6. Bölüm

Saat gecenin üçüydü. Nemli, yapışkan hava villanın bahçesinde ağır bir sis gibi asılıydı. Siyah zırhlı araçlar gölgelerin arasında kaybolmuş, farlar kapalıydı; ay ışığının kırık yansımaları metal zırhlı yüzeylerde titriyordu. On kişilik özel operasyon ekibi, kulaklıklarından gelen fısıltılarla haberleşiyor, birbirlerini sessiz işaretlerle yönlendiriyordu. Her adımda parke taşlarının gıcırdayışını duyan ekip, nefeslerini neredeyse tutarak ilerliyordu.

— “Abi ışıklar kapalı… boşaltıp kaçmış olabilirler mi? Gece yarısı… ama bu adamların sağı solu belli olmaz.” dedi genç polis, avuç içi terlemiş, silah kabzasını sıkıyordu.

Ekip lideri, sigara içmiş gibi sertleşmiş yüzüyle başını iki yana salladı:
— “O kadar adam içeride. Güvenlikçiler etrafta… kaçamazlar. Kapıyı açıyoruz.”

Muzaffer Başkomiser’in telsizden kısa onayıyla ağır demir kapı sessizce açıldı. Ekip, askeri bir disiplinle bahçeden villanın ön kapısına ilerledi. Çelik yelekler birbirine sürtüyor, kulaklıklardan kısa nefesler, hafif homurtular ve titrek tıklamalar duyuluyordu.

Ekip lideri eliyle işaret etti:
— “Ön giriş için ilk dört kişi benimle gelsin, kalan beş kişi arka kapıdan gidecek.”

Kapının kenarında duran iri yapılı polis, elinde koca bir tokmakla bekliyordu. Lider sessizce iki ekibe de son talimatı verdi:
— “Üç… iki… bir… vurun!”

Tokmağı tutan polis bütün gücüyle kapıya indirdi:
— “GÜM!”
Kapı zangırdadı, ama açılmadı. Tekrar vurdu; kapı direniyordu. Lider öfkeyle tokmağı kaptı, omzunu vererek öyle bir savurdu ki kapı menteşelerinden koparak içeri devrildi.

— “Temas! Temas!” diye bağırdı. İlk beşli ön girişten içeri daldı. Silahlar önde, gözler her köşeyi tarıyordu. Kalpler hızla çarpıyor, eller terliyordu. Her adımda sessizliği bozan metal gıcırtıları, ekibin içindeki korkuyu daha da derinleştiriyordu.

Telsizden liderin sesi yankılandı:
— “Üst kata benle bir kişi gelsin, kalan alt katı temizlesin. Arka kapıdan girenler bodrumu kontrol etsin. Çabuk!”

Koridorlar sessizdi. Sessizlik, neredeyse dayanılmaz bir uğultuya dönüşmüştü. Duvar diplerinde ve parke üzerinde kurumuş, koyu kahverengi lekeler vardı; kan. Günler öncesinden kurumuş olmasına rağmen hala uğursuz bir şekilde parlıyordu, sanki canlıymış gibi. Bazı lekelerin üzerinden yürümek, ekibin adımlarını tereddütle atmasına sebep oluyordu.

— “Oğlum… bu ne lan? Her yerde…” fısıldadı bir polis, nefesi buğulu maskesine çarpıyordu.

Ekip ilerledikçe sessizliği bozan küçük sesler arttı: uzaktan sarkan bir perde rüzgarla hafifçe hışırtıyor, yerdeki cam kırıkları sessiz bir çıtırtı çıkarıyordu. Polislerin gözleri her köşeyi tarıyor, gölgelerde hareket eden tek bir nesneyi bile fark etmek istiyordu.

Salona vardıklarında kapalı televizyonun önünde sehpa duruyordu. Sehpanın üzerinde eski tip bir kaset, koltuğun üstünde kumanda. Ama koltuğun arkasına bakınca ekip dondu: yere devrilmiş bir sandalyeye elleri ve ayakları bağlı bir adam, hareketsiz, kan ve doku parçaları etrafa sıçramıştı.

Genç bir polis boğuk bir sesle fısıldadı:
— “Ha… siktir…”

Ama daha da korkunç olan kafaydı. Kafatası neredeyse tanınmaz hale gelmişti; alın ve tepe kemikleri paramparça olmuş, kemik parçaları duvara saplanmıştı. Beyin dokusu gri-beyaz püre kıvamında, sulanmış ve sıvılaşmış, beyin kabuğu ve alt beyin yapıları birbirine karışmıştı. Beyin sapı ve beyincik parçaları sehpa ve halıya sıçramış, ara ara beyni saran zarlar hâlâ parçalarla birlikte gerilmiş gibi duruyordu. Burun kemiği kırılmış, burun septumu tamamen ezilmişti. Üst çenedeki azı dişleri kökleriyle birlikte çenenin altına gömülmüş, çene kemikleri paramparça olmuştu. Alt çene birkaç parçaya ayrılmış, dil neredeyse görünmez hâle gelmiş, ağız boşluğunun yan duvarlarına yapışmıştı.

Boyun omurları, servikal omurlar kesilmiş ve omur cisimleri dışarı sarkıyordu; omurilik ve çevresindeki bağlar gerilmiş, bazı yerlerde ezilmişti. Göz kürelerinden biri yuvadan kopmuş ve yüzüne yapışmıştı, gözün beyaz kısmı ve retina kanla kaplanmıştı. Diğer göz tamamen yoktu; sadece karanlık bir boşluk kalmıştı. Dudaklar, ağız çevresi kasları ve yanaklar ciddi şekilde yırtılmış, yüzün yan kısımlarında kemik ve doku kaybıyla çöküntü oluşmuştu. Kulak kanalları kanla tıkanmış, dış kulak parçaları kopmuş, işitme kemikleri açıkta kalmıştı. Boyun kasları ve nefes borusu, kan ve doku parçalarıyla ezilmiş, gırtlak kemiği (hyoid) kırılmıştı.

Halıda kurumuş kahverengi pıhtılar, dağılmış kas parçaları, saç ve saçlı deri parçaları, parçalanmış damar ve atardamar kalıntıları korkunç bir tablo oluşturuyordu. Şöminenin demir çubuğu kan ve beyin dokusuyla kaplanmış, yanındaki mermi kovanlarıyla birleşerek korkunç bir sahne ortaya çıkmıştı. Kan kokusu o kadar yoğundu ki, hem kanın bozulması hem de ölü doku nedeniyle keskin, demirli ve ekşi bir koku polislerin midesini bulandırıyordu.

Polislerden biri kaskını çıkarıp arkasına yaslandı, soluğu kesilmiş gibiydi:
— “B…buney… lan…” fısıldadı, sesi odada yankılanıyordu.

Diğeri gözlerini kapattı, dudakları titriyordu:
— “Bu… bu ne lan?! İnsan değil bu… kafatası, beyin… hiçbir şey sağlam değil!”

Üçüncü polis dayanamadı. Silahını bıraktı, adımları titreyerek mutfak lavabosuna yöneldi. Dizleri bükülmüş, vücudu öne sarkmıştı; ağızından çıkan kusmuğun kokusu ekibin burun deliklerini yaktı. Kusmuğu neredeyse tamamen yarı sindirilmiş yiyeceklerden, midenin asidik salgılarıyla bulamaç olmuş, sümüksü ve koyu yeşil-kahverengi tonlarda, yapışkan bir kütleydi. Parçalanmış sebzeler, ekmek kırıntıları, et lifleri ve mide mukusu birbirine karışmış, lavaboya yapışıp orada donuyor gibiydi.

Kusarken öne doğru sarkıyor, elleriyle lavaboya tutunuyor, her çıkardığı parça ile boğazından gelen sesler villanın sessizliğini yarıyor, metal çerçeveli lavabonun kenarlarına çarpıyordu. Dudaklarının kenarından sümüksü iplikler sarkıyor, başını kaldırdığı her an, gözleri dehşetle açılıyor ve titriyordu.

Diğer polisler hâlâ cesedin yanında donakalmıştı. Bir süre sonra kusan polis yere çökmüş, titreyen elleriyle başını kavramıştı; gözlerinden yaş süzülüyordu, dudakları morarmıştı. Diğerleri hâlâ cesedin başında donup kalmış, ölümün ve travmanın her tıbbi detayını dehşetle izliyordu: kafatası kırıkları, beyin ezilmesi, yüz kaslarının parçalanması, boyun ve omurilik travması…

Cesedin başında kalan polis, titreyen parmaklarla telsizi ağzına kaldırdı:
— “Tüm birimler! Acil! Salona gelin… Tekrar ediyorum, acil salona gelin! Hikmet… Hikmet infaz edilmiş!”

Diğerleri, gözlerini cesetten ayıramıyor, kalpleri göğüs kafeslerini parçalarcasına çarpıyordu. Bu an, yıllardır alıştıkları işin sınırlarını fazlasıyla aşmıştı; nefes almak bile zor, düşünmek imkânsızdı. İçlerinden biri, gözleri donuk ve titrek, fısıldadı:
— “Böyle bir şey… insanın aklı almaz…”

Sessizlik, sadece nefes alıp vermeleriyle bozuluyordu. Ama korku hepsini felç etmişti; zaman, o an durmuş gibi geliyordu. Villanın içinde artık kan, ölüm ve sessizlik dışında hiçbir şey yoktu. Sanki görünmez bir gölge, karanlığın içinden nefeslerini kesiyor, adımlarını takip ediyordu.

Polisler birbirine bakıyor, kelimeler yetmiyordu; dehşet, tiksinti ve çaresizlik yüzlerinden okunuyordu. Her biri biliyordu.

Şeytanın eserine bakıyorlardı.

Sabahın ilk ışıkları perdenin aralığından sızıyor, odanın içine puslu, solgun bir aydınlık bırakıyordu. Alarm çalmaya başladığında Ahmet’in göz kapakları ağır bir şekilde aralandı. Sanki uykusundan değil, zihninde sürekli dönüp duran kabuslardan uyanıyordu. Telefonu kapattı; parmakları titrek, yüzü donuktu. Battaniyeyi tek hareketle itti, yatağın kenarında doğruldu.

Elleriyle gözlerini ovuşturdu, yorgun bir nefes verdi. Ayaklarını yere sarkıttığında halının tüyleri tenine sürtündü, o dokunuş bile ona yabancıymış gibi geldi. Birkaç saniye öylece oturdu, sanki kalkmak istemiyor, ama beyninin derinliklerinden gelen bir dürtü onu ayakta olmaya zorluyordu. Yavaşça doğruldu, giysi dolabına yöneldi.

Dolabın alt rafında duran siyah çantayı çıkardı. Fermuarı açarken metal dişlerin çıkardığı ses odada yankılandı. Çantanın içindekiler, Ahmet’in karşısına sessiz ama ölümcül bir anı gibi serildi: seri numarası kazınmış tabanca, susturucu, siyah eldivenler, kalın ipler, maskeler ve kutu kutu mermiler… Hepsi düzenliydi, hepsi hazırdı. Bunlar artık Hikmet’in değil, onun parçasıydı.

Bir süre öylece baktı. Çantanın içine bakan gözlerinde kararsızlıkla birlikte garip bir parıltı vardı. Sanki çanta, içinde sıradan bir eşya değil, bir kader saklıyordu. “Ne yapacağım şimdi?” diye fısıldadı kendi kendine. İçindeki seslerden biri silahı almasını söylerken, diğeri vazgeçmesi için çığlık atıyordu. Ama ikisini de susturdu. Çantayı kapattı.

Ağır adımlarla banyoya geçti. Tişörtünü çıkardı, ardından eşofmanını, en sonunda da boxerını. Duşakabini açıp içine girdi. Suyu açtığında önce buz gibi bir keskinlik tenine çarptı; nefesi kesildi. Sonra su yavaş yavaş ısındı, buhar kabini doldurdu. Ahmet başını arkaya yasladı, suyun damlaları yüzünden kayarken gözlerini kapattı. Sanki bedenini değil, ruhunu temizlemek istiyordu.

Dakikalarca suyun altında kaldı. Her damla, içinde biriken pisliği, işlediği günahları, zihnine saplanan görüntüleri silebilirmiş gibi hissediyordu. Ama ne kadar yıkansa da, omuzlarına yapışmış o görünmez yük gitmiyordu. Elini yüzünde gezdirirken aynaya baktı; buharlı camın arkasında beliren silueti tanıyamıyordu.

Birden aynadaki yansıması ona farklı geldi. Çenesinde gerginlik, gözlerinde karanlık bir derinlik vardı. Sanki karşısında sıradan Ahmet değil, bambaşka biri duruyordu. İçinden bir ses fısıldadı: “Bu silahlar senin malın artık."

Ahmet gözlerini kapattı, yüzünden aşağı akan suyla birlikte zihnindeki seslerden kurtulmaya çalıştı. Ama nafile… Silahların ağırlığı, banyoda bile omuzlarındaydı.

Duşu kapattığında, sadece bedenini değil, kararlarını da titrek bir soğukluk sarmıştı. Havluyu omzuna atıp odasına döndü, ama çantaya bakmaktan kendini alamadı. Çanta hâlâ orada, karanlığın ortasında sessiz bir tanık gibi duruyordu. Ahmet’in zihninde tek bir soru yankılanıyordu:

"Ne yapacağım?..”

Birkaç saat sonrasında cinayet masası.

Saat öğleye yaklaşmıştı. Karakolun loş ışıkları altında Ahmet, masasının başında oturuyordu. Oda sessizdi ama havada kâğıt ve bayat kahve kokusu ağır bir tabaka gibi asılıydı. Önünde yığılan evraklara bakıyordu; kalem her kağıda dokunduğunda zihni dağılıyor, satırların üzerindeki kelimeler eriyor, gözünün önünde tek bir yüz beliriyordu: Hikmet’in ölü bedeni.

İçinden, neredeyse duyulamayacak bir fısıltıyla tekrarladı:
— “Haklıydım… yapmak zorundaydım.”

Sessizliği ayak sesleri böldü. Selim, elinde birkaç dosyayla yaklaştı. Yorgundu ama dikkatliydi, sesinde alışılmadık bir yumuşaklık vardı:
— “Komiserim, istediğiniz dosyaları getirdim. Buyurun.”

Ahmet başını yavaşça çevirip ona baktı. Dudaklarının kenarında yapay bir gülümseme belirdi. Kendi bile rahatsız oldu bundan, ama bozmadı:
— “Teşekkür ederim Selim. Yakında yeni bir dosya önüne gelir elbet. Kafanı çok yorma.”

Selim’in gözleri yere kaydı. İç çekerek konuştu:
— “Anladım komiserim.”

Sonra sessizce masasına çekildi. Ahmet ise hâlâ Hikmet’in yüzüne saplanmıştı. Haberlerde defalarca izlediği görüntüler zihninden silinmiyordu. Organize baskını, yakalanan mafya üyeleri… Ama perde arkasında kimsenin görmediği gerçeği o biliyordu. Hikmet’i öldüren oydu. Ve artık iki şey vardı içinde: yakalanma korkusu ve kusursuz işin verdiği o karanlık gurur.

Kalemi masaya bıraktı. Sandalyesi gıcırdayarak geriye kaydı. Ayağa kalktı. Koridorda yürürken karşılaştığı birkaç çalışana kısa bir bakış attı, ama yüzü taş gibi donuktu. Merdivenlere yöneldi. Her basamakta göğsünde bir ağırlık, kulaklarında kendi kalp atışları vardı.

Üst kata çıktığında parlak ışık gözlerini kamaştırdı. Kameraman ve spiker, sahneyi hazırlamıştı. Muzaffer Başkomiser, ışıkların ortasında parlıyordu. Spiker mikrofonu ona uzatmıştı. Muzaffer’in sesi tok, kendinden emin ve keskin çıktı:
— “Yani kısaca Bilal Meşe ölmemişti. Tüm bu süreç, başından beri planımızın bir parçasıydı. Başarıyla yürüttüğümüz operasyon sayesinde örgüt ağır darbe aldı. En kritik isimler yakalandı. Bu, ekip çalışmasının ve doğru stratejinin sonucudur.”

Spiker heyecanla araya girdi:
— “Gerçekten büyük bir başarı Başkomiserim. Kamuoyu bu operasyonun arkasındaki aklı merak ediyor. Böylesi planlı bir operasyon… kimden çıktı?”

Muzaffer’in gözleri hafifçe parladı, dudakları gururla kıvrıldı:
— “Bazen zekâ ve sabır, silahlardan çok daha güçlüdür. Bu operasyonda bunu gösterdik. Evet, büyük riskler aldık ama doğru kararları verdik. O kararları vermek cesaret ister. Bu cesaret, doğru zamanda, doğru kişide olmalıydı. İşte farkı yaratan buydu.”

Ahmet’in çenesi kilitlendi. İçinden bağırmak geldi: “Planı ben kurdum, hepsini ben yaptım!” Ama sustu. Öfkesini bastırdı. Yüzü taş gibi dondu. Sessizce kalabalığın arasından sıyrıldı, Organize Şube’nin ofisine girdi. Sonra Muzaffer’in odasına geçti ve içeride karanlıkta beklemeye başladı.

Kapı açıldı. Muzaffer içeri girdi. Kameraların önünde nasıl kibirliyse, burada da aynıydı. Kravatını düzeltti, gömleğini çekiştirdi. Aynadaki yansımasına bakar gibi gururla yürüyordu.

Ahmet, sessizliği bozdu:
— “Az önce spikere anlattıklarınızı duydum. Harika iş çıkardınız efendim.”

Muzaffer gururlu bir kahkaha attı, sonra alçak bir sesle devam etti:
— “Evet, kolay değildi. Ama bak, sonunda her şey istediğim gibi oldu. Basın da halk da bu işin kahramanını biliyor artık. Bizim ekip yıllardır böyle bir zafer görmedi. Adım daha çok duyulacak, bundan emin olabilirsin.”

Ahmet’in dudakları kasıldı, bakışlarını yere indirdi. Sesini titrek olmayan, ama derinden gelen bir tonda çıkardı:
— “Peki… Hikmet’in ölümü hakkında ne düşünüyorsunuz?”

Muzaffer bir an durdu. Gözlerini Ahmet’e dikti. Sonra ilgisiz bir edayla omuzlarını silkti:
— “Doğrusu ben de anlamadım Ahmet. O iş hâlâ çözümsüz. Hikmet infaz edilmiş. Kim yaptı, neden yaptı… en ufak bir fikrim yok. Delil sıfır. Tek kişinin işi gibi görünüyor.”

Masasının kenarına yaslandı, parmaklarını masaya vurarak konuştu:
— “Ama bir detay var. Katil, cinayeti kaydetmiş. Bir kaset bırakmış. Böyle bir cesareti… doğrusu şaşırtıcı buluyorum. Bu dava yakında Cinayet Büro’ya geçer. Organize’nin işi değil. Bizim sahamızdan çıktı.”

Ahmet başını hafifçe eğdi. Dudaklarının kenarında neredeyse görünmez bir kıvrım belirdi. Sesi alçak, kısık bir fısıltı gibiydi:
— “Yapan kişi… iyiymiş.”

Muzaffer, gözlerini kısmış, dikkatle bakıyordu. Sonra gülümseyerek onayladı:
— “Kesinlikle. Profesyonel bir iş. İz yok, kanıt yok. Sanki gölgelerden çıkmış, işini yapmış ve tekrar karanlığa dönmüş gibi. Böyle birini daha önce görmedim. Bu seviyede olan biri… gerçekten ürkütücü.”

Ahmet’in gözlerinde kısa bir anlık parıltı belirdi. İçinde gururun soğuk ateşi yandı. Yüzünü çabuk toparladı, bakışlarını yere indirdi. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümseme kaldı. Başını kaldırıp resmi bir tonla konuştu:
— “Anladım efendim. Cevaplarınız için teşekkür ederim.”

Muzaffer sandalyeye oturdu, koltuğunda arkasına yaslandı. Sesinde kibirli bir rahatlık vardı:
— “İyi iş çıkardın Ahmet. Devam et böyle.

Ahmet sessizce ayağa kalktı. Kapıya yöneldi. Elini tokmağına koyarken Muzaffer hâlâ aynadaki yansımasına bakar gibi, gururla kendini süzüyordu. Ahmet kapıyı açtı, koridorun loş ışığına adım attı.

Adımları yankılanırken içinde boğucu bir karmaşa vardı. Öfke, kıskançlık ve derin bir tatmin birbirine karışıyordu. Muzaffer tüm zaferi kendine mal ediyordu. Ama gerçeği yalnızca Ahmet biliyordu. Ve o sır, kalbinin derinlerinde buz gibi ağır bir taş gibi duruyordu.

Kendi kendine, alçak bir fısıltıyla konuştu:
— “Ne sen biliyorsun… ne de başkası.”

Ofisine geri döner.

Akşam saatleri mesai sonu.

Akşam, karakolun loş ışıkları birer birer sönmeye başlamıştı. Günün yorgunluğu binanın duvarlarına sinmişti; sessizlik, rutubet kokusuyla birlikte ağır bir perde gibi çökmüştü. Ahmet masasında oturuyordu. Kalemi kâğıdın üzerinde geziniyor ama hiçbir harf anlam kazanmıyordu. Gözleri evrakların üzerinden kayıyor, her satır bulanıklaşıyor, zihninde tek bir şey kalıyordu: Hikmet’in olmayan yüzü.

“Hikmet Oral cinayeti…”
“…masaya bırakılan kaset…”
“…hiçbir iz bulunamadı…”

Ekranlardan taşan haber cümleleri zihninde yankılandıkça dudaklarının kenarında acı bir kıvrım oluşuyordu. Hepsi onun eseriydi. Ve kimse bilmiyordu. Bu sır, karanlık bir define gibi sadece ona aitti. Bir yanıyla gururlanıyor, diğer yanıyla ise içinde kabaran yalnızlık dalgasında boğuluyordu.

Yavaşça derin bir nefes aldı, alnındaki damar gerildi. İçinde iki ses çarpışıyordu. Biri, “Sen kusursuzsun, sen gölgesiz bir katilsin” diye fısıldıyordu. Diğeri, titrek ama hâlâ canlıydı: “Sen hâlâ insansın… hâlâ geri dönebilirsin.”

Ahmet başını kaldırdı, boş masalara baktı. Koridorlardan ayak sesleri çekilmişti, gürültü çoktan yerini ölü bir sessizliğe bırakmıştı. Çantasını toplarken eli dosyalara dokundu ama hiçbirine bakmadı; kalemler, notlar, evraklar… hepsi anlamsız yığınlardan ibaretti artık. Onları sürükler gibi çantasına attı.

Ayağa kalktığında sandalyesi gıcırdadı, ses loş odada yankılandı. O an, gürültünün bile rahatsızlık verecek kadar keskin olduğunu fark etti. Artık her şey fazlaydı.

Koridora çıktı. Loş lambaların altında yürürken her adımı zemine ağır bir mühür gibi düşüyordu. Ayak sesleri, boş duvarlarda yankılandıkça sanki kendi varlığını ele veriyordu. Birkaç polis kahkaha atarak yanından geçti; Ahmet başını kaldırmadı, onları görmedi bile. Onların sıradan hayatlarına dönüyor oluşu, kendi içindeki boşluğu daha da derinleştiriyordu. Onların gündeliği vardı. Onun gündeliği ölmüştü.

Çıkış kapısına ulaştığında rüzgârın serinliği yüzüne çarptı. Bir an durdu, derin bir nefes aldı. Gökyüzü kararmış, şehir kara bir dumanın içinde nefes alıyordu. Ahmet, bu manzaraya bakarken yüzünde hiçbir duygu yoktu. Ne öfke, ne sevinç, ne de huzur. Sadece boşluk.

Arabaya yürüdü. Her adımı bir ölü gibi ağırdı. Anahtarı cebinden çıkarırken, metali avucunda soğuk bir diken gibi hissetti. Kapıyı açtı. Oturup kapıyı kapattığında arabanın içindeki sessizlik, dışarıdakinden daha boğucuydu. Ellerini direksiyona koydu, gözlerini kapadı.

Muzaffer’in yüzü zihnine saplandı. Kameraların önünde parlayan kibirli gülüşü, kendine mal ettiği başarılar. Ahmet’in boğazı düğümlendi. İçinden, bağıra bağıra haykırmak istedi:
“Planı ben yaptım, kanı ben döktüm, gölgelerde yürüyen bendim! Ama alkışı sen aldın.”

Ama ses çıkmadı. İçinde kaldı. Arabanın içinde sadece ağır nefesi vardı.

Direksiyona yaslandı. Elleri beyaza dönmüştü, parmak eklemleri çatırdayacak gibiydi. Motoru çalıştırdı. Araba, derin bir iniltiyle titredi. Şehir ışıkları önünde uzanırken camdan yansıyan yüzüne baktı. Yabancı bir yüzdü. Çizgileri daha keskin, bakışları daha boştu.

Bir an fısıldadı:
— “Ben hâlâ insanım… değil mi?”

Ama göğsünün derinliklerinden buz gibi bir yankı geldi:
— “Olmak zorundasın."

O an dudaklarının kenarında beliren gölge gibi gülümseme, karanlık bir mührü andırıyordu. Vitesi kavradı, arabayı geceye sürdü.

Ahmet evinin sokağına girdiğinde gece, şehrin üstüne serilmiş siyah bir muşamba gibiydi. Farları kapatırken rüzgâr, kaldırım kenarındaki plastik poşetleri sürükleyip duvara çarpıyor, lambaların solgun ışığı asfaltın üzerinde titrek lekelere bölünüyordu. Arabayı apartmanın önüne yanaştırdı; vites boşa, el freni, anahtarın “tık” eden sesi. O küçük ses bile kabinin içinde yankılandı sanki. Direksiyona iki eliyle tutunup birkaç saniye öylece kaldı. İçinde bir şey, eve çıkmayı reddediyordu; bir başka şey, “gidecek yerin yok” diye fısıldıyordu.

Kapıyı açtı. Soğuk hava yüzüne vurdu. Merdivenlere ağır, ölçülü adımlarla yöneldi. Apartmanın koridoru nem kokuyordu; duvar boyaları kabarmış, köşelerde kurumuş pas lekeleri vardı. Mermer basamaklarda ayak sesleri ince bir yankı halinde döndü, dönüp geldi; o yankı, zihnindeki uğultuyla birleşti. “Adımlarım bile bana ihanet ediyor,” diye geçirdi içinden; sanki bastığı her taş, ondan bir sır koparıp zemine işliyordu.

Kapıyı açtığında evin sessizliği, üzerine kalın bir battaniye gibi çöktü. Karanlığın içinden gelen tek ses, buzdolabının sabit uğultusuydu. Çantasını kanepeye bıraktı; montunu çıkarmadan odanın ortasında durdu. Evin her köşesi tanıdıktı ama yabancıydı; sanki burada yaşıyor değil de birinin evini izinsiz arıyordu.

Mutfağa geçti. Ampulün sarı ışığı altında gölgesi duvarda eğrilip büküldü. Buzdolabını açtı; yüzüne soğuk hava üfledi. İştahı yoktu. Bir şişe su aldı, kapağını bile çevirmeden oturma odasına döndü. Perdeler kapalıydı; salon neredeyse bir bekleme odası kadar ruhsuzdu. Kumandaya baktı, parmakları tereddütle uzandı, tuşa bastı.

Ekran karardı, sonra haber spikerinin tınısı odayı doldurdu: — “Hikmet Oral cinayeti soruşturmasında yeni gelişme yok… Masaya bırakılan kaset, uzmanlarca inceleniyor. Fail hâlâ meçhul. Cinayetin profesyonelce işlendiği düşünülüyor.”

Cümle, Ahmet’in göğsüne bir çivi gibi saplandı. Kaşları birbirine yaklaştı; nefesi daraldı: — “Yeter be… yeter!” dedi, dişlerinin arasından. “Ben biliyorum, ben.”

Kanal değiştirdi. Bir anlık sessizlik. Sonra başka bir haberin görseli belirdi; kırmızı alt yazı kayıyordu: “Ünlü film sekreteri Sevil Güneş hakkında şok iddialar.”

Spiker ciddiyetle konuştu:
— “Ünlü film sekreteri Sevil Güneş hakkında ortaya atılan iddialar, hem sinema dünyasını hem de kamuoyunu sarstı. İddiaya göre Güneş, yıllarca çalıştığı yapım şirketinde, devletin sinema fonlarından ayrılan milyonlarca lirayı sahte projeler üzerinden zimmetine geçirdi. Kültür Bakanlığı’nın gizli raporuna göre, 27 devlet destekli filmden 9’u hiç çekilmediği halde ödemeler yapılmış. Bazı sahte projeler için devlet desteği alındığı hâlde hiçbir üretim gerçekleştirilmemiş. Yapım şirketiyle yapılan sözleşmelerde, imzaların sahte olabileceğine dair ciddi şüpheler bulunuyor.

Dahası, Güneş’in zimmetine geçirdiği paraların bir kısmını yurtdışına ‘bağış’ adı altında aktararak kara para akladığı öne sürülüyor. Belgeler, bu bağışların çoğunun Karayipler’de kurulu hayali derneklere yönlendirildiğini gösteriyor. Kültür Bakanlığı’na yakın kaynaklar, yıllardır kaybolan bütçelerin izinin bu olayla örtüştüğünü belirtiyor.

Raporda adı geçen bir şirket çalışanı, isminin açıklanmaması şartıyla şunları söyledi: ‘Herkes Sevil Hanım’ın perde arkasında güçlü olduğunu bilirdi. Ama hiç kimse, bunun devlet paralarıyla yapıldığını tahmin edemezdi. İşten çıkarılan bazı arkadaşlarımız konuşmamaları için tehdit edildi.’

Sevil Güneş’in bugüne dek sanat dünyasında yardımsever, sektörün ‘abla figürü’ olarak tanınması ise iddiaları daha da çarpıcı hâle getiriyor. Henüz resmî bir kanıt yok, ama doğrulanırsa, bu skandal devlet destekli sanat fonlarının tarihindeki en büyük yolsuzluk vakası olarak kayıtlara geçecek.”

Ahmet’in göz bebekleri büyüdü. Koltuğun ucuna geldi; omuzları öne düştü. Spikerin her kelimesi, beyninde zaafların ve fırsatların haritasını çiziyordu. Ekrandaki kadının fotoğrafı—gülümseyen, özgüveni yüzünden taşan—ona bir maske gibi göründü. “Maske,” diye geçirdi içinden. “Herkesin yüzünde aynı maske.”

Bir anda kalktı. Salonun loşluğundan, yatak odasının daha da loş karanlığına geçti. Dolabın karşısında durdu. Elleri kapakların kenarına yapıştı; parmak eklemleri gerildi, damarları belirginleşti. Sonra kararlı bir hareketle kapakları açtı, üst raftan siyah, ağır çantayı indirdi. Yatağın üzerine bıraktı. Fermuarı yavaşça açtı; dişlilerin “zzzz” sesi odanın içinde, kalp atışı gibi gezindi.

İçerisi düzenliydi. Silah. Susturucu. A kalitede eldivenler. Maskeler. Ayakları, saçları, nefesi bile yok eden kapamalar. Siyah bir tetikçi tulumu; yüzü, şekli, bedeni nötrleştirecek kadar isimsiz. Yanında temizleme setleri: tek kullanımlık, iz bırakmamak için tasarlanmış bezler, kalın naylon örtüler, numaralandırılmış etiket ve zarflar, çift kilitli poşetler, bir el feneri, katlanır el aletleri, sessiz bant ruloları. Her şey yerli yerinde; hiçbir şey hikâye anlatmıyor, her şey hikâyeyi siliyordu.

Ahmet tabancayı eline aldı. Metalin soğuğu, parmaklarının sıcaklığını sömürdü. Susturucunun mat yüzeyinde kendi bulanık yansımasını gördü: yorgun gözler, uykusuzluk çizgileri, içinde dönüp duran karanlık bir kıvılcım.

Kafasının içi, birden derin bir kuyu gibi oldu; sesler o kuyunun duvarlarından yansıyarak geri geldi:
“Bu kadın yıllarca başkalarının üstüne basmış. Herkes bunu biliyor, kimse söylemiyor. Yasal olan ile haklı olan arasında bir çukur var; ben, o çukurda duruyorum.”
“Bir kaset daha… Karanlıktan çıkıp kelimelerle birini çivilemek. Onu kendi sesiyle gömmek. İnsanlar izleyecek. Konuşacak. ‘Kim yaptı?’ diye soracaklar.”
“Peki ya polis? Dosya organizeye mi düşer, cinayete mi? Kim kimin payını alır? Manşetlerde hangi isim parıldar?”
“Beni alkışlamasınlar, adımı bilmesinler. Ama bilsinler ki bir el var; kötü olanı yerinden söken bir el. Kendimi ikna etmem gereken tek kişi benim.”

Bir an silahı havada tuttu; sonra çantanın içine yavaşça bıraktı. Ne fermuarı çekti, ne çantayı dolaba koydu. Yatağın üstünde, ağzı açık bir sır gibi kaldı.

Pencereye yürüdü. Perdeyi iki parmağıyla araladı. Dışarıda sokak lambası, tek başına nöbet tutuyordu. Rüzgâr kaldırıma inmiş yaprakları sürüklüyor, kaldırım taşlarının arasına itiyordu. Ahmet, camdaki yansımasına baktı: karanlığın içinden kesik bir nefes.

Fısıltıyla konuştu, sanki biri duymalıymış gibi: — “O adamı—o kadını—kaset stili ile indirirsem… benim hakkımda ne düşünecekler? Davayı organize mi alır, cinayet büro mu? İnsanlar konuşursa ben ne hissederim?”

Göğsüne iki elini koydu. Kalbi, sanki kaburgalarını içten iterek dışarı çıkmak istiyor gibiydi. Bir an nefesi yetmedi; boğazını sıkan görünmez bir halka. Gözleri parladı; bu parıltı, ateşi de andırıyordu, buzu da.

— “Son bir tane,” diye fısıldadı. “Hak edene. Ben… ben normalim. Onlar değil.”

Sözler ağzından çıkarken bile kendi kulaklarına yabancı geldi. Bacakları boşaldı, yavaşça yere çöktü. Sırtını yatağın kenarına yasladı; parmakları halının tüylerinde amaçsızca gezindi. Gülümsemek ile dişlerini göstermek arasında, çizgi kadar ince ve tehlikeli bir ifadeyle kaldı.

Kendi kendine, dudakları kıpırdayarak: — “Haklıyım,” dedi. “Sadece bir pislik. Başka bir şey değil.”

Yüz kasları kıpırdadı; gözleri, içinde bir yerlerdeki kıraç ovaya bakar gibi boşaldı. Mimikleri coştu, sonra birden duruldu; sanki düşünceleri, beyninin içinden çekilip dışarıdaki gecenin içine sızmıştı. Çantanın açık fermuarı, odanın ortasında kalmış bir kesik çizgi gibiydi; tamamlanmamış bir cümle, atılmamış bir imza.

Televizyonda spiker hâlâ konuşuyordu: — “İddialar araştırılıyor, kamuoyu açıklama bekliyor…”

Ahmet başını yana çevirdi, o metalik sesi dinledi. “Açıklama,” diye mırıldandı. “Herkes açıklama bekliyor. Bense, sessizliği.”

Vitrindeki bardakta, sarı ışık ince bir halka bırakmıştı. Buzdolabının uğultusu, uzakta geçen bir tren gibi sürüp gitti. Ahmet, yerden kalkmadı. Çantayı kapatmadı. Geceyi kapatamadı. Sadece oturdu—kalbi, aklı ve gölgesi birbirine dolanmış halde—ve içeriden içeriye, kimseye duyurmadan bir söz verdi:

“Eğer bir daha yaparsam…"

Kafasını iki yöne sallar. Ellerin arasına alır.

"bu, bir alışkanlık değil Ahmet birdaha olmayacak."

Sonra tekrar sustu. Yalnızlığı, odanın duvarlarına sessiz bir yırtık gibi yayıldı. Dışarıda rüzgâr, plastik bir poşeti kaldırım boyunca biraz daha sürükledi. İçeride, Ahmet’in gözleri karanlığa alıştı; düşünceleri ise hâlâ ışıkla karanlığın tam arasında, keskin ve kaygan bir çizgide dengede duruyordu.

2 hafta sonra, gece yarısıydı.

Etraf öyle sessizdi ki, sanki dünya nefesini tutmuştu. Köpekler derin uykularında kıpırdamıyor, kediler sessizce kıvrılmış, insanlar evlerinin karanlığında rüyaların içinde kaybolmuştu. Bu sessizlik Ahmet’in her hareketini daha da keskinleştiriyor, kalbinin her vuruşunu, nefesinin her titremesini duyuruyordu.

Mutfağın loş ışığında Ahmet, masanın başında oturuyordu. Masanın üzerinde silah, susturucu, eldivenler ve gerekirse yüzünü tamamen kapatacak küçük maskesi, bir ritüelin adımları gibi özenle yerleştirilmişti. Yanında, iz bırakmamak için hazırladığı kompakt temizlik çantası duruyordu; her fırça, bez ve kimyasal küçük bir amaca hizmet ediyor, sessizliğin içinde sırıtıyordu. Lambanın soluk ışığı, metal yüzeyleri ve plastik kasaları titrek bir şekilde parlatıyor; uzun gölgeler mutfak duvarlarında dans ediyor, sanki karanlık kendi kurallarını yazıyordu.

Ahmet’in gözleri masadaki kağıtlardan, zihnindeki planlara kaydı. Sevil Güneş’in evi, şehrin kenarındaki zengin bir mahallede, müstakil bir villa tarzındaydı. Yüksek duvarlar, kısıtlı ışıklar ve yok sayılabilecek güvenlik önlemleri, Ahmet’e sessiz bir giriş fırsatı veriyordu. Evde gizli kameralar vardı: salonun köşeleri, mutfak ve yatak odası… Hepsi Sevil’in tabletine bağlıydı; her bir kayıt, her bir açı, Ahmet’in planının birer parçaydı.

Derin bir nefes aldı. Plan kafasında bir kez daha canlandı: Banyodan girecek, ikinci katın hep açık olan küçük penceresini sessizce açacak, ayak seslerini minimuma indirgeyecekti. Koridorları tek tek geçecek, yatak odasına yaklaşmadan önce salon ve mutfaktaki kameraları gözlemleyecek, gerekirse geçici olarak devre dışı bırakacaktı. Tableti bulacak, yanında götürüp özel bir teknikle yok edecekti: cihazı kontrollü bir şekilde ısıtarak anakartın bağlantı noktalarını eritecek, kasasını paramparça edecek ve polisin kurtaramayacağı şekilde işlevsiz hâle getirecekti. Her adım sessiz, her adım kararlı, her adım gölgeyle uyumlu olmalıydı.

Bir an durdu. Elini alnına götürdü, gözlerini kapattı. Kalbi deli gibi çarpıyor, nefesi kısa ve kesik kesikti. “Bu… bu son,” dedi fısıltıyla, dudakları titreyerek. “Başka cinayet olmayacak… sadece bir kişi. Yemin ederim.” Mutluluk ve korku arasında gerilimli bir sessizlik vardı; kabullenmişti.

Parmakları masadaki ekipmanların üzerinde gezindi. Silahı eline aldı, susturucuyu yerine taktı, maskeyi kontrol etti. Metalin soğuk yüzeyini hissetti, her parçası zihninde bir ritim oluşturuyordu; titizlik, soğukkanlılık ve kararlılık birleşmişti. Ardından ekipmanlarını topladı: kapının önündeki kamerayı, kasedini ve tripodunu dikkatle aldı. Lambayı kapattı; karanlık Ahmet’i yutuyor, nefes alışverişiyle birlikte sessizlikteki gerilimi duyumsatıyordu.

Kapısını sessizce açtı, dışarı adım attı ve anahtarla kilitledi. Asansöre yöneldi; birkaç saniye bekledi, nefesini kontrol etti, planını kafasında bir kez daha prova etti. Asansör aşağı inmişti; kapısı açıldı, Ahmet sessizce adım attı. Apartman kapısını açtı, bahçeden geçerek arabasının önüne ulaştı. Kamera tripodunu arka koltuğa yerleştirdi, çantasını yanına aldı. Arabaya yavaşça oturdu; elleri direksiyon simidine sıkıca kenetlendi. Dikiz aynasında gözlerindeki parıltıyı gördü: hem soğukkanlılık hem de gerilim vardı bakışlarında.

Motoru çalıştırdı; sessiz araba geceyi böldü. Pedalın üzerinde nefesini tuttu, son bir kez olası her senaryoyu gözden geçirdi. Tereddüt kısa sürdü. Kalbini sıkıca yumrukladı, gözlerini kararlı bir şekilde açtı ve gaza bastı. Araba, sessizce gecenin içine süzüldü; Ahmet’in zihninde karanlık bir adrenalin, kusursuz bir plan ve titrek bir heyecan birleşmişti. Gelecek, tamamen onun ellerindeydi.

6. Bölüm sonu




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu