Bölüm: 10 - Dur

Ahmet’in evi, bir kabusun donuk aynasında yansıyan boşluğa dönüşmüştü. Yatak odasında yorganlar çiğnenmiş, halılar buruşmuş ve kaymış; mutfak dolabındaki atıştırmalıklar yere saçılmıştı. Her nesne, sanki evin içine sinsice sızmış bir varlığın onu didiklediğini haykırıyordu. Salonun ortasında, sehpanın üzerinde titizlikle dizilmiş silahlar, susturucular, eldivenler ve temizlik ekipmanları, bir ritüelin parçaları gibi parlıyordu. Bıçakların keskin kenarları ışığı bölerken, odadaki sessizlik ağır, nefes kesici bir tehdit taşıyordu.

Koltukta oturan kadın… Derya, Ahmet’in bütün dikkatini tek bir noktaya hapsetmişti: ona. Saçlarından hâlâ yükselen ince buharlar, duş sonrası nemin cilde yaydığı parıltı, Ahmet’in gözüne ölümcül bir tuzak gibi görünüyordu. Üzerinde onun bornozu vardı; ipi gevşek bağlanmış, vücudunun hatları hem bir davet hem de bir uyarı gibi gözüküyordu. Bacaklarını hafifçe kavuşturmuş, koltuğun kenarına yaslanmıştı; duruşu, sakin ama keskin bir tehdit yayıyordu, sanki her an atılacak bir adımı önceden biliyormuş gibi.

Ahmet nefesini tutmuş, gözlerini kadından ayıramıyordu. Kalbi göğsünü parçalıyor, elleri titriyordu. Her nefesi, kadının gözlerine değiyor, onun varlığının Ahmet’in zihninde yarattığı korku ve sapkın çekim dalgalarıyla çarpışıyordu. Derya’nın bakışları, odanın her köşesine sızıyor; Ahmet’in içindeki karanlık ve bastırılmış dürtüleri tıpkı bir bıçak gibi kesiyordu. Zamanın akışı bile, sanki kadının ritmine uymuş, her saniye daha ağır, daha tehditkâr hale gelmişti.

Derya dudaklarını hafifçe kıvrıp gülümsedi; bu gülümseme hem bir ölüm emri hem de bir davet gibi titriyordu. Gözleri Ahmet’in korkusunu didikleyip açıyor, en mahrem sırlarını açığa çıkarıyordu. O bakışlarda hem ölüm vardı, hem bir çekim, hem de Ahmet’in kendi içindeki karanlık arzuların yankısı…

Ve sonra, sesi… Evde yankılanan her kelimeyi keskin bir bıçak gibi keserek:
“Ben de seni bekliyordum… Komiserim.”

Ahmet’in boğazı düğümlendi; kelimeler diline yapıştı. Gözleri kadının üzerinde sabitlendi, ama aklı kaotik bir girdapta dönüyordu. Evin güvenliği yok olmuştu; her eşya, her gölge, her nefes Derya’nın varlığıyla Ahmet’in içine işliyordu. O an anladı ki, ev sadece bir yapı değil, Derya’nın hâkimiyet alanı olmuş, Ahmet’in karanlık dünyasının en savunmasız köşelerine kadar nüfuz etmişti.

Ahmet’in içindeki korku ve nefret birbirine karışmış, kontrol edilemez bir hal almıştı. Her bakış, her nefes, odadaki havayı keskin bir bıçak gibi parçalıyor, iki ruh arasında sessiz ama ölümcül bir psikolojik savaş yaratıyordu.

Derya, odadaki sessizliği parçalayan bir sessizlikle Ahmet’in gözlerine dik dik baktı. Sinirliydi, ama her hareketi ölümcül bir cazibe yayıyordu; dudaklarının kıvrımı, her erkeğin kendinden feda edebileceği türden bir gülümsemeyle birleşmişti. Kusursuz, tüyleri diken diken eden bir ifade… Sanki odadaki hava onun varlığıyla nefes alıyordu.

“Eee… Anlatacakların yok mu, komiserim?”
Sesi soğuk, ama aldatıcı derecede yumuşaktı; sanki bir ok gibi Ahmet’in kalbine saplanıyordu.

Ahmet’in gözleri korku ve şaşkınlıkla doldu. Boğazı kurumuş, dizleri titriyordu; avuçları istemsizce sıkışıyor, kelimeler dudaklarının arasında düğümleniyordu. Nihayet titrek bir sesle çıkabildi:
“N-neyi…”

Derya’nın bakışı bir çakmak kıvılcımı gibi zihnine çarptı; ciddi, keskin ve tehditkârdı. Sesi, odadaki sessizliği paramparça ederek Ahmet’in ruhuna işliyordu:

“Ahmet Duman…”

Derya bir an durdu, gözleri sehpadaki soğuk metal ekipmanların yüzeyinde gezindi; parlak, keskin, tehditkar bir düzen içinde dizilmişlerdi. Bu bakış, odadaki havayı ağırlaştırıyor, Ahmet’in içine gömülü korku ve bastırılmış öfkesini kaşındırıyordu.

“…32 yaşındasın. Annen öldü, baban öldü, üvey baban da… geriye kalan bir tek isim bile yok; akraban, dayanacağın kan… yok.”

Her kelime Ahmet’in beyninde bir çekiç gibi çarpıyor, damarlarında buz gibi bir ürperti bırakıyordu. Derya’nın soğuk ve sınıfsal tavrı, neredeyse öğütücü bir disiplinle geliyordu; sözleri Ahmet’i deliliğe sürükleyecek kadar keskin ve acımasızdı.

“Beş yıldır cinayet masasında komiser olarak çalışıyorsun. Vergini ödüyor, devletine hizmet ediyorsun; dışarıdan bakana düzgün, düzenli bir adam gibisin.”

Derya kısa bir gülümseme kondurdu dudaklarına; sert, anlamsız ama derin. Bir sessizlik çöktü, odadaki hava yoğun, solunması zor bir karanlıkla doldu.

“Kimseye bulaşmıyorsun. Yalnızlığını kimseye göstermezsin. Ama yalnız büyüdün, değil mi?”

Sesi buz gibi ama içinde zaferin tatlı tadını barındırıyordu. Ahmet bu soruya cevap bile veremiyor, sadece felç olmuş gibi bakıyordu. Gözlerinde hem öfke hem korku, Derya’nın kelimeleriyle birlikte giderek kıvranıyordu.

“Babanın gölgesi… hep oradaydı. Hatta — çocukken — televizyona çıktığını gördüm; küçük bir çocuk, ışıklar altında… Sorularla bombardımana tutuluyordun. Annen ise… sadece babanı kötülemekle meşguldü.”

Derya duraksadı, sesi yavaşladı. Ahmet o televizyon gününü, çaresizce babasını savunmaya çalıştığı anı hatırladı; göğsüne oturan bir acı ve suçlulukla nefesi kesildi.

“Sen… umutsuzca babanı savunuyordun… Seni tanımak isterdim, derdim; ama şimdi…”

Dudaklarını ısırdı, kelimeler ağırlaştı, neredeyse boğuk bir tonda yankılandı odada.

“…böyle biri olacağını asla düşünmezdim. Ve şimdi… ilk kez… karşı karşıyayız. İlk kez.”

Her kelime Ahmet’in beyninde çivi gibi saplanıyor, göğsüne baskı yapıyordu. Kalbi neredeyse duracak gibi çarpıyor, elleri titriyordu. Derya’nın bakışı, o ölümcül gülümseme ile birleşerek Ahmet’i hem korkutuyor hem de istemsizce hipnotize ediyordu.

Zihni bulanıktı; geçmişin gölgeleri ile şimdinin gerçekliği birbirine karışıyor, odadaki her nefes, her sessizlik onun beyninde yankılanıyordu. Derya, sanki Ahmet’in en karanlık köşelerine inmiş, orada saklı kalan sapkınlıkları ve bastırılmış korkuları tek tek ortaya çıkarıyordu.

Her kelimesi bir tuzak, her bakışı bir testti. Ahmet farkında olmadan oyunun içine çekiliyor, Derya’nın sessiz, ama acımasız kontrolü altında yavaşça teslim oluyordu. O an anladı ki; ev artık güvenli bir sığınak değildi. Derya, onun zihnini ve ruhunu ele geçirmişti; her düşüncesini çıplak, her korkusunu savunmasız bırakıyordu.

Ahmet’in içindeki çaresizlik, adeta bir barut fıçısı gibi patlamaya hazırdı. Karanlık düşünceler, yıllardır bastırdığı öfke, korku ve acı birbirine karışmıştı; babasından bahsedilmesi, zihnindeki bütün sinir uçlarını ateşe vermişti. Dudakları titredi, nefesi hızlandı, ama gözlerindeki soğuk boşluk bir anda alev aldı.

“o adamın oğlu olmam… seni neden bu kadar ilgilendiriyor?!”
Ahmet’in sesi, odanın sessizliğini paramparça etti. Sadece bir öfke patlaması değildi bu; yıllardır bastırdığı korku, yalnızlık ve kırılma hislerinin birikimi bir anda yüzeye fırlamıştı. Gözleri delirmiş bir yırtıcı gibi büyümüş, damarları boynunda belirginleşmiş, elleri sıkılmış yumruklar hâlindeydi. Her nefesi göğsünü delercesine geliyordu, kalbi çarpıyor, odadaki hava ağır bir gerilime dönüşüyordu.

Derya bir an irkildi; ama yüzündeki gülümseme, keskin ve ölümcül bir avcı kadar kararlıydı. Sanki Ahmet’in öfkesinin bütün enerjisi, onun için hazırlanmış bir yemdi. Gözleri bir çakmak kıvılcımı gibi Ahmet’in zihnine saplandı; her düşüncesini, her karanlık dürtüsünü didik didik ediyordu.

“Canavarın oğlusun… ve yaptığın her şey, baban gibi…” Derya’nın sesi buz gibi, her kelime dikkatlice seçilmişti, tüyleri diken diken eden bir netlikteydi. “İnsanları parçalıyorsun, onları öldürürken bir sapkın zevk alıyorsun… Babanda aynıydı, derilerinden çantalar, kemiklerinden kuklalar… İkiniz de aynı karanlıkla bağlısınız. Sen sadece silah kullanıyorsun… kamera ile kaydediyorsun kurbanlarını… ama yaptığın, onun yaptığından farkı yok. Sen de bir canavarsın, Ahmet Duman aynı gece bekçisi gibi.”

Her kelime, bir bıçak gibi Ahmet’in beynine saplandı. Zihninde yankılandı, geçmişin gölgeleriyle karıştı; bastırdığı korkular, sapkın dürtüler ve öfke bir anda birbirine girdi. Ellerinin titremesi, nefesinin düzensizliği, gözlerindeki karmaşa—hem öfke hem de korku—kontrolsüz bir patlamaya dönüşüyordu.

O an odadaki sessizlik, görünmez bir ip gibi gerilmişti; Ahmet’in içindeki karanlık enerji ile Derya’nın soğukkanlı, ölümcül cazibesi birbirine çarpıyor, havayı neredeyse fiziksel bir ağırlık hâline getiriyordu. Derya, sessizce Ahmet’in çığlığını bekliyor, her hareketiyle onun karanlığını besleyen bir gölge gibi duruyordu. Her bakışı, her nefesi, Ahmet’in zihninde hem korku hem de tuhaf bir sapkın hayranlık yaratıyordu.

Ahmet’in içindeki şey, bir anda zincirlerini kopardı. Gözleri alev aldı; kısılmış yumruğu, avuçlarının içindeki damarlar belirginleşti, yüzü bir anda yabancılaştı — insanı korkutan, tanımaz bir maske takmış gibiydi.

Ahmet’in sesi, odanın boğucu sessizliğinde patladı; kelimeler bir çığ gibi duvarlara çarptı, geri dönüp kendi içinde yankılandı.

— “Benim babam… sizin çizdiğiniz o resme sığmazdı. Ne biliyorsunuz ki? Siz… çocukların hayatlarını mahvedip, insanların yüzüne hükmetmeyi bildiniz. Kendinizi yargıç sanıyorsunuz. Hepinizi… hepinizi aynı karanlığa gömeceğim. Sevil’de ne gördüyseniz, Burak’ta ne olduysa, Hikmet’te… hepinize onu tattıracağım. Sizin lüksünüzün, sizin alayınızın bedelini ödeyeceksiniz…”

Sesi çatladı, titrek ama keskin bir karanlıkla doluydu. Her kelime, yıllardır bastırdığı acının ve suçluluk duygusunun, öfkenin karıştığı bir çığlıktı. İçinde biriken keder, kayıp ve çaresizlik dalgaları bedeninden yükseliyor, zihnini kaplıyordu. Sevil’in boğuk çığlıkları, Burak’ın parçalanmış bedeni, Hikmet’in gözlerindeki korku—her biri zihninde, silinmez bir yara gibi, yeniden ve yeniden canlanıyordu.

Ahmet’in yumrukları sıkıldı; tırnakları avuçlarına battı, dişlerini kenetledi. Öfke ve acı birbiriyle çarpışıyordu; sesi, odadaki boşluğu kesiyor, gölgeleri titretiyordu. Her nefesi, geçmişin hayaletlerini odada yeniden var ediyordu: kaybedilenler, parçalanan hayatlar, kendi içinde büyüyen canavar.

Ahmet’in sesi odanın sessizliğini deldi, her kelimesi öfkeyle çarpıyor, geçmişin acı izlerini çığlık gibi patlatıyordu:

— “Babam… gittiğinde, ben de kayboldum. Çocukluğum o anda öldü! Sapık üvey babam… annem… uzaklaştı benden. O sikik programdan sonra herkes beni izledi, tüm Türkiye… Herkes… ama herkes… beni gördü, tanıdı, yargıladı!”

Sesi titredi; gözleri doldu ama ağlamıyordu, sadece içten içe kaynayan bir boşluk vardı. Hafızasında tekrar tekrar dönen sahneler bir zincir gibi beynini sardı: geceleri yalnız, sokak lambalarının soğuk ışığında yürürken, karanlık sokaklardan yükselen tehdit dolu kahkahalar; küçük ellerine inen tokatlar, hocaların keskin bakışlarıyla birleşen acı; mahalledeki kabadayıların yüzlerindeki alaycı gülüşler; kapının ardından gizlice bakarken annesinin uzaklaşması, umutsuzca pencereye yaslanmış, çaresizce babasını bekleyişi…

Babasının hücresinde kendi kanında yitip giden ruhunu hatırladı; sessiz çığlıkları, demir parmaklıkların ardında yankılanan yalnızlığı. Her bir detay, Ahmet’in içine saplanmış bir bıçak gibi; nefesini kesiyor, damarlarında buz gibi dolaşıyordu. Küçük yaşta yaşadığı tüm korku, yalnızlık ve çaresizlik, şimdi öfkeye ve sapkın bir kararlılığa dönüşmüştü.

— “Uykusuz geçirdiğim her gece… yalnızlık… o bakışlar… her tokat… her hakaret… babamın çaresizliği… annemin uzaklığı… ben… sadece izledim, sadece sustum… Ama artık buna dayanamıyorum. Komiser olsam bile, kimsenin umurunda değilim artık!”

Ahmet’in yumrukları sıkıldı, tırnakları avuçlarına battı. Gözleri kızarmış, damarları boynunda kabarmıştı; yüzü, acı, öfke ve yılların bastırılmış yalnızlığıyla çarpılmış korkunç bir ifadeye bürünmüştü. Her kelime, nefes alışlarıyla odada patlıyor, sessizliği parçalayarak havayı ağırlaştırıyordu.

— “Her biriniz… aynı uykusuzluğu, aynı korkuyu, aynı çaresizliği tadacaksınız. Aynı yalnızlık… O anların boşluğu, o güç… hepinize dokunacak. Kimse… kimse kurtulamayacak!”

Ahmet’in sesi artık sadece bir tehdit değildi; karanlık bir fırtına, geçmişin acısı ve sapkın bir güç, bütün varlığından fışkırıyordu. Gözleri Derya’ya kilitlenmişti; öfke ve karanlık, içinde birleşmiş, geçmişin tüm gölgeleriyle birlikte bir fırtına hâline gelmişti. O an fark etti: artık bir çocuk değildi, geçmişinin bütün karanlığıyla yüzleşen bir fırtına olmuştu

Ahmet’in gözleri kızardı; karanlık bir alev gibi yanıyor, geçmişin gölgeleriyle birleşiyordu. Dudaklarından çıkan her kelime, bir yıkımın habercisi; bir intikam ve sapkın bir tatminin birleşimiydi. Sessizliği bozan bu çığlık, hem kendi içindeki acıyı hem de karşısındakilerin üzerinde bir korku ve dehşet yaratıyordu.

O anda, Ahmet sadece öfkeyle değil, geçmişin acısıyla delirmiş, içindeki karanlıkla tamamen bütünleşmişti. Duyguları, korkusu ve sapkın arzusu bir araya gelmiş; odadaki her gölge, her sessizlik noktası, onun zihninde birer düşman ve hedef haline gelmişti.

Derya onu izledi — Ahmet’in parçalanan iç dünyasını, kestiği sınırları. Gülüşü soğuk, memnuniyeti ise tehlikeli bir doyum içeriyordu. Ahmet’in sözleriyle beslenen bir merak ve bir tatmin vardı gözlerinde; sanki o patlama, beklediği bir davetin kokteyliymiş gibi.

Ahmet’in nefesi düzensizleşti, ama bir parça ürkütücü bir sakinlik de yüzünde belirdi. Ne yaptığını bilmenin verdiği dozun ardından gelen sersemleme gibi bir şeydi bu — hem itiraf hem karar. Oda, iki insan arasındaki o ince, kırılgan çizgide titriyordu: biri öfkeli, tamamen çözülmüş; diğeri soğukkanlı, çözülmeyi izleyen, tetikleyeni ölçen.

Sözcükleri boğazından fırlayan taşlar gibi düşmüştü; cümleleri parçalandı, ama sözlerin ardındaki sapkın mutluluk ve keskin nefret her hecede kanadı. Sesinin yankısı, odanın duvarlarını titretti; yerdeki iki fincan, masanın kenarı, sanki o anın şiddetiyle titredi.

Derya bir an irkildi; sonra, bir avcı gibi usulca gülümsedi — gülüşü genişledi, yüzünde hiç sönmeyecek bir memnuniyet belirdi. Koltuğun kenarında oturuşu değişmedi: sakin, soğuk, izleyen bir kıyım gibi.

— “Gerçek yüzünü sonunda gösterdin,” dedi, yavaş ve tatmin olmuş bir tonla. “Böylesi… çok daha iyi.”

O an odada iki şey vardı: Ahmet’in patlamış öfkesi — çığlıkları, kırılgan nefesi, bilinçten kopmuş bakışı — ve Derya’nın soğuk, kıvrak memnuniyeti. İkisinin arasında görünmez bir boşluk açıldı, her kelime birer kıymık gibi saplandı. Ahmet’in hücum eden karanlığı, Derya’nın merakıyla birleşiyor; ortaya, keskin ve kaçınılmaz bir uçurum çıkıyordu.

Ahmet hâlâ titriyordu; göğsü çarpıyor, dişleri sımsıkı kenetlenmişti. Söylemek istediklerinin bir kısmı kavga narası gibi havada asılı kaldı, bir kısmı ise ince bir hırıltıya dönüştü. Derya ise, o hırıltıyı bir teşvikmiş gibi dinledi; gözlerinin kenarında beliren ışıltı, karanlığın tadından hoşlanan birinin ifadesiydi.

Derya, Ahmet’in gözlerine baktı; sakin, soğukkanlı bir ifade takınmıştı. Kollarını göğsünde birleştirdi, duruşu hem kontrol sahibi hem de tehditkâr bir ağırlık yayıyordu. Ahmet’in yüzündeki öfke ve belirsizlik hâlâ silinmemişti; gözlerinde hem korku hem de bir iç savaş vardı.

“Hadi ama… bu kadar sinirli olma,” dedi Derya, sesi alçak, keskin ve ölçülü bir tehdit taşıyordu. “Sadece seni buldum… bu kadar korkmana gerek yok.”

Ahmet, gözlerini kırpmadan ona baktı; kalbindeki gerilim bir an durdu, ama beynindeki alarm çanları hâlâ çınlıyordu. Derya’nın bu samimiyeti, sessiz ama tehlikeli bir tuzak gibi parlıyordu; anlaşılmaz, çekici ve korkutucuydu.

“Bak…” Derya devam etti, sözleri neredeyse yumuşak bir bıçak gibi keskinti. “Öncelikle… seni hapse sokmak istemiyorum.”

Ahmet’in gözleri bir anlığına büyüdü; şaşkınlık ve şüphe birbirine karıştı. Dudakları titredi; sesi öfkesini gizlemeye çalışsa da yine de sarsılıyordu:
“Amacın ne, lan o zaman?”

Derya’nın yüzü bir an değişti; kaşları hafifçe indi, gözlerinde kırgınlık ve soğuk bir öfke belirdi. Sesi alçaldı ama keskinliği hâlâ korunuyordu:
“E, bir dur da… sözümü bitireyim. Ve bir de… bir daha benimle böyle bağırarak konuşma. İnsanlar… benimle konuşurken korkudan ölüyor.”

Ahmet’in kafası karıştı; hâlâ gergin, hâlâ öfke doluydu, ama Derya’nın sessiz tehditkâr hâli ve aniden ortaya çıkan samimiyeti arasında bir boşluk hissediyordu, sanki bir kapı aralanmıştı ama nereye açıldığı belli değildi.

“Seninle Ufak tefek işlerimiz var...”

Ahmet’in yüz ifadesi aniden değişti. Gözlerindeki öfke ve korku bir an durdu; yerini şaşkınlık, tereddüt ve istemsiz bir çekim aldı. Beyni hızla çalışıyordu: bu kadın bir anda neden samimi olmuştu? Neden işbirliği teklif ediyordu? Hangi oyunların içindeydi ve kendisi bunun neresindeydi?

Derya, bu bakışları fark etmiş gibi hafifçe eğildi, dudaklarının kıvrımı neredeyse görünmez bir gülümseme oluşturdu. Sesi hâlâ sakin ama ölümcül bir cazibeyle titriyordu:
“Biliyorum kafan karıştı… ama dediklerimi yapmak zorundasın.”

Ahmet, nefesini tutmuş, gözlerini Derya’dan ayıramıyordu. İçindeki karanlık fırtına hâlâ oradaydı; öfke, korku ve merak birbirine karışmıştı. Ama bir şey değişmişti: artık Derya, sadece bir düşman değil, aynı zamanda çözülmesi gereken bir sır, anlaşılması zor bir güç ve bir oyun arkadaşıydı.

Ahmet’in beyninde alarm çanları çalarken, bedeninde istemsiz bir gerginlik, kalbinde bilinmez bir çekim ve gözlerinde karanlık bir merak belirmişti. Derya’nın duruşu, sözleri ve sessiz tehdidi, onu hem tedirgin ediyor hem de bir şekilde hipnotize ediyordu.

Odada sessizlik çöktü; fakat bu sessizlik, iki ruh arasındaki görünmez ip gibi gerilmişti. Her nefes, her bakış, gelecekteki hamlelerin habercisiydi. Ahmet artık fark etmişti: bu kadına karşı bir oyun oynuyor olabilir, ama o oyun, kendi karanlığının keşfine açılan bir kapıydı.

Derya, bir süre daha Ahmet’in gözlerine baktı. Sonra ağır bir nefes alıp yavaşça ayağa kalktı; hareketlerinde tereddüt yoktu, gözlerinde kararlı bir parıltı yanıp sönüyordu. Burada anlatacakları bitmişti; devamını saklamayı seçti. Dudaklarının kenarında tatlı bir gülümseme belirdi, ama sesine sinmiş emir tonu buz gibi soğuktu:

“Neyse… artık gitmem gerekiyor. Bornozunu ödünç aldım.”
Kuşağını çekip bornozu düzeltti, saçlarını geriye savurdu, uzun bacaklarını bornozun kumaşıyla kapatırken gözlerinde umursamaz bir parıltı belirdi. Ardından aynı soğukkanlılıkla ekledi:
“Buraya çıkardığım kıyafetleri yıka… bana tertemiz geri getireceksin.”

Tonlama sıradan bir ricaya benziyordu, ama kelimelerin altındaki keskin emir, Ahmet’in kulaklarında bir bıçak gibi yankılandı.

Ahmet donakaldı. Ne duyduğuna, ne gördüğüne anlam veremiyordu. Gözleri, Derya’nın üzerinde istemsizce dolaştı; zihni karmaşık düşüncelerle yanıyordu:
Bu kadın… neden benim evimde duş alıp bornozumu giyiyor? Neden üstüne üstlük bornozumla dışarı çıkıp gitmeyi planlıyor?

Evet… beni yakaladı. O adamları öldürdüğümü biliyor. Ama bunları niye yapıyor? Bu kadın… benden ne istiyor?

Sorular beyninde çığlık atıyordu, ama dudaklarından tek kelime çıkmadı. Sesini bastırdı, içindeki öfke ve şaşkınlığı gömdü. Yüzü taş kesilmişti; kabaran hislerini dışarıya sızdırmadı.

Ahmet, Derya’ya anlamsızca bakıyordu. Saçları ışığın altında sanki parlıyordu; makyaja ihtiyaç duymayan yüzündeki keskin hatlar kusursuzdu. Uzun kolları, ince ama güçlü silueti dikkat çekiciydi belki ama Ahmet’in gözlerini çeken tek şey vardı: gözleri. O gözlerde, bakıldıkça derinleşen karanlık vardı; içine girildiğinde geri dönüşü olmayan bir boşluk. Ahmet o boşluğa bakıyor, farkında olmadan adım adım kayboluyordu.

Derya aniden seslendi, sesi hafif sinirli ama hâlâ kendinden emin bir tondaydı:
“Niye o kadar sinirli duruyorsun Sadece evinde biraz… kargaşa çıktı, hepsi bu.”

Ahmet’in kaşları çatıldı. Göğsünde sıkışan öfke nihayet dudaklarından fırladı; bu kez sessiz kalamadı:
“Neden evimde duş aldın? Üstüne üstlük bornozumu neden giyiyorsun? Ve neden… beni araştırdın? Kıyafetlerini neden ben yıkamak zorundayım?”

Derya’nın yüzü aniden gölgelendi. Kaşları çatıldı, gözlerinde hafif bir bıkkınlık belirdi. Sanki Ahmet’in soruları fazlalık, hatta çocukça gelmişti.
“Of, Ahmet…” dedi, sesi hem yorgun hem de küçümseyiciydi. “Soru sorma bana. Mutfak tezgâhında bir kâğıt var… üstünde bir adres yazıyor. Yarın gel oraya. Orada istediğini sorarsın.”

Ahmet’in içi bir kez daha sıkıştı; öfkesiyle merakı birbirine dolandı. Yutkundu, ama tek kelime edemedi. Suskunlaştı. Derya’nın baskın, samimi gibi görünen ama aslında zincir gibi ağırlaşan tavrı, sinirlerinin altına işleyen bir zehir gibiydi.

Derya, Ahmet’in bu sessizliğini izliyordu. Gözlerinde tatlı bir gülümseme belirdi; o anda bütün varlığıyla çekici, bütün kontrolüyle büyüleyiciydi. Ahmet’in bakışlarında ise küçülme vardı; kendini onun yanında bir adam değil, neredeyse bir böcek gibi hissediyordu.

Derya, Ahmet’in gözlerinin içine son kez baktı. Bakışları artık ne oyun ne de cazibeyle doluydu; bıkkınlık, ağır bir perde gibi yüzüne düşmüştü. Bu tavır Ahmet’in göğsünde garip bir sıkışma yarattı. İçinden, anlam veremediği bir serzeniş geçti:

Sanki yıllardır arkadaşız… niye bu kadar samimi davranıyor bu kadın?

Derya kapıya yöneldiğinde hâlâ o baskın, tatlı ve tehditkâr tonu sesinde taşıyordu. Ahmet, istemsizce birkaç adım arkasından ilerledi. Kadının hareketleri garip bir şekilde kusursuzdu; ayakkabılıktaki ayakkabılarını aldı, hiç acele etmeden yavaşça giydi. Ardından, dolaptan devasa bir palto çıkardı — oraya önceden bırakılmış gibi, her şey planlanmış gibiydi.

Ahmet’in gözleri büyüdü. Ne zaman koydu bunu oraya?

Derya, paltoyu eline aldı, kollarını Ahmet’in bornozu hâlâ üstündeyken yavaşça paltonun içine soktu. Kumaşın hışırtısı koridorda yankılandı. Omuzlarına yerleştiğinde, sanki başkasının evinde değil de kendi evinde çıkıyormuş gibi rahattı. Yüzünü Ahmet’e dönmedi; arkası dönük, sessiz bir otoriteyle konuştu:

“Yarın verdiğim adrese gel… ha ayrıca kıyafetlerimi yıkamazsan ceza veririm sana.”

Son kelimelerin ardından, dudaklarından kısa ama keskin bir kahkaha döküldü. Kahkaha öyle yapmacık değildi; içten geliyordu, sanki kendi oyununun garipliğine eğlenmişti. Bu ses, Ahmet’in kulaklarında çınladı.

Ahmet donakalmıştı. İçinde tek bir cümle yankılandı:
Salak mı bu kadın?.. Yoksa ben mi delirmeye başlıyorum?

Derya, koridorda adımlarını yavaşça sürdürdü. Ne bir kez başını çevirdi, ne de ardına baktı. Sessizlik ve ayak sesleri arasında ilerledi, asansöre ulaştı. Kapılar kapanırken Ahmet’in gözlerine son bir gölge düşürdü — ve sonra kayboldu.

Koridor bomboş kaldığında, Ahmet’in odasının havası daha da ağırlaştı. Derya gitmişti ama hâlâ onun kokusu, sesi, kahkahası odanın duvarlarına sinmişti

Ahmet, Derya’nın ardından kapanan kapıya uzun süre baktı. Sessizlik çökünce, sanki bütün apartman tek başına onun nefes alış verişini dinliyormuş gibi hissetti. Kalbi düzensiz atıyor, göğsünde bir şeylerin sıkıştığını duyumsuyordu. “Benden ne istiyor bu kadın? Neden benim evimde, neden bu kadar… içimde?” diye geçiriyordu zihninden. İçinde kabaran bir huzursuzluk vardı; korku, öfke ve tuhaf bir merak birbirine karışmıştı.

Mutfak, loş ışığın altında daha kasvetli görünüyordu. Ahmet’in adımları ağır, isteksiz ama kaçınılmaz bir şekilde tezgahtaki küçük kağıda yöneldi. Kağıt sıradan değildi; parlak dokulu, sanki özel olarak bastırılmış bir kâğıttı. İnce kenarlarında gümüşi bir desen vardı, ve ortasında “SUNGUR YAPIM” yazısı kalın, neredeyse baskıcı bir şekilde duruyordu. Ahmet kağıdı eline aldığında hafif bir parfüm kokusu da duyumsadı; bu kesinlikle Derya’nın kokusuydu.

Kağıdı yavaşça çevirdi. Yazılar muntazamdı, daktilo gibi netti:

“Levent – Maslak, Sungur Yapım Plaza
73. Kat – Son Kat”

Altında ise, daha ince bir el yazısıyla düşülmüş küçük bir not vardı:

“Bu kağıdı resepsiyonlara göster.”

Ahmet’in gözleri satırlarda takılı kaldı. Elindeki kâğıt ağırlaşmış gibiydi. 73. kat. Son kat. İçinde bir soğukluk yayıldı. İstanbul’un göğe uzanan gökdelenlerini biliyordu ama bu kadar yükseğe hiç çıkmamıştı. Oraya çağrılmak… sanki sıradan bir davet değil de yukarıya, başka bir dünyaya, başka bir düzene kabul edilmek gibiydi.

Ertesi gün, çıkış saatine yakın, Cinayet Bürosu’nda işler hâlâ yoğun bir tempo ile sürüyordu. Ahmet, diğerleri kadar hızlı olmasa da masalarının arasından geçiyordu; adımları düzensiz, bakışları yorgun ve dağınıktı. Zihninde hâlâ Derya’nın bornozu, kağıt üzerindeki adres ve o tatlı ama baskın bakışı dönüp duruyordu.

Buglem, Cem ve Mert, dosyaları didikleyerek, bilgisayar ekranlarına gömülmüş, şüphelilerle ilgili kayıtları karşılaştırıyor, notlar alıyorlardı. Masaların üstündeki kağıtlar ve kalemlerin hışırtısı, telefon zilleri ve klavyelerin tıkırtısı normal bir günün sesleri gibiydi; ama Ahmet için bu sesler, kendi kafasının içinde yankılanan kaotik fırtınanın arka plan müziğiydi.

Başkomiser Sarp, bir köşede not defterine bir şeyler karalıyor, hafifçe öne eğilmiş omuzlarıyla sessizliğe gömülmüş gibiydi. Ahmet’in gözünde garip bir ruh hâli vardı; kaytarmıyor, işini yapıyordu ama kafası bulanıktı, dikkatini toplamakta zorlanıyordu. Her hareketi otomatikti, gözleri masadaki belgelerden ziyade kendi düşüncelerinin içinde dolaşıyordu.

Ahmet, masalara göz ucuyla bakarken arkadaşlarının yoğunluğunu fark etti; bir yandan çalışma ortamı normal, düzenli, rutin bir işleyiş içindeydi; bir yandan da kendi zihni, Derya’nın bıraktığı izlerle dolup taşıyordu. Kağıttaki adres, bornozun kokusu, Derya’nın bakışı ve sözlerindeki baskın ton… Bunlar zihninde üst üste yığılıyordu.

Ahmet, sandalyeyi yavaşça geriye itti. Masasından kalkarken hareketleri mekanın sessizliğine rağmen ağır ve kasvetliydi. Sebil yönüne doğru yürüdü; susuzluğu her adımında daha belirgindi. Sebilin yanında Buğlem de duruyordu. Ahmet, başıyla hafif bir selam verdi, ama Buğlem onu görmezden geldi. Bu küçük görmezden gelme, Ahmet’in ifadesiz suratını daha da donuklaştırdı; gözlerinde yorgunluk ve içsel bir savaş parlıyordu.

Dayan… Dayan şu dava bitsin… Dosya kapanacak… Bir daha kimseyi öldürme… Bu salakla ortak olmayacaksın.

Bu düşünceler zihnini kemirirken, Ahmet bir pet bardak aldı ve suyu doldurmaya başladı. Elindeki hareketler mekanik, neredeyse otomatikleşmişti. Masasına dönmek üzereyken, Buğlem aniden seslendi:

— “Katilin ismi hakkında ne düşünüyorsun?”

Ahmet’in hareketi durdu. Gözleri bir an boşluğa daldı, zihni birden karıştı. Katil… o katil zaten kendisiydi. Paranoia bir anlığına tüm kontrolünü ele geçirdi. Nefesini derin aldı ve sessizce mırıldandı:

— “Ne ismi…”

Sonra fark etti.

— “Haa… şu katilin lakabı… Zaten medyanın uydurduğu bir şey, önemsiz.”

Buğlem gözlerini kısarak onu süzdü; Ahmet’in verdiği bu tepkiden memnun kalmamıştı. Sesi yumuşak ama sorgulayıcıydı:

— “Yönetmen... aslında oldukça farklı bir lakap… Kurbanlarının filmini çeken bir katil.”

Ahmet’in omuzları hafifçe düştü, yorgunluk ve içsel gerginlik gözlerine yansıdı:

— “Mantıksız bir isim değil gibi,” dedi, sesi hem tedirgin hem de kendi kendine onaylayan bir ton taşıyordu.

Buğlem konuşmaya devam etmek isterken, Ahmet aceleyle sözünü kesti:

— “Neyse… Ben masama dönüyorum. Aklına bir şey gelirse anlat.”

İçinden geçirdiği düşünceler, adeta bir fırtına gibiydi:

Derya'nın yanına gitmeliyim… Bu işi bitirmem lazım… Her şeyi çözmek için onunla karşılaşmalıyım…

Ahmet, bardaktaki suyu masasına götürürken adımlarının ağırlığı ve zihnindeki karmaşa, odadaki sessizliği daha da boğucu hale getiriyordu. Her nefes alışında hem polis hem de kendi karanlığıyla yüzleşiyordu. Buğlem’in bakışları ise hâlâ arkasında asılıydı; Ahmet bunu fark etti ama gözlerini kısarak görmezden geldi. İçindeki tek düşünce artık Derya’ydı, ve o toplantı kaçınılmaz bir son gibi yaklaşıyordu.

Aradan birkaç dakika geçmişti. Masaların üzerindeki dosya yığınları hiç azalmamış, aksine günün ağırlığıyla daha da büyümüş gibiydi. Uğultu, klavyelerin çıtırtısı ve kâğıtların hışırtısı arasında mesaisi biten polisler birer birer toparlanıyordu. Ahmet de onlardan biriydi.

Sessizce çekmecesini açtı. İçindeki düzenin dağınıklığına bile bakmadı, tek hamlede arabasının anahtarını aldı. Anahtarın soğuk metali avucuna değdiğinde, vücudundan yukarıya ince bir ürperti yürüdü. Çekmeceyi kapatırken çıkan keskin ses, ofisin uğultusu arasında bile yankılanmış gibi kulağına çarptı. Sanki herkesin gözü bir anlığına ona çevrilmişti, oysa kimse dönüp bakmamıştı. Bu sessizlik içinde, Ahmet yalnızca kendi suçluluk hissini duyar olmuştu.

Ağır adımlarla kapıya yöneldi. Bembeyaz, geniş koridorda floresan lambalarının altında yüzü daha da solgun görünüyordu. Her adımı soğuk fayanslarda yankılanıyor, bu yankılar içindeki boşluğu dolduruyordu. Koridor uzadıkça uzuyor, bir çıkışa değil de bilinmez bir karanlığa sürükleniyormuş gibi hissettiriyordu. İçinde, daha önce defalarca bastırmaya çalıştığı bir düşünce tekrar yükseldi: Bundan sonra geri dönüş yok... Ya kaybol yada yok ol.

Merdivenlere geldiğinde demir trabzanlara parmak uçlarıyla dokundu. Trabzanın keskin soğuğu, kalbinin içine kadar işledi. Her basamakta kalbi daha ağır, daha yavaş çarpıyor; göğsünün içinde taş gibi büyüyen bir şey ona nefes almayı unutturuyordu.

En sonunda çıkış kapısına ulaştı. Bir anlığına durdu. Camın ardında bulanık bir İstanbul akşamı vardı. Yağmur şiddetle vuruyor, ışıklar damlacıkların arasında parçalanıp titriyordu. Sokak lambalarının solgun turuncusu ve araç farlarının beyaz çizgileri, damlaların arasında dağılmış halde dans ediyordu. Ahmet, bütün bu manzaraya boş gözlerle baktı. İçinde yükselen korku yarım yamalaktı: Ne yok edebildiği ne de tamamen kabullenebildiği bir korku. Bir şeyler bulmuştu, ama bunu kendine itiraf etmeye hazır değildi.

Kapıyı açtı. Soğuk hava yüzüne vurunca, sakladığı endişe buz gibi keskinleşti. İçindeki düşünceler, yağmur damlaları gibi çoğalıp birbirine karışıyordu. Adımlarını hızlandırarak arabasına yöneldi. Yağmurun asfalta vuruşu, ayak sesleriyle birleşip ağır bir ritim yaratıyordu.

Arabaya vardığında cebinden küçük kâğıdı çıkardı. “Levent Maslak Sungur Yapım Plaza – 73. Kat. Son kat." "Bu kâğıdı resepsiyonlara göster.” Yazılar sade ama ürkütücüydü. Basit bir adres olmaktan çok, bir kaderin imzası gibi gözünün önünde duruyordu. Kâğıt ellerinde ağırlaşıyor, sanki bir emir kâğıdından çok bir ölüm fermanıydı.

Arabaya oturdu. Kapıyı kapatırken yağmurun sesi boğuklaştı, içeride keskin bir yalnızlık hâkim oldu. Direksiyonun derisini sımsıkı kavradı, eklemleri beyazlaşıncaya kadar bastırdı. Gözleri ön cama kaydı. Gökyüzü parçalanmış gri bulutlarla doluydu; gün batımının turuncu ışıkları bulutların arasından sızıyor, şehri hastalıklı bir aydınlığa boyuyordu.

Yağmur damlaları cama çarpıyor, turuncu parıltılarla birleşip kasvetli bir manzara yaratıyordu. Her damla, Ahmet’in zihnindeki karışık düşünceler gibi aşağıya süzülüyor, birbirine ekleniyor, sonunda silik bir iz bırakıyordu.

Oturduğu yerde hareketsiz kaldı. Yüzü, bu turuncu-gri ışığın altında daha da yorgun, daha da yabancı görünüyordu. Aynada kendine bakan adamı tanıyamadı. İçindeki korku, merak ve çaresizlik, yağmurun ritmiyle birlikte ağır ağır onu kemiriyordu.

Direksiyonu bir kez daha sımsıkı kavradı. Sanki onu hayata bağlayan tek şey o an direksiyonun sert derisiydi. Motoru çalıştırdı. Otoparkın duvarlarına çarpan motor sesi, içeride yankılanırken Ahmet, boğazına düğümlenen bir gerçeği içinden geçirdi:

Bütün bunlar yeniden başlayacak.

Ve Ahmet, kendine itiraf etmese de, bunun çoktan başladığını biliyordu.

Artık gece şehrin üzerine tamamen çökmüştü. İstanbul’un ışıkları gökyüzüne dağılmış parıltılar gibi yanıp sönüyor, yağmur damlaları sokak lambalarının altında titrek gölgeler bırakıyordu. Ahmet arabasını plazanın biraz uzağında, yolun kenarındaki karanlık bir köşeye park etti. Motorun kesilen uğultusu, içerideki sessizliği daha da yoğunlaştırdı. Birkaç saniye direksiyonu kavramaya devam etti; parmak uçları uyuşmuş, içindeki gerilim damarlarına işlemişti.

Sonunda derin bir nefes aldı, arka koltuktan Derya'nın kıyafetlerinin bulunduğu bir çantayı aldı ve kapıyı açtı. Soğuk ve nemli hava yüzüne çarpınca ürperdi. Aracın kapılarını kilitleyip yavaşça arkasını döndüğünde, karşısında tüm görkemiyle Sungur Yapım Plaza yükseliyordu. Devasa bir yapıydı. Göz alabildiğine uzanan cam yüzeyi, şehir ışıklarını ve yağmur damlalarını üzerinde topluyor, her bir pencere sanki başka bir göz gibi Ahmet’e bakıyordu.

İçinden sessiz, soğuk bir ses yükseldi: “Bu binadan şimdiden nefret ettim… Zenginlerle, sahte gülüşlerle, şatafatlı yalanlarla dolu bir yer olduğuna eminim.”

Ahmet başını hafifçe eğdi, gözleri kendi gövdesinde dolaşıyordu. Gömleğinin buruşuk kolları ve omuzları, uzun mesailerin ve bitmeyen davaların ağırlığını taşır gibiydi; pantolonunun bacakları, adeta her adımda daha da yıpranmış ve sarkmıştı. Ayakkabılarının mat, solgun yüzeyi, her türlü yorgunluğu, içsel boşluğu ve yaşanmışlıkları yansıtıyordu. Ellerinin avuç içleri hafifçe nemlenmiş, parmak eklemleri kasılmıştı; sanki her an, tüm dünyayı kavramaya çalışıyormuş ama başarısız oluyormuş gibi. Dudaklarının kenarındaki acı gülümseme ise, sadece bir maske, kendiyle alay eden sessiz bir kahkahaydı; içten içe hem yorgunluğu hem de geçmişinin ağırlığını hatırlatıyordu.

Gözleri, kendisini sorgulayan bir mahkeme gibi, gömleğinin buruşuk çizgilerinde, ayakkabılarının lekelerinde, ellerinin istemsiz titremesinde dolaşıyordu. “Keşke düzgün bir takım elbise giyseydim…” diye düşündü, ama bu düşünce bile ağır bir boşluğun içinde kaybolmuştu. Artık çok geçti; yıpranmış bedeni ve yüzündeki çizgiler, onun hem fiziksel hem de ruhsal olarak yıpranmışlığını en çıplak hâliyle gözler önüne seriyordu.

Kalbinin derinliklerinde, görünmez bir taş daha düşüyordu. Bu taş öfke ya da utanç değildi; daha sessiz, daha amansız bir şeydi: hissizlik. Yılların yükü birikmişti; babasız geçen çocukluk, yalnız başına öğrenilen hayatta kalma çabaları, erken yaşta başlayan alkol bağımlılığı, hiç bir zaman saygı görmemenin verdiği büyük öfke kıvılcımları… anne eksikliği aralıksız yediği dayaklar ayrımcılık ve bitmeyen davalar. Kanlı dosyalar, cesetler, otopsi raporları… Ama en ağır yük, kendi elleriyle yarattığı karanlık anılardı.

Beş kişi… her biri farklı bir hikâyeydi, ama hepsi Ahmet’in iç dünyasında aynı karanlık gölgeyi yaratmıştı. Birini yakmıştı; alevlerin çığlığı hâlâ kulaklarında çınlıyordu. Birini bıçakla, soğukkanlı bir titizlikle öldürmüştü. Başkasını bıçaklarla parçalarken, kanın serin dokusu hâlâ parmak uçlarında hissediliyordu. Bir diğerini silahla, tek bir kurşunla yok ederken yaşadığı tuhaf boşluk… ve başka birinin yüzünü paramparça edip tanınmaz hale getirmesi… Hepsi, aynı soğuk ve acımasız sessizlikle birleşmişti. Ahmet, o anları hatırlarken bir yandan kendini suçlamıyor, bir yandan da ağırlığını göğsünde hissediyordu. Her bir hareketi, her bir nefesi, içten içe onu kemiren bir zehir gibiydi.

Kalbinin sıcak köşeleri birer birer sönüyor. Yerlerini donuk bir boşluk alıyordu; yaşam ve ölüm arasındaki gri bir aralıkta sıkışmış, artık ne duygularını tam hissedebiliyor ne de kendini kurtarabiliyordu. Masum bir insan olmayı çoktan bırakmıştı; belki içindeki boşluk doluyordu ama kanla, içindeki karanlık her gün biraz daha büyüyor, onu dahada ölü bir kalbe dönüştürüyordu.

Ahmet farkında olmadan, her yeni sorunla birlikte bir adım daha kendi karanlığının içine yürüyordu. Hayat artık bir mücadele değildi; gözleriyle, elleriyle, zihniyle sürekli tüketilen, yavaş yavaş boşaltılan bir alan olmuştu. Kendi karanlığının gölgesine adım attığını hissediyordu ama bunu kabul edecek cesareti yoktu. Sadece içine çekilen derin bir nefes ve kalbine çarpan sessiz bir darbe vardı.

Ve o an, Ahmet’in zihninde yalnızca tek bir gerçeklik kalmıştı: durmazsa bu karanlık, artık onunla bütünleşicekti. Masumiyetin, vicdanın ve insan olmanın yerini, sahadaki ölü kalbin soğuk boşluğu alıyordu.

Yavaş yavaş, Ahmet’in içindeki eski vicdan, eski insan, sessizce sönmeye başlıyordu. Babasının gölgesinde geçen karanlık geçmişi, onu hâlâ takip eden anılar, o korkunç günler… Hepsi bir duvar gibi üstüne çöküyordu. Eskiden insanları korumak, adaleti sağlamak, masumları kurtarmak için yemin etmiş o komiser artık, adım adım o yeminle çatışan bir yola sürükleniyordu.

Her yeni sorun, her çözülmeyen dava, her karşısına çıkan insan zaafı, Ahmet’i daha da karanlığa çekiyordu. Kendi elleriyle attığı adımlar, onu sadece çözümsüzlüğe değil, daha da büyük bir karanlık olasılığına itiyordu. Ve o karanlık… sinsi, sabırsız, doyumsuz bir canavar gibi içinden yükseliyordu. Eski Ahmet, masumiyetin ve vicdanın kırıntılarıyla hâlâ direniyordu ama artık bu direnç sadece geçici bir titreyişti; gerçek Ahmet, gözlerini karanlığa dikmiş, her yeni sorunla birlikte kendini bırakmaya yaklaşıyordu.

Artık her adımında, her seçiminde, her kararında bir kan vardı—bir insanın yapmaması gerekeni yapma potansiyeli, gözlerinin derinliklerinde parlayan sessiz bir alev gibi. Ne kadar kaçmaya çalışsa da, her yeni olay, her yeni karşılaşma onu daha derine sürüklüyor, eski Ahmet’i kemiriyor, yerine soğuk, hesaplayıcı ve acımasız bir gölgeye bırakıyordu.

Ve işte o an, farkına varmadan, Ahmet’in içinde başından beri olan canavarın uyanmaya başladığı kontrolü ele almaya başladığı andı; eski vicdan kırıntıları hâlâ vardı ama artık yolunu tıkayan, onu tüketen karanlığın gölgesiyle baş başaydı. Hissizleşiyordu...

O an, İstanbul’un gürültüsü ve plazanın yapay ışıkları arasında Ahmet, dünyaya karşı olan bağını yitirmiş gibi hissetti. Her şeyi görüyordu ama hiçbir şeyi hissedemiyordu; her adım, her düşünce, onu kendi içine, kendi karanlığına biraz daha hapsediyordu.

Ve Ahmet, fark etmeden, yaşam ile ölüm arasındaki o ince çizgide tek başına yürüyordu.

Adımlarını yavaş ama kararlı şekilde atmaya başladı. Her adımda göğsünde çarpan kalbi daha da hızlanıyordu. Döner kapıya yaklaştığında binanın heybeti üzerine çökmüş gibiydi; camdan kule yukarıya doğru bitmek bilmez bir gökyüzü gibi uzanıyordu. Sanki “73. kat” diye yazan o küçük kâğıt, onu bir asansör yerine bir uçurumun kenarına sürüklüyordu.

Döner kapıdan içeri girdi. Anında sıcak, steril bir hava yüzüne çarptı. İçerisi dışarıdaki kasvetli şehirden tamamen farklıydı: parlak mermer zemin, yansıtıcı cam duvarlar, altın rengi tavan ışıkları… hepsi bir araya gelerek burayı yabancı bir dünya hâline getiriyordu. Girişteki güvenlik görevlileri, tek bir bakışla Ahmet’in sıradanlığını fark ettiler. Onların bakışları, Ahmet’in üzerindeki her kırışığı, her ter damlasını, her yanlış seçilmiş kıyafeti işaret eden birer projektör gibiydi.

Ahmet, hiçbir şey olmamış gibi dik yürümeye çalıştı; omuzları dik, adımları ölçülüydü. Ama içi fırtına gibi çalkalanıyordu. Sessiz bir fısıltı dudaklarından süzüldü:

“Eğer devam edersem… istemiyorum… ama… öyle bir ittiriyor ki, arkamdan… öyle bir güçle… ve eğer böyle devam ederse… sanırım koşmaya başlayacağım.”

Ve ardından, vicdanının son kırıntılarına sanki meydan okurcasına, kendi kendine fısıldadı:

“Ama koşmaya başlarsam… kimse beni durduramaz.”

Sözler kulaklarında yankılanıyordu; her adımda sanki kendi karanlığının ritmiyle birleşiyor, içindeki boşluk biraz daha büyüyordu. Her nefes alışında kalbinin çarpışı, sessiz bir delilin itirafı gibi yükseliyor; kontrolünü kaybetmeye yakın ama hâlâ hesap yapan bir zihnin ürpertici farkındalığını ortaya çıkarıyordu.

Ahmet’in adımları, boş lobide yankılanarak kayboldu. Loş ışıklar mermer zemini sarıya boyuyor, yüzüne vurdukça solgunluğunu daha da belirginleştiriyordu.

Resepsiyonun arkasındaki kadın neredeyse mekanın bir uzantısıydı: bembeyaz gömlek, kırmızı yelek, siyah kumaş pantolon ve parlak deri ayakkabılarıyla steril, soğuk bir bütün oluşturuyordu. Gömleğinin yakasındaki kırmızı kurdele ve gümüş plakada yazılı “Tülin” ismi, lobideki tek canlı renk lekesiydi — parlak ama soğuk, rahatsız edici bir canlılık.

Yorgun yüzü ekranın mavimsi ışığıyla daha da belirginleşmişti; dudak kenarındaki sabırsız gerginlik neredeyse elle tutulur gibiydi.

Ahmet, küçük altın zile bastı. Zilin tiz sesi, lobinin sessizliğini yırtıp geçti.

Kadın başını kaldırdı ve Ahmet’i süzdü. Gözleri, buruşuk gömleğinde, mat ayakkabılarında ve yorgun bakışlarında gezindi. Sessiz ama acımasız bakışı, bir uyarı gibiydi: “Sen buraya ait değilsin.”

Ahmet o bakışı tanıyordu; bütün çocukluğu o bakıştan ibaretti. Nefret ve bir anlık gerilim kıvılcımı karıştı içinde. Kaşlarının arasındaki damar titredi, elleri istemsizce sıkıldı.

Bir an, lobideki sessizlik sanki ona doğru eğildi; her adımın, her nefesin yankısı daha da büyüdü. Ahmet, burada, bu soğuk, Beyaz dünyada bir yabancıydı — ve bunu çok iyi biliyordu.

Kadın, yüzünü ifadesiz bir ciddiyete bürüyerek konuştu. Tonunda hem kibir hem de sıkıntı vardı:
— “Ne için gelmiştiniz, beyefendi?”

Ahmet birkaç saniye nefes aldı, gözlerini lobinin soğuk ışıklarına dikip kendini toparladı. Sesi kısık ama ölçülüydü:
— “Şey… Derya Hanım ile bir görüşmem vardı. Bugüne.”

Kadının kaşları hafifçe kalktı, dudaklarının kenarında beliren küçümseyici gülümseme kelimelere dökülmeden bile Ahmet’in damarlarında gerilimi artırıyordu.
— “Siz mi, efendim?” dedi, alaycı bir yumuşaklıkla.

Ahmet’in sabrı sınırlarına dayanmıştı. İçinde biriken öfke ve tedirginlik dalgalanıyor, her nefesi biraz daha sıkışıyordu. Bir an gözlerini kapadı, dişlerini sıktı, ama sesi sakin, soğuk ve bastırılmış bir tonla çıktı:
— “Evet, ben. Artık geç oldu. Derya Hanım’a haber verir misiniz?”

Kadın, sessiz bir an durdu. Gözlerindeki küçümseme hafifçe keskinleşti, sanki Ahmet’in içindeki fırtınayı sezinlemiş gibiydi. Parmağıyla bilgisayar ekranına dokundu, bir tuşa bastı ve ardından bakışlarını tekrar Ahmet’in üzerinde tuttu
Kadın sandalyesine yaslandı, derin bir nefes aldı; sesindeki umursamazlık, Ahmet’in damarlarına bıçak gibi saplandı.

— “Üzgünüm beyefendi, ama Derya Hanım görüşeceği kişileri resepsiyonla konuşturmaz. Ya gidin… ya da güvenliği çağıracağım.”

Sessizlik çöktü. Bir an için Ahmet’in göz bebekleri büyüdü, içinde biriken öfke neredeyse fiziksel bir varlık gibi — boğazında sıkışan, çıkmak için direnen bir çığlık.

Alçak ama keskin bir sesle fısıldadı:
— “Bekle… dur.”

Ceketinin iç cebine uzandı. Kadın, tedirginlikle bir adım geri çekildi.

Ahmet, cebinden küçük bir kartvizit çıkardı. Üzerinde mekanın adresi ve “Derya Sungur – Dizi Film Yapımcısı” yazısı, loş ışığın altında hafifçe parlıyordu. Kartı resepsiyonun mermer yüzeyine sessizce bıraktı.

Kadının yüzündeki renk bir anda soldu, gözleri büyüdü, nefesi hızlandı. Parmak uçlarıyla kartı tuttu, sanki elinde bir sır tutuyormuş gibi titriyordu.
— “Ne… nasıl… ama bu—”

Ahmet, sesi buz gibi soğuk, bakışları keskin:
— “Artık inandıysan… Derya Hanım’ı ara. Hadi.”

Kadın hızlıca sabit hattaki telefona uzandı. Elleri hafif titriyordu.
Numarayı çevirdiğinde sesi profesyonel kalmaya çalışıyordu ama kelimelerin arkasındaki telaş belliydi:
— “Evet, Derya Hanım’la görüşmesi varmış. Kartviziti gösterdi. Evet… evet, özel davetmiş. Uzun süre sonra ilk defa…”

Telefonu kapattığında yüzünde yapmacık bir tebessüm belirdi. Göz teması kurmaya cesaret edemeden konuştu:
— “Pekâlâ, efendim… size iki koruma eşlik edecek.”

Ahmet, tek kelime etmeden kadına baktı.
Bakışı ne tehditkârdı ne de ilgisiz — sadece boştu. O boşluk, kadının içinde tuhaf bir ürperti yarattı.
Kadın boğazını temizleyip devam etti:
— “Birazdan gelirler. Lütfen… istediğiniz bir yerde bekleyin.”

Ahmet hiçbir şey demedi.
Dönüp lobinin kenarındaki koltuklardan birine oturdu.
Derin, gri renkli kumaş koltuk, sanki onu yutmak ister gibi sessizdi.
Ahmet, avuçlarını birbirine kenetleyip başını öne eğdi.

Kafasının içinde yankılanan tek şey, o kadının sesi değil… Derya’nın adıydı.
Ve o isim, artık bir “insan”dan çok, karanlığın kapısını aralayan bir anahtar gibiydi.

Aradan birkaç dakika geçti.
Lobinin sessizliği, neredeyse canlı bir varlık gibi, her adımı bastığında hafifçe dalgalanıyordu. Çift kapı ağır ağır aralandı ve içeriye iki adam girdi. Yaklaşık bir doksan boyunda, iri yapılı, omuzları geniş; hareketleri, sessiz ama kesin bir kararlılıkla doluydu. Saçlarını yana yatırmışlardı; her tel, kusursuz bir disiplinin işareti gibi yerindeydi.

Üzerlerinde siyah ceket, bembeyaz gömlek, ütülü pantolon ve cilalı deri ayakkabılar vardı. Ayakkabılarının zemine değdiği her tıkırtı, lobide yankılanarak boşluğu keskinleştiriyordu. Her detay, soğuk bir intizamın ve kontrolün simgesiydi.

Ahmet, başını öne eğmiş, nefesini sessizce tutuyordu. Korku yoktu, ama ağırlığını hissettiği endişe boğazına yapışmış gibiydi. Her an, “Şimdi ne olacak?” sorusu zihnini çepeçevre sarmıştı.

Adamlar sessizce yaklaştı. Her adımları, Ahmet’in içindeki gerilimi biraz daha sıkıştırıyor, havayı ağırlaştırıyordu.
Buz gibi bir tonla konuşan biri, ilk kez Ahmet’e seslendi:

— “sana eşlik edeceğiz.”

Ahmet, gözlerini yavaşça kaldırdı. Kısa bir an için, göz göze geldi; adamın bakışı keskin, ölçülü ve tamamen kontrol altındaydı. Hemen sonra gözlerini kaçırdı, başını hafifçe eğdi.

Yerde duran çantayı fark etti. Derya’nın kıyafetleri, onun için bir sembol, bir bağlantıydı. Ellerini çantaya uzattı; parmak uçları deri ve kumaşın birleştiği yerden kaydı. Çantayı kavradığında, Ahmet’in vücudunda tuhaf bir ağırlık çöktü — hem sorumluluk hem merak hem de bir tür korku.

Adamlar, Ahmet’in hareketlerini izledi. İlk başta şaşkınlık belirdi yüzlerinde; bu adamın, böyle bir ortamda bu kadar temkinli ve sessiz kalması, onları biraz sersemlemişti. Ama tek kelime etmediler.
Onlar biliyordu: Ahmet, tehlikesizdi. Ama aynı zamanda, bu sakin duruşun altında bir şeylerin patlamaya hazır olduğunu da seziyorlardı.

Ahmet sessizce ayağa kalktı.
İki adamın arasında, küçük bir çocuk gibi kalmıştı; onların omuzlarının gölgesi, üstüne düşen bir duvar gibi ağır ve sarsıcıydı. Her adımı, lobinin geniş boşluğunda yankılanıyor, her yankı biraz daha içini sıkıyordu.

Birlikte asansöre doğru yürüdüler. Adımların sesi, mermer zeminde derin, keskin bir ritim oluşturuyor; her tıkırtı Ahmet’in kalp atışlarıyla birleşiyordu. Bir tür sessiz savaş meydanı gibiydi — tek fark, silah yok, sadece soğuk ve yoğun bir bekleyiş vardı.

Asansörün önünde durdular. Kapılar, gri metalden yapılmış, aynalı duvarlarla çevrili, soluk ışıklarla titriyordu. Gösterge ışığı soluk bir “14. Kat” yazısı yayıyordu; sanki bir uyarı levhası gibi.

Tuşa bastılar. Mekan, ani bir sessizliğe gömüldü; öyle bir sessizlik ki, Ahmet nefesini duyabiliyor, kendi kalbinin çarpıntısının metal duvarlarda yankılandığını hissediyordu. Alnından boncuk boncuk ter damlıyordu; ağır, sıcak ve kaçışsız.

“Ding.”
Kapılar, soğuk bir metal dokunuşla açıldı.
Ahmet önce girdi; ardından adamlar ardına sessizce daldılar. Havanın soğukluğu, asansörün metalik kokusu, Ahmet’in ciğerlerini biraz daha sıkıyor, boğazında kuruluk bırakıyordu.

Adamlardan biri 73. kata bastı, sonra refleksle kapıyı kapatma tuşuna dokundu. Asansör, ağır ve mekanik bir uğultuyla yukarı tırmanmaya başladı. Her kat, metal duvarlardan yayılan beyaz ışıklar altında geçerken, Ahmet’in yüzünü morg lambası gibi aydınlatıyordu; göz altlarını derinleştiriyor, solgunluğunu daha da belirgin kılıyordu.

Asansör, boş bir alandan çok bir tecrit odası gibi hissediliyordu: parlak, temiz, ama boğucu; duvarlar sanki üzerine kapanacakmış gibi, soğuk ve sert. Mekanik titreşimler, her kat geçişinde içeriye küçük bir deprem gibi yayılıyor, sessizlik daha da yoğunlaşıyordu.

Ahmet, avuçlarını birbirine kenetledi. Her nefes alışında, metal ve plastik karışımı soğuk hava ciğerlerini yakıyor, ellerini terletiyordu. İçinde bir kıvılcım gibi yükselen korku, soğukkanlı görünme çabasına rağmen, kalbini hızlı hızlı dövüyordu.

73. kat yaklaşırken, Ahmet’in zihninde birdenbire her ihtimal belirdi: kapının ardında ne vardı, Derya orada mıydı, yoksa başka bir amacı'mı vardı Her ihtimal, onun göğsüne eklenen yeni bir ağırlık, nefesini biraz daha kesen bir karanlık parça gibi.

Sonunda 73 numara parladı.
Asansör ağır bir uğultuyla yavaşladı, metalik bir titreme yayıldı ve kapılar derin bir nefes alır gibi açıldı.

Koridor, neredeyse gerçeküstü bir beyazlığa sahipti; gözleri kamaştıran ışık, duvarlardaki güvenlik kameralarının kırmızı ışıklarıyla birleşiyor, birer canlı göz gibi etrafı tarıyordu. Her adımda kameralar dönüyor, klik sesleri Ahmet’in kulak zarlarını titretiyordu. O sesler, sanki her hareketini izleyen, hesaplayan bir varlığın nefesi gibiydi.

Adamlar, Ahmet’in sağında ve solunda yürüyordu. Yüzlerinde hiçbir ifade yoktu; adımları eşit, ritmik, mekanik… neredeyse bir ölüm yürüyüşü gibi. Ahmet, sessiz kalmaya çalışıyordu ama her adımında kalbindeki korku biraz daha kabarıyordu.

Koridorun sonunda büyük, çift kanatlı bir kapı yükseliyordu. Mat siyah, kenarları metal şeritlerle çerçevelenmiş, kapının soğuk yüzü adeta içeri girecek olanı sindirmeye çalışıyordu. Adamlar kapıya ulaştı; biri iki kez nazikçe vurdu. İçeriden ses gelmedi. Sessizlik, Ahmet’in kulaklarında bir çığlık gibi yankılandı.

Aradan birkaç saniye geçti. Kapı yavaşça aralandı. Adam içeri girdi; Ahmet kapının önünde durdu. Zaman sanki ağırlaşmış, akışını yitirmişti. Tavan lambalarının soğuk ışığı alnındaki ter damlalarını parlatıyor, avuçlarının titremesini daha da görünür kılıyordu. Çantasına sıkıca sarıldı; içinde Derya’nın kıyafetlerinin bulunduğu çanta, ona hem güven hem de korku veriyordu.

Kapı tekrar açıldı. Adam dışarı çıktı, yüzünde en ufak bir ifade yoktu. Sesindeki soğukluk, bir yargıçın hükmü gibi karanlığa saplanıyordu:

— “İçeri gir.”

Ahmet bir an nefesini tuttu. Kalbi göğsünü yırtacak gibi çarpıyordu. Ellerinin titrediğini fark etti, parmakları çantanın askısına daha da kenetlendi. Ama durmadı. Ağır adımlarla kapıya uzandı ve itti.

Kapı, derin ve uğultulu bir sesle açıldı. İçeriden yayılan karanlık, beyaz ışığın parlaklığıyla çatışıyor, gölgeleri duvarlara çarpıp şekilsiz canavarlar gibi dönüyordu. Soğuk ve sessiz bir nefes gibi odanın içinde dolaşan hava, Ahmet’in ciğerlerini yakıyor, boynuna sıkı bir ip gibi sarılıyordu.

Adımını attı. Her nefes alışında kalbi sanki bir ip gibi geriliyor, her titreyen adımıyla koridorun güvenlik kameralarının soğuk bakışları onu delik deşik ediyordu. İçeri girdiği an fark etti: artık geri dönüş yoktu. Kapı ardında kapanacak, karanlık onu tamamen yutacaktı.

Ve işte o an, Ahmet’in gözleri Derya Sungur’un masasının arkasında duran siluetle buluştu. Soğuk, karizmatik, ve tamamen kontrolü elinde tutan o kadın…
Ahmet, nefesini tutmuş, korku ve merak arasında donakalmıştı.

Bu, onun için bir son değildi. Ama bir dönüm noktasıydı. Kapı, ardında bir sır, bir tuzak ve karanlık bir oyun bırakıyordu. Ahmet, artık sadece bir izleyici değil, oyunun tam ortasındaydı.

10.bolum sonu




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu