdı, kolunu kaldırdı; Ahmet’in elini bileğinden yakaladı, onu yana devirdi.
İkisi de nefes nefeseydi.
Ahmet’in alnından terle birlikte kan akıyordu.
Koruma toparlandı, Ahmet’in karnına bir tekme geçirdi.
Ahmet geri savruldu, sırtı duvara çarptı, duvarın sıvası çatladı.
Koruma saldırmak üzereyken Ahmet duvardaki lambayı kaptı, camı patlatarak kafasına geçirdi.
Camın sesiyle birlikte bir çığlık koptu.
Korumanın alnından kan indi, gözleri şaşkın bir öfkeyle kısıldı.
“Geberteceğim seni!” diye inledi.
Ahmet cevap vermedi.
Sadece ileri atıldı — omzuyla göğsüne çarptı, ikisi yere yığıldı.
Boğuşma devam etti.
Zemin kan, toz ve terle kaplanmıştı.
Ahmet’in yumruğu bir kez daha indi, sonra bir daha, bir daha.
Korumanın yüzü artık şekilsizdi, ama hâlâ hareket ediyordu.
O sırada bir metal sesi — yerdeki silah.
Koruma elini uzattı. Ahmet fark etti.
Hemen dizini adamın eline bastı, bir “çıt” sesi geldi; parmaklardan biri kırılmıştı.
Koruma inledi, ama Ahmet durmadı.
Bir dirsek, bir omuz darbesi, bir yumruk daha.
O an yalnızca nefeslerin sesi vardı — biri öfkeyle, diğeri korkuyla.
Sonunda koruma geri çekildi, sürünerek silaha uzandı.
Ahmet gözlerini kısarak elini yatağın altına attı; parmakları bir metal kenara değdi.
Eminin evdeki güvenlik silahını bulmuştu.
Koruma dönüp nişan aldı ama geç kalmıştı.
Tetiğe bastı.
Bir patlama.
Hava sarsıldı.
Koruma sendeledi, göğsünden vuruldu bir adım, sonra bir tane daha attı. Ahmet koruma bir mermi daha aldı ve Ahmet en sonunda kafasına son bir el sıktı
Gözleri boşluğa baktı, nefes almaya çalıştı — sonra sessizce yığıldı.
Ahmet sırtını duvara yasladı.
Nefesi buhar gibi çıkıyordu ağzından; elindeki tabanca titriyordu.
Odanın köşesinde iki çocuk vardı, hâlâ ağlıyordu.
Ahmet başını kaldırdı, onlara baktı.
Bir süre konuşmadı.
Sadece sessizliği dinledi.
Sonra kısık bir sesle, çatlamış bir boğazla konuştu:
“Tamam... tamam bitti artık…”
Çocuklar titredi, cevap vermediler.
Ahmet bir adım attı, sesi yumuşadı.
“Korkmayın. Size dokunmayacağım. Anladınız mı?”
Hiçbir ses yoktu.
Sadece hıçkırıklar.
Polislerin siren sesleri geliyordu
Ahmet diz çöktü, elini yere koydu; parmakları kan ve tozun arasında maskesine değdi.
Maskeyi aldı, yüzüne baktı.
Kumaşın üstü kanla lekelenmişti.
Maskeyi o hali ile taktı.
Sonra çantasını yerden aldı, omzuna astı.
Çocuklara son kez baktı.
Bakışında öfke yoktu, sadece tükenmişlik.
Kapıya yöneldi.
Koridoru geçti; her adımı yankılandı, ağır, ölü bir kalp gibi.
Koridorun Camının önünde durdu.
Soğuk hava içeri doldu, yüzünü dondurdu.
Dışarıda gökyüzü, sirenlerin renkleriyle parçalanmış gibiydi.
Siren sesleri artık çok yakındı — bir cadde ötede.
Ahmet başını kaldırdı, nefesini tuttu.
Bir elinde silah, diğerinde çanta.
Bir an kendi yansımasını camda gördü — yarı karanlık, yarı hiçlik.
Gülümsedi; acı, soluk bir gülümseme.
Polisler kapıyı kırmaya başlamıştı
Sonra sessizce çantayı dışarı attı.
Rüzgâr yüzüne vurdu.
Bir adım attı, bir nefes aldı — ve atladı.
Bileğini burktu
Karanlık onu yuttu.
Zeminle buluştuğunda bir ses duyuldu, uzak, yankılı.
Sirenler hâlâ çalıyordu. Polisler içeri girdi
Gökyüzünde sadece kırmızı ve mavi ışıklar kaldı —
Ahmet arka bahçede kazdığı cukura koştu polisler gelemişti arka bahçeye köpek havlıyor du Ahmet çukurdan Çantayi soktu sonra çukurdan geçti ve uzaktaki arabasına koşmaya başladı o an tek düşündüğü yaşamaktı
45 dakika sonra
Ahmet uzun süre koşmuştu. Mahallenin krokisini ezbere biliyordu, polislerin devriye attığı sokaklardan, kamera olmayan ara sokaklara kadar geçitlerden sıyrılarak ilerledi. Sabahın ilk ışıkları gökyüzünü solgun turuncuya boyuyordu; ama Ahmet’in aklı sadece nefesini tutmaya, kalbini sakinleştirmeye yetiyordu.
Ayakları ağrıyor, kasları titriyordu. Arabasının önüne geldiğinde, elleri titreyerek anahtarı aldı. Kapıyı açtı, çantayı arka koltuğa attı. Arabaya girdi ve koltuğa oturdu. Torpidoya uzandı, yatak altından aldığı silahı torpidoya koydu. Yüzü yara bere içindeydi; dudağı patlamış, göz çevresi morarmıştı. Vücudu yorgun, kasları boşalmıştı. İçinden mırıldandı:
Ahmet
“Keşke o piçe yatıştırıcı iğneyi verseydim… Çocuklar yüzümü gördü… Ama çok karanlıktı. Oda… karanlıktı.”
Arabanın motorunu çalıştıracak kadar enerjisi yoktu. Torpidoya uzandı, Derya’nın verdiği eski nesil Samsung telefonu çıkardı. Kişilere girdi, 1’e tıkladı ve beklemeye başladı. Telefon anında açıldı. Ve bir ses geldi:
Derya
“Alo ne oldu.”
Ahmet
“Yaptım... Çok kişi.”
Derya
“Harikasın da... bunun içinmi aradın.”
Ahmet
“Bana yardım etmen lazım, yoksa kaza yapacağım.”
Ahmet’in bedeni bitikti; nefes almak bile zordu, kavga edecek hali yoktu. Derya bir anda panikledi, sesi hafif titrek ama hâlâ alaycıydı:
Derya
“Ne… Ne oldu Ahmet? Kaza? Neden yapacaksın?”
Ahmet
“Bak, bu telefondan konum atmayı bilmiyorum ama gelmen lazım.”
Derya
“Konumu zaten görüyorum, telefonda GPS var, salak.”
Ahmet
“Lan, şimdi sırasımı gel lan, artık hadi!”
Sinirliydi; elleri direksiyona sertçe vurdu.
Derya
“Geleceğim de… senin araban ne olacak?”
Ahmet
“Sen şoförü al, buraya getirsin. Yakında bir yerlere in, yanıma gel hadi. Ben seni bırakırım sonra ya da otobüsle gidersin.”
Derya öfkelendi ama sesi hâlâ hafif gülerek, alaycı bir tonda kaldı:
Derya
“Aptal herif, benim otobüste ne işim var!”
Ahmet
“Tamam seni ben bırakırım ya da koruman alsın.”
Konuşacak hali kalmamıştı.
Derya
“Tamam da… neden nefes alamıyorsun?”
Ahmet
“Koştum… hiç koşmadığım kadar.”
Derya gülmesini zor tuttu, kıkır kıkır ama hafif bir rahatlama ile:
Derya
“Ahmet Bey’in özel hemşiresi olucam…”
Sonra hafifçe ekledi:
Derya
“Yaşasın!”
Ahmet sinirle bağırdı:
Ahmet
“Hadi lan! Ölücem, gebericem burda, hadi!”
Derya
“Of… Tamam! Sus artık.”
Ahmet iyice sinirlendi:
Ahmet
“Lan… Oğlum! Hadi lan, hadi!”
BİP.
Derya telefonu suratına kapattı.
Telefon kapandı. Ahmet camdan dışarı baktı. Güneş doğuyordu. Olay yerinden oldukça uzaktaydı. İçinde hafif bir rahatlama vardı, ama zihni hâlâ karmakarışıktı. Ve düşündü:
“Bu kadın… akıl sağlığımı elimden alıyor.”
Aradan bir saat geçmişti. Ahmet, arabasının içinde yaralı ve bitkin bir halde uyuya kalmıştı. Yüzündeki morluklar, patlamış dudağı ve titreyen elleri, her nefes alışında hafifçe sallanıyordu. Saat sabahın 6.30’uydu; gökyüzü solgun turuncu ve gri tonlarla karışıyor, şehir uyanmaya başlamıştı. Arabanın camlarından sızan ışık, Ahmet’in yorgun suratına vuruyor, yüzündeki gölgeleri daha keskin ve derin hale getiriyordu.
O sırada Lara gelmişti. Derya, yakın bir yerde inmiş, dikkat çekmemek için sade ve normal bir kıyafet seçmişti. Mavi düz kot pantolon, beyaz tişört, beyaz ayakkabılar, siyah şapka ve mavi kapşonuyla etrafına karışmaya çalışıyordu. Kapşonunun altından telefonu çıkarıp GPS’ten Ahmet’in tam konumunu kontrol etti. Gözleri hafifçe kısılmış, yüzünde ciddi ama alaycı bir ifade vardı. Fısıldar gibi kendi kendine konuştu:
Derya
“Nerede bu adam…”
Uzaktaki gri arabayı fark etti; Ahmet’in yaralı ve yorgun suratını camdan görünce istemsiz bir gülümseme yayıldı yüzüne. Kahkaha atmak geldi içinden ama kendini tuttu. Arabaya doğru yürüdü, camın önünde durdu ve hafifçe tıkladı:
TAK TAK
Ahmet bir anda irkilerek kafasını kaldırdı. Gözleri yorgun ama uyanıktı, Derya’yı görünce tüm bedeni hafifçe gerildi. Kapıyı açtı, arabadan çıktı ve zar zor ayağa kalktı; her adımında bacaklarındaki ağırlığı hissediyordu.
Derya hafif kıkırdar gibi, alaycı bir tonla konuştu:
Derya
“Hayırdır... Kim seni düzdü?”
Ahmet, yüzünde sakin ama keskin bir ifade ile Derya’ya yaklaştı. Derya’ya kulağını hafifçe yaklaştırdı, sesi alçak ve soğuktu:
Ahmet
“Kim biliyor musun… delik deşik edilmiş bir adam.”
Derya bir an irkilip gözlerini büyüttü, bakışlarını hızla kaçırdı. Ahmet’in gözleri onu takip ediyor, ciddi ve soğuk bir kararlılık yayıyordu. Hafifçe başını salladıktan sonra sordu:
Ahmet
“Neyse… Bu arada bu tarz ne iş… belli olmamak için mi?”
Derya başını onaylar gibi salladı:
Derya
“Aynen ondan.”
Ahmet arabaya doğru yöneldi, adımlarını yavaş ve kasvetli bir şekilde attı. Yorgun ama hâlâ otoritesini koruyordu.
Ahmet
“Neyse… arabayı sen sür, yolu biliyorsundur. Benim eve gideceğiz.”
Derya Ahmet’e anlamsız bir bakış attı, gözlerinde hem şaşkınlık hem hafif bir alay vardı. Ahmet, hafif bir tebessümle karşılık verdi:
Ahmet
“Araba sürmeyi bilmiyor musun sen?”
Derya dudaklarını büzerek hafifçe sinirlendi:
Derya
“Hayır aptal, çocuk. Biliyorum, sürmeyi biliyorum.”
Ahmet hafif alaycı bir tonda, yorgun ama hâlâ öfkesini bastırmış bir şekilde cevapladı:
Ahmet
“Eeee… Hadi sür o zaman.”
Derya hâlâ Ahmet’e bakıyordu, boş bir ifadeyle.
Ahmet
“Ben de seni modern kadınlardan sanmıştım, araba sürmeyi bile bilmiyorsun.”
Ahmet, ilk kez Derya’yı hafifçe aşağılamıştı. Derya sinirlendi, dudaklarını sıkıca büzdü ama sessiz kalmayı seçti:
Derya
“Morarmış birine göre fazla sesin çıkıyor. Bin hadi.”
Ahmet başını hafifçe salladı, yan koltuğa geçerek oturdu. Derya direksiyonun başına geçti, elleri direksiyona sıkıca sarılmış, gözleri yola odaklanmıştı. Arabanın motorunun hafif titremesi, sabahın sessizliğinde yankılanıyordu. Hafif egzoz kokusu ve asfaltın sıcaklığı, güneşin ilk ışıklarıyla birleşerek sabahın ağırlığını hissettiriyordu.
Ahmet, yaralı ve yorgun bedeniyle koltuğa yaslandı. Morarmış gözleriyle Derya’yı izledi; sessizliğin içinde sadece soluk alıp vermeleri duyuluyordu. İçinde hafif bir güven vardı ama hâlâ titrek bir gerilim hissediyordu; bedenindeki ağrılar, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte daha belirgin hale gelmişti.
Birkaç dakika boyunca tek ses olmamıştı; motorun hafif titreyişi, lastiklerin ıslak asfaltta çıkardığı ince hışırtı ve aracın içinde yaşayan yorgun nefesleri dışında. Derya direksiyonda dikkatle ilerliyordu; yüzünde o soğuk, alaycı sabit ifade. Ahmet ise camına yaslanmış, dışarıdaki boşluğa bakıyordu — geçip giden araçlar, erken sabahın yarı uykulu sokakları, insanların birbirine duyarsız adımları... Her biri, içindeki kaosu biraz daha örttü.
Derya sessizliği bozdu; sesi düşük ama kesin:
— Hiçbir iz bırakmadın, değil mi?
Ahmet başını yavaşça kaldırdı. Gözleri camdaki solgun şeridi takip edip tekrar Derya’ya döndü; sesi kısık, hem yorgun hem gerilimliydi:
— Yok... ama...
Derya araya girdi, kelimeleri cılız bir iğne gibi saplandı:
— Ama ne?
Ahmet’te bir çekingenlik, bir tereddüt vardı; hafifçe tırstı, sonra söylemek zorunda hissetti:
— Bi dur da söyleyim... çocuklar yüzümü gördü.
Derya’nın omuzları bir milisecik titreşti ama yüzünde paniğe düşmüş bir ifade belirmedi; daha çok sakınıyordu, kontrolü elden kaçırmamak için nefesini tuttu:
— Nasıl yüzünü gördüler? Sen maskeyi takmıyor musun lan, Allah aşkına?
Ahmet dudaklarını sıktı, sesi alçaldı:
— Tamam takıyodum ama...
Derya bu sefer daha sert, az da olsa sinirliydi:
— Ne ‘ama’sı lan! Durmadan ‘ama’ ‘ama’! Düzgün konuş!
Ahmet’in sabrı kaydı; bir an içinde karşılıklı kıvılcımlar çakıldı:
— Sus lan! Beni bu boklara sen yolluyosun, adam akıllı dinle işte!
Derya nefeslerini eşitledi, sesi şimdi daha keskin ama hâlâ kontrolün içindeydi:
— İyi, anlat hadi. Nasıl gördüler?
Ahmet gözlerini tekrar cama çevirdi, dışarıdaki ışık yüzünü beyazlatıp karartırken konuştu:
— Yüzüm karanlıktaydı. Ben bile çocukların yüzünü düzgün görmedim; hepsi gölgelerdi. Bir an, ışık... bir anlık... onlar açığa çıktı.
Derya sertçe söyledi:
— Ahmet, neden dikkatli olmuyorsun? Korumaları öldürsene ya da o yatıştırıcıyı vursana benden neden aldın sen o zaman o iğneleri ha—niye halletmiyorsun işi net bi şekilde?
Ahmet omuzlarını topladı; içindeki çatışma, utanç ve pişmanlık birlikte titriyordu:
— Birini öldürdüm… ama ikincisini bayılttım, öldürmek istemedim.
Derya bu kez daha keskin, alayla karışık bir kızgınlıktaydı:
— Lan Ahmet, sen salak mısın? Sonra gel de benimle kavga etme. Vur işte, ne fark eder senin için geleni geçeni doğruyorsun zaten. Sonra korumanın birinden böyle dayak yersin işte.
Ahmet başını cama dayadı, şuursuzca dışarı baktı; kelimeler boğazında düğümlendi:
— Halledicem ben… bi şekilde. Merak etme, sana bir şey olmayacak.
Derya bir an için suskun kaldı.
— Salak... Ben ondan...
Duraksadı.
— Neyse...
Ahmet
— Ney neyse, ne oldu?
Derya
— Bişey yok, sus...
Sonra yüzünde küçücük bir tebessüm belirdi; hafifçe kıkırdadı ama sesi yine emrediciydi:
— Tamam, ben hallederim. Bir dahaki sefer daha dikkatli ol. Ve — daha çok dayak yeme, tamam mı?
Ahmet mırıldandı:
— He, tamam...
Arabanın camından dışarıya bakarken siniri yerini başka bir tuhaf sakinliğe bıraktı. O küçük yüzler beyninde dönüp duruyordu: eğer tanırlarsa ne olurdu? Eğer birisi “o adam” derse ne yapardı? Bu düşüncelerle beraber, kaslarındaki ağrı, düzensiz nefesleri ve çılgınca kımıldayan vicdanı, günün ilk ışıklarıyla birlikte daha da belirginleşti.
Derya direksiyonu sıkı tuttu; dudaklarının kenarında sanki hem bir plan hem de bir uyarı vardı:
— İşini bil, Ahmet. Sessiz ol, iz bırakma. Ben toparlarım.
Ahmet cevabı vermedi. Sadece pencereye yapışan yüzünü, titreyen ellerini ve içindeki boşluğu izledi. Dışarıda şehir uyanıyor, insanlar yeni günün telaşına başlıyordu; fakat onun aklında, o iki çocuğun gözleri, hâlâ sabit bir yankı gibi duruyordu.
Birkaç saat sonra Derya arabayı Ahmet’in apartmanının önüne yavaşça yanaştırdı. Direksiyonu hafifçe sola kırdı, aracı durdurdu. Bir an kontağı kapatmadan önce, sadece motorun hırıltısı kaldı. Sonra anahtarı çevirdi, motor sustu. Sessizlik.
Ahmet başını koltuğun arkasından kaldırdı. Camda kendi siluetini gördü; morarmış yanağı, dudağındaki yarık ve alnına yapışan terli saç telleriyle… Kendinden bile nefret edecek kadar tanıdık görünüyordu.
Derya anahtarı çıkardı, uzattı.
— Al.
Ahmet anahtarı sessizce aldı, parmaklarının arasındaki soğuğu hissetti. Arabadan indiler. Ahmet arka koltuktan çantayı aldı. Sabahın keskin havası Ahmet’in yüzüne çarptı, yaralarını sızlattı. Gözlerini kısmak zorunda kaldı.
Derya kollarını göğsünde kavuşturdu, başını hafif yana eğdi.
— Bu halinle karakola nasıl gideceksin bugün?
Ahmet bir an düşündü, sonra sakin ama kararsız bir sesle yanıtladı:
— Yıllık izin kullanırım… Sadece üç gün. Yüzüm biraz toparlansın, işe geri dönerim. Hızlıca işler var.
Derya kaşlarını çattı, dudaklarının kenarıyla hafifçe güldü.
— Sarpa “hastayım” diyemez misin?
Ahmet başını iki yana salladı.
— O şerefsiz bana izin vermez. Hem doktora gidip rapor almak gerekir.
Göz ucuyla Derya’ya baktı, ciddileşti.
— Yüzümdeki yaralar beni ele verir. Her ihtimal önemli artık.
Derya derin bir nefes aldı, sonra başını yukarı kaldırıp gri gökyüzüne baktı.
— Bugün hava iyi değil mi?
Ahmet şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı.
— Ne alaka şimdi?
Derya kısa bir gülümsemeyle omuz silkti.
— Bilmiyorum. Sadece… sessiz.
Ahmet artık konuşmak istemiyordu. Yorgun, bitkindi. Sadece evine girmek, kapanmak istiyordu.
— Neyse… sağ ol bana yardım ettiğin için. Eve gitmen için taksi çağırmamı ister misin?
Derya eliyle geçiştirdi.
— Ben hallederim.
Kısa bir sessizlik daha oldu. Derya başını eğip saçını kulağının arkasına aldı.
— Neyse, benim başka işlerim de var bugün. Şoförümü çağırıp oralara gitmem lazım.
Ahmet, dudaklarının kenarında alayla karışık bir tebessüm belirdi.
— Kime şantaj yapacaksın bu sefer?
Derya gözlerini kıstı, kısa ama keskin bir bakış attı.
— Kapa çeneni…
Bir adım geri attı, sonra alayla mırıldandı.
— Neyse, güle güle Ahmet.
Yürümeye başladı. Adımları ince ayakları asfalta vuruşuyla yankılandı.
Ahmet bağırdı:
— Nereye?
Derya arkasına bakmadan, başını hafifçe yana çevirip söyledi:
— Evinin önünde çağıramam şoförümü herhalde.
Ahmet cevap vermedi. Sadece izledi. Ve içinden şöyle dedi:
— bu arada... Hava bugün iyi.
Derya sokağın köşesinden döndü, gri sisin içinde kayboldu. Ne bir elveda, ne bir bakış. Sanki var olmamış gibi yok olmuştu.
Ahmet bir süre orada kaldı; elinde araba anahtarı, yüzünde yaralarının donuk sızısı. Derya’nın gidişini değil, yokluğunu izliyordu artık.
İçinden geçirdi:
Bir anda kayboluyor, bir anda ortaya çıkıyor… Hayatıma giriyor, hiçbir izin almadan. Bu yüzden ondan nefret edeceğim.
Sonra başını kaldırdı. Apartmanın kapısı paslıydı, girişteki ışık titriyordu. Kapıyı açarken yorgun bir nefes verdi.
O sabah, şehir yeni bir güne başlıyordu — ama Ahmet için o gün, dünden sarkan bir kabusun devamıydı.
Dairesine girdiğinde kapıyı sessizce kapattı. Dışarıda bir araba geçti, uzaklaştı.
Ve sokakta, Derya’dan geriye sadece ayak seslerinin yankısı kaldı.
Sabahın donuk ışığı perde aralarından içeri süzülüyordu. Odaya gri bir loşluk hâkimdi — ne sabah ne gece, sadece yorgun bir ara.
Ahmet ağır adımlarla yatak odasına geçti. Üzerinde kurumuş kan lekeleri, çamur ve ter kokusu vardı. Gömleğini çıkarırken kolu titredi, kaburgasının olduğu yere bastı; yüzünü buruşturdu, nefesini tuttu. Gözleri aynaya kaydı — şişmiş, morarmış bir yüz… dudak kenarında kurumuş bir çizgi gibi yara izi.
Bir an baktı kendine. “Yorgun değilim,” diye fısıldadı, “bitmişim.”
Dolabın yanına gitti. Kapıyı sessizce açtı, içinden küçük bir çanta çıkardı.
Tozlu, siyah bir deri çanta. Fermuarı açtı; içinde tabancanın metal parıltısı, birkaç evrak, ve küçük bir siyah defter vardı.
Bir an o deftere baktı — sonra hiçbir şey söylemeden dolabın arkasındaki gizli bölmeyi araladı, çantayı oraya koydu. Bölmeyi kapatırken çıkan “klik” sesi evin içinde yankılandı.
Sanki o sesle birlikte içindeki bir şey de kapanmış gibiydi.
Salona geçti.
Koltukta oturdu, dirseklerini dizlerine dayadı. Telefonu elinde çevirdi birkaç kez — ekran yansımasında kendi yorgun yüzünü görünce nefesini saldı.
Duvar saatine baktı: işe gitmesine sadece birkaç dakika kalmıştı.
Ama bu sabah, hiçbir yere gitmek istemiyordu.
Titreyen parmaklarla rehbere girdi, “Sarp” yazan isme dokundu.
Telefon birkaç kez çaldı.
Sonra tık.
Bir ses. Sert, sabırsız, buyurgan.
Sarp (sert bir tonda):
— Alo.
Ahmet’in sesi kısık, çekingen ama içinde bastırılmış bir öfke vardı.
Ahmet:
— Şey... Komiserim... yani, başkomiserim.
Sarp’ın sesinde yorgun bir tıslama duyuldu.
Sarp:
— He... Ne oldu?
Ahmet:
— Benim izin kullanmam lazım... yıllık izin.
Kısa bir sessizlik.
Sanki Sarp telefonda sigarasını yakmış gibi bir nefes sesi geldi.
Sarp (soğuk):
— Niye lan?
Ahmet:
— Efendim... manevi problemler... üç günlük bir işim var.
Sarp:
— Niyeymiş o manevi şeyler?
Ahmet’in çenesi kasıldı.
Bir an sessiz kaldı, dudaklarını ısırdı.
Ahmet (zorlanarak):
— Efendim... özel işte.
Sarp güldü. O kahkaha değil, küçümseme gibi bir şeydi.
Sarp:
— İyi tamam ama izindeyken dosyalara bakmaya devam et. Selim tek başına yapamaz o kadar şeyi.
Ahmet’in boğazında bir düğüm.
Ahmet:
— Sağ olun başkomiserim... bakarım davalara.
Sarp (umursamazca):
— İyi. Hadi kapat.
Ahmet:
— Güle gü-
Tık.
Telefon kapanmıştı.
Ahmet bir süre sessiz kaldı.
Ekrana baktı; arama sonlandı yazısı titrek ışıkla yanıp sönüyordu.
Nefes aldı, sonra telefonu yavaşça koltuğun yanına bıraktı.
Başını iki elinin arasına aldı.
Ahmet (dişlerinin arasından):
— Orospu çocuğu...
Gözleri kısıldı.
Ahmet (tekrar, öfke kabarırken):
— Ne salak bir adamsın lan sen...
Sesinde sadece öfke değil, başka bir şey vardı — yorgun bir tiksinti.
Kendinden, işinden, hatta o telefondan bile.
Kalktı, salondaki camdan dışarı baktı. Sokak sessizdi. Kuş bile ötmezdi.
Şehir uyanıyor ama Ahmet uyanamıyordu.
Bir süre sonra omzundaki ağrıyı hissetti. Elini bastı, hafifçe doğruldu.
Kendi kendine mırıldandı:
“Üç gün... sadece üç gün sessizlik.”
Ve sonra telefonun ekranı tekrar yandı — “Selim” arıyordu.
Ahmet’in gözleri hafifçe kısıldı.
Sanki o üç günü bile vermeyeceklerdi ona.
Saat dokuzu biraz geçmişti. Emin’in evinin önü gazetecilerle doluydu; kameralar, mikrofonlar ve ışıklar bir karmaşa oluşturuyor, havada keskin bir elektrik gibi bir gerginlik vardı. Polis şeritleri etrafı çevirmiş, sivillerin yaklaşmasını engelliyordu. Olay yeri inceleme ekibi, adli tıp memurları ve çevik kuvvet polisleri dikkatle etrafa bakıyor, her köşeyi kayda geçiriyordu.
Sarp, siyah arabasıyla bahçenin kenarına yanaştı. Kapıyı kapattığında, gazeteciler anında üzerlerine üşüştü. Kameralar flaşlarla patlıyor, mikrofonlar ileri uzatılıyordu.
Gazeteciler uğultu ile:
— Efendim, ne düşünüyorsunuz? Yönetmen lakaplı katilin yeni cinayeti hakkında ne söyleyebilirsiniz?
Sarp gözlerini kısarak başını salladı; yüzündeki sert ifade daha da keskinleşti:
— Daha yeni geldim… Nereden bileyim!
Polisler hızla gazetecileri geri çekti, şeritleri genişletti, uzaklaştırdı. Sarp, adımlarını sessizce bahçeye doğru attı. Çimlerin üzerinde hafif nem vardı; ayak sesleri uğultunun içindeki sessizlik gibi yankılandı.
Bahçenin köşesindeki çalılıkların arasında, korumanın cesedi yatıyordu. Morarmış, kan lekeleriyle kaplı, çalılıkların arasına atılmıştı. Yüzünde bir donukluk, gözleri yarı açık, boğuk bir boşluğa bakıyordu. Sarp ağır adımlarla yaklaşırken, olay yeri inceleme ekibi cesedin çevresinde ölçümler yapıyor, fotoğraflar çekiyor, delilleri işaretliyordu.
Sarp eğildi, kısa bir süre sessizce cesede baktı. Parmaklarını sıkıp dişlerini gıcırdattı; soğuk havada nefesi beyazlaşmıştı. Bahçe sessizdi, sadece uzak bir köşeden gelen kuş sesleri ve polislerin not alış sesleri duyuluyordu.
Sonra Sarp, ağır adımlarını sessizce evin kapısına doğru çevirdi. İçeri girdiğinde, soğuk taş zemin ve dar koridorun karanlığı onu karşıladı. Polisler ve olay yeri inceleme ekibi sessizce görevlerini yapıyor, her köşeyi tarıyordu. İçerideki hava ağır, nemli ve metalik bir koku ile doluydu; gerilim neredeyse elle tutulur bir biçimde hissediliyordu.
Sarp koridor boyunca yavaş, kontrollü adımlarla ilerledi. Ayakkabılıkların üzerinde birikmiş toz ve küçük izler, evin sessizliğinde uğultulu bir yankı gibi yükseliyordu. Gözleri sağa sola kayarken, açık bir pencere dikkatini çekti; camda kalan parmak izleri, olay yeri ekibi tarafından titizlikle inceleniyordu. Her bir iz, sanki evin sessizliğini zorla bozan bir fısıltı gibiydi.
Salona ulaştığında, merdivenin altında kırılmış bir kapı ve kurumuş kan lekeleri gözüne çarptı. Buğlem, kanların üzerinde eğilmiş, kırık kapının üzerindeki parmak izlerini inceliyordu. Olay yeri ekibi sessiz, metodik bir şekilde çalışıyordu; Sarp kısa bir an durdu, derin bir nefes aldı. Alt kattaki dehşet, zihninde bulanık bir kabus gibi dönüyordu.
Merdiveni çıkarken, karanlık koridorun köşesiyle göz göze geldi. Duvarlar çatlamış, çocuk odasının kapısı çarpılmıştı. Sarp bir an durakladı, sessizliği dinledi, kalp atışlarının kendi içinde yükseldiğini hissetti. Koridorun yanındaki kırık kapılı çocuk odasına yöneldi. İçeriden yayılan metalik, keskin kan kokusu burnuna doldu; vücudu istemsizce gerildi.
İlk bakışta, her şey kanla kaplıydı. Yerde yüz üstü yatmış, silahla vurulmuş bir koruma vardı. Kanlar odanın her köşesine yayılmış, adeta kıpkırmızı bir tabaka oluşturmuştu. Adli tıp ekibi, kanın ve silahın analizini yapıyor, ateş açısının ve mesafenin kritik noktalarını hesaplıyordu. Sarp, koridorda kalarak gözlerini dehşet dolu sahneden ayırmadı. Açık pencereden süzülen sabah ışığı, kan lekelerini daha belirgin, daha çarpıcı bir şekilde gösteriyordu.
Koridordaki başka bir pencerede adli tıp tarafından inceleniyordu.
Koridorun sonunda başka bir odanın kapısına yöneldiğinde, adli tıp ekibinden bir ses duydu:
— Amirim, maskeyi ve eldivenleri takın. Ayakkabılarınıza da galoş geçirin. İçerisi çok vahşi, üstünüze bulaşmasın.
Sarp dudak büktü, öfkeyle sordu:
— Niye lan?
— Amirim, içerisi çok vahşi. Bunları takmanız lazım. Üstünüze bulaşmasın.
Sarp kısa bir süre durdu, gözleri kapının kanlı ve korkunç manzarasıyla buluştu. Ardından sessizce maskeyi, eldivenleri ve galoşları aldı. Her hareketi ağır, ölçülü ve düşünceliydi; çünkü içeri girdiğinde sadece kan ve ölü bedenler değil, aynı zamanda kendi vicdanıyla da yüzleşecekti.
Adım adım odaya girdi. İçerisi, bütün vahşetiyle karşısındaydı
12. Bölüm sonu


İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı