Bölüm 5
Salonun havası ağırdı; kapalı perdelerin arasından sızamayan gün ışığı, odanın orta yerinde mavi-beyaz bir televizyon parıltısına teslim olmuştu. Toz zerreleri ekrandan taşan ışıkta yavaşça dönüyor, sessizlik arada bir iplerin gıcırdamasıyla yırtılıyordu.
Ortada, kalın iple beline ve bileklerine sabitlenmiş bir sandalyede Hikmet vardı. Başının arkasındaki yarıktan ince bir kan, ense kökünde koyu bir çizgi olup gömleğine damlıyor; başı yana düşmüş, hırıltılı, ağır nefeslerle bilince tırmanmaya çalışıyordu.
Koltukta Ahmet… Bir bacağı diğerinin üzerinde, elinde kumanda. Gözleri kıpırdamadan televizyona dikilmişti. Ekranda haber spikeri değil, İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Şube Müdürü Muzaffer vardı; parlak kürsü ışıkları yüzünü sertleştiriyor, sesi ise o sertliğin altından titrek bir çizgi gibi kaçıp duruyordu.
Muzaffer, mikrofonu yaklaştırıp kalabalığa bastıra bastıra konuştu: — Basın mensupları, İstanbul halkı… Şunu en başta söyleyeyim: Bu iş bitmedi. Bugün öğle saatlerinde Emniyet binasında, kamuoyunun yakından tanıdığı Bilal Meşe ölü bulunmuştur. Evet, karakol sınırları içinde. Evet, onlarca polis memurunun ortasında. Elde tek bir kayıt yok. Tek bir görgü tanığı yok. Peki bu nasıl oldu? Bu soruyu biz soruyoruz, cevabını da bulacağız.
Sözler çelik gibiydi ama elindeki kağıdı tutan parmaklarının eklemleri bembeyaz kesilmişti. Gözünün kenarındaki kas seğirdi; boğazını temizledi, tonunu daha da yükseltti: — Emniyetin kalbinde böyle bir leke, devletin itibarına sürülmüş bir gölgedir. İç denetim başlatıldı; disiplin işlemleri yürütülüyor. Hiç kimse, rütbesi ne olursa olsun, sorumluluktan kaçamayacak. Bu şehir bizden hesap soruyor, biz de o hesabı vereceğiz. Tekrar ediyorum: Hiçbir şey kapanmadı.
Cümle bittiğinde gözlerinde bir anlık boşluk belirdi; söylemesi gerekeni söylemiş, yapamayacağını da yüzündeki yorgunlukla açık etmişti.
Ahmet, kumandanın ses tuşuna bir kez daha bastı; metalik bir “bip” duyuldu. Televizyonun ışığı, yüzündeki çizgileri daha sert gösterdi. Kısa, kuru bir kahkaha attı; kahkaha, perdelerin arasında dolaşıp sönümlenen bir yankıya dönüştü.
Sandalyedeki beden kımıldadı. Hikmet’in başı sağa sola salınırken ipler gıcırdadı; kanın demir kokusu, eski ahşabın rutubetine karıştı. Ahmet başını yavaşça çevirdi, dudağının kenarı sinsice kıvrıldı: — Ooo… Hikmet’im… Uyanmaya mı niyetlendin?
Hikmet, göz kapaklarını yarım aralayabildi. Kurumuş dudakları kıpırdadı, ses boğazına takıldı; hırıltı. Ter, alnından yanağına çizgi çizgi aktı.
Ahmet kumandayı sehpanın kenarına bıraktı. Sessizce ayağa kalktı, koridora yürüdü. Geri geldiğinde elinde, ayaklarında boyalı çizikler olan eski bir tripod ve çizikleri parıldayan analog bir kamera vardı. Tripodun ayaklarını açtıkça parkeler “çıt” diye inledi; metal kafayı kilitleyip kamerayı oturttu.
Kameranın gövdesinde solmuş bir çıkartma: “Babandan sana – Ahmet”.
Ahmet eğilip objektife baktı; kayıt ışığı kapalıydı. Düğmeye bilinçli biçimde dokunmadı. Önce gözüyle kadrajı ölçtü, sehpayı bir parmak sağa sürüdü, boyunu bir tık alçalttı.
Yarım adım geri çekildi, düşük bir sesle kameraya konuştu: — Bu… babamdan kalma. Biliyor musun Hikmet? Ne para kaldı, ne silah… Bir tek bu. Ve komik olan şu: En çok yalanı, en çok gerçeği bu alet kaydetti hayatımda.
Omzunu silkti, başını yana eğdi.
— Ama daha kayda almadım. Acele yok. Önce senin yüzünü doğru ayarlayalım.
Tripodu bir santim daha çevirdi; sandalyedeki Hikmet, kadrajın merkezine oturdu.
Hikmet nihayet kendine geldi, sesi çatlayarak çıktı: — Ahmet… ne yapıyorsun lan? Bilal’i öldürdün işte… Bitti o iş… Anlaşma buydu. Benimle derdin ne?
Ahmet, yavaşça yaklaştı. Gölgesi Hikmet’in göğsüne düştü. Eğilip gözlerinin içine baktı; gözleri buz gibiydi, dudaklarında acımsı bir sırıtış: — Aslında o iş… öyle değil.
Hikmet’in bakışı bir anda keskinleşti; iplerin içinde kıpırdanmaya çalıştı, sandalye gıcırdadı: — Nasıl lan?! Adam öldü işte! Haberler… herkes…
Ahmet kısa, kesik bir kahkaha attı. Elyaf dokulu siyah eldiveninin içi gerildi; elini uzatıp Hikmet’in çenesinden yakaladı, başını yukarı zorladı: — Ulan Hikmet… hâlâ televizyona mı inanıyorsun? Müdür bağırınca doğru mu oluyor? Hem bağırıp hem hiçbir bok yapmayacağını yüzünden okumuyor musun? Hepsi süs, hepsi makyaj. Oyun.
Kameraya göz ucuyla baktı; REC ışığı hâlâ sönüktü. Ahmet, başparmağını düğmenin üzerinde gezdirdi ama basmadı. Derin bir nefes aldı, sesini alçaltıp neredeyse fısıltıya çevirdi: — Neyse… anlatayım da, öyle geber.
Bir an durdu. Televizyonun mavi beyaz parıltısı yüz hatlarını yontar gibi kesti; dudağındaki alay sönüp yerini taş kesilmiş bir ciddiyete bıraktı. Kaşlarının arasındaki çizgi derinleşti, gözbebekleri sabitlendi. Odanın uğultusu geri çekildi; sadece nefesler kaldı.
Ahmet, kamerayla Hikmet’in arasına görünmez bir çizgi çekilmiş gibi, iki tarafa da aynı mesafeden baktı. Başını çok az, onaylar gibi salladı. — Çünkü sen… hiçbir şey bilmiyorsun.
Başparmağı REC düğmesinin tepesinde bekledi; ışık hâlâ kapalıydı. Basmamıştı.
— Şimdi… öğreneceksin.
Bugün öğlen, olaydan hemen önce.
Arka odanın kapısı ağır bir gıcırtıyla açıldı. İçeriden sigara, rutubet ve eski dosya kokusu yayıldı. Masanın ardında, organize şubenin başkomiseri Muzaffer oturuyordu. Üzerinde ütüsü çoktan bozulmuş lacivert gömlek vardı, kolları dirseklerine kadar sıvanmış, damarları belirginleşmişti. Saçlarının arasında kırlar vardı ama bakışları hâlâ sert, hâlâ keskin… yılların otoritesini taşıyan bir yüz.
Muzaffer, önündeki dosyayı kapattı. Gözlüklerinin üzerinden Ahmet’e baktı. Sesi kalın, ağır ve şaşkınlığa yakın bir tonda çıktı:
— Ahmet…
Ahmet, gözlerini yere indirdi. Derin bir nefes aldı. Sonra yavaşça kaldırdı. Yüzünde hiçbir duygu yoktu; ne korku, ne pişmanlık. Sadece buz gibi bir kararlılık. Sanki çehresine bir maske yapışmıştı.
Bir adım attı. Ellerini beline götürdü, parmakları gömleğinin altındaki tabancaya yaklaştı. Muzaffer’in gözleri o anda Ahmet’in ellerine kaydı. Ofisin içindeki hava sıkıştı. Oksijen çekilmiş, geriye yalnızca gerilimin keskinliği kalmış gibiydi.
Ahmet’in kalbi deli gibi atıyordu. Ama yüzünde tek bir kıpırtı yoktu.
Sessizliği Ahmet bozdu. Sesi alçak ama kararlıydı:
— Efendim… Bilal ile ilgili size bir tavsiye vermek istiyorum.
Muzaffer’in kaşları çatıldı. Dudaklarının kenarından sert bir nefes verdi.
— Evladım, sen cinayet şubesinde değil misin? Ne tavsiyesi vereceksin bana?
Ahmet’in dudakları hafifçe titredi ama hemen toparlandı.
— Biliyorum efendim… ama bu çok önemli. Bütün İstanbul, Bilal’i öldürmeyi planlıyor. Eğer izin verirseniz size bir yol gösterebilirim. Hem işiniz kolay olur, hem de bu kadar uğraş boşa gitmez.
Muzaffer arkasına yaslandı. Yorgun bir iç çekti. Çekmeceden sigarasını çıkardı, çakmağı şaklattı. Alevin sarı ışığı yüzündeki kırışıklıkları daha da belirginleştirdi. İlk nefesi ciğerlerine çekti. Duman, gri bir perde gibi aralarına yayıldı. Dudaklarının kenarında alaycı bir gülümseme belirdi.
— Normalde böyle şeylere kulak asmam. Ama merak ettim. Hadi anlat. Hele senden duymak… çok daha farklı olacak.
Ahmet derin bir nefes aldı. Boğazı kuruydu. Sanki bu an için günlerdir hazırlanıyordu.
— Efendim… bence Bilal’i öldürmeliyiz.
Muzaffer’in boğazına duman kaçtı. Şiddetle öksürdü.
— Öhö! Öhö! Oğlum, kafayı mı yedin sen?!
Ahmet ellerini öne kaldırdı, hızlıca toparladı.
— Hayır! Kanlı bir cinayet değil! Silahla değil, bıçakla değil! Onu medyada öldüreceğiz. Haberlerde öldüreceğiz. Hem de imkânsız bir cinayetle.
Muzaffer gözlüğünü çıkardı. Çakmak gibi yanan gözleri Ahmet’e dikildi.
— Allah için benimle alay etme. Nasıl yapacaz böyle bir şeyi?
Ahmet dimdik durdu. Kelimeleri tane tane söyledi:
— Bilal… sanki sorgudan önce ölmüş gibi gösterilecek. Ama aslında sorguya başlamış olacaksınız. Böylece kimse onun ağzından tek kelime duyamayacak. Çünkü herkes biliyor… Bilal konuşacak.
Muzaffer’in sesi bıçak gibi keskinleşti.
— Yoo! Kimse bilmiyor!
Ahmet bir adım daha attı. Gözlerini ayırmadan konuştu:
— Biliyor efendim. Hikmet Oral… size göre bir uyuşturucu imparatoru. Ama kanıt yok. Bilal onun ortağıydı. Yakalanmadı. Ve şimdi… sizin planınızı biliyor. Herkese anlatmış durumda.
Muzaffer birden yerinden fırladı. Sandalyesi arkaya devrildi, zeminde gürültüyle sürüklendi. Masaya yumruğunu vurdu. Evraklar havaya savruldu.
— Lan! Nasıl öğrendi benim planımı?! O herif ne halt etti de öğrendi?! Ve sen… sen nereden biliyorsun?!
Ahmet’in alnında ter damlaları birikti. Ama gözlerini kaçırmadı.
— Bilal’i gizlice ziyaret etmiş adamları. Bilalin hareketlerinden anlamışlar Normalde yasaktı, evet… ama gizlice girdiler.
Muzaffer’in yüzü gerildi. Sesi titrek ama öfkeliydi:
— Peki ya kameralar?! Nöbetçiler
Ahmet boğazını yuttu. Bir an nefesi kesildi.
— Dün geceydi. Kameralar devre dışıydı. O sırada yaptılar.
Aslında o yapmıştı
Muzaffer’in gözleri irkildi. Dudaklarından fısıltıya benzer bir söz çıktı:
— …Demek o yüzden şalterler attı. Gece yarısı…
Ahmet sessiz kaldı. Ama yüzündeki ifade zaten cevap gibiydi.
Muzaffer dişlerini sıktı. Yumrukları yavaşça kütük gibi kasıldı.
— Peki sen… sen bunu nereden biliyorsun?
Ahmet’in sesi bu kez daha sakindi.
— Organize’de çalıştığım zamanlardan kalma muhbirlerim vardı. Onlarla konuştum. Hikmet… gerekirse burayı yerle bir edecekmiş. Ve artık bütün mafya bunu biliyor.
Muzaffer’in gözlerinde öfke ve korku birbirine karıştı. Sesini kısarak, neredeyse fısıltıyla söyledi:
— …Tamam. Tekrar anlat bana planını.
Ahmet nefesini toparladı. Artık rolüne tamamen girmişti.
— Bilal medyada ölü gösterilecek. Sorgu başlamadan önce öldü diye yazılacak. Ama gerçekte sorguya alınacak. İşimiz bitince kimsenin bilmediği gizli bir hapishaneye atılacak. Böylece tanık korumaya bile gerek kalmayacak. Sizin medya bağlantılarınız güçlü… yeter ki isteyin.
Muzaffer uzun bir süre sustu. Gözleri Ahmet’in gözlerinde kilitlendi. Sigaranın dumanı odanın içinde ağır ağır dönüyordu, sanki zaman bile duraklamıştı. Sonunda, başını ağır ağır salladı. İsteksizdi ama ikna olmuştu.
— …Tamam. Deneyeceğiz.
Birden kapıya yöneldi. Kapıyı hızla açtı, sesi bütün koridora yayıldı:
— Arkadaşlar! Yeni bir planım var! Herkes hemen toplansın!
Adımların gürültüsü, uğultular, hareketlenen sesler koridorda yankılandı. Kapı çarpılarak kapandı.
Ahmet odada yalnız kaldı. Ellerini belinden çekti. Parmakları titriyordu, alnındaki ter yanaklarından süzüldü. Derin bir nefes aldı. Sonra dudaklarının kenarında küçücük, sinsice bir tebessüm belirdi.
Gözleri loş ışıkta parladı. Kendi kendine, boğuk bir fısıltıyla konuştu:
— Sıra sende, Hikmet…
O an odanın köşesinde, sigara dumanının gölgeleri kıvrılarak yükseldi. Sanki karanlık bile Ahmet’in ağzından çıkan o kelimeyle birlikte büyümüş, ağırlaşmıştı.
Ahmet, kameranın arkasında iğrenç, mide bulandırıcı bir tebessümle Hikmet’e bakıyordu. Dudak kenarları, sanki çocuksu bir oyun oynuyormuş gibi yukarı kıvrılmıştı. Ama gözleri… gözleri öyle değildi. Onlar buz gibiydi, ölümün kendisi kadar soğuk ve dipsizdi.
Hikmet’in nefesi hızlanmış, gözbebekleri korkudan büyümüştü. Sandalyeye zincirlerle bağlanmış, kolları kan toplamış, bilekleri etine gömülen demirlerle kesilmişti. Yüzünde ter, gözlerinde panik…
Ahmet’in sesi bir yılanın tıslaması gibi çıktı:
— İşte Hikmet… olaylar böyle. Aslında Bilal’i öldürmedim.
Birden sustu. O sessizlik, saatler gibi ağırdı. Yüzünü gölgeledi, görünmeyen tarafı sanki başka bir sır saklıyordu. Ardından iğrenç tebessümü genişledi:
— Ama şunu bil… isteseydim, onu da öldürürdüm.
Hikmet sandalyede çırpındı, boğazı yırtılırcasına bağırmaya başladı:
— İmdat! Yardım edin! Bırakın beni!
Ahmet’in sesi bu kez tokat gibi indi:
— Sessiz ol!
Ama Hikmet pes etmedi:
— İmdatt! Kimse yok mu?!
Ahmet ağır adımlarla yaklaştı, başını eğdi, gözlerini onun yüzüne kilitledi. Dudaklarından buz gibi bir cümle döküldü:
— Bu bana ilk tanışmamızı hatırlattı.
Bir anda yumruğunu savurdu. Hikmet’in ön dişleri çıtırdayarak kırıldı, ağzı kan fışkırarak doldu. Çığlık, boğuk bir iniltiye dönüştü.
Ahmet dişlerini sıkarak tekrar tısladı:
— Sessiz ol…
Hikmet kanlı ağzıyla konuşmaya çalıştı ama sesi yalnızca boğuk bir hırıltıydı. Ahmet, onun zavallı halini izlerken iğrenç bir zevkle mırıldandı:
— O yumruğun intikamını almak içindi.
Hikmet’in gözleri kıpkırmızıydı. Kaçacak, bağıracak şansı kalmadığını anladı.
Ahmet arkasına geçti, Hikmet’in ensesinden süzülen kanı parmağıyla sıyırdı, yavaşça diline sürdü. Gözlerinde şeytani bir ışıltı belirdi. Çocuk gibi eğleniyordu ama o çocuksu yan çoktan ölmüştü. Şimdi yalnızca bir canavar vardı.
Tekrar önüne geçti. Hikmet’in başı öne düşmüştü. Ahmet eğilip göz hizasına geldi.
— Söyleyeceğin bir şey yok mu?
Hikmet’in sesi parçalanmış bir fısıltıydı; kanla dolmuş boğazı, kırık dişlerinden süzülen kanı tükürür gibi dökerken zorlanıyordu:
— S-sen… bunu… nasıl yapabiliyorsun?..
Gözbebekleri korkudan küçülmüş, gözleri yaşla dolmuştu. Nefesi kesik kesikti. Çırpındıkça ipler bileklerine daha çok gömülüyordu.
— Kusursuzca… evime girdin… dedi, sesi giderek çatallandı. — Kapılarda kilit vardı, alarmlar açıktı… hiçbir şey duymadım. Hiçbir şey hissetmedim. Sen… beni nasıl bağladın?..
Yutkundu, boğazına bir kan pıhtısı takıldı, boğuk bir öksürükle yere tükürdü. Ahmet hâlâ sessizce izliyordu. Bu sessizlik, Hikmet’in kalbine bıçak gibi saplanıyordu.
— Bilal’i öldürmedin… ama… medyayı… herkesi… nasıl kandırdın?.. dediğinde sesi iyice titriyordu. — İnsanları nasıl bu kadar kolay yönlendirebildin?.. Sanki… herkes… senin oyuncağınmış gibi…
Gözleri büyüdü. Hikmet sandalyeyi zorlukla geri itmeye çalıştı ama nafileydi.
— Sen kimsin?.. diye haykırmaya çalıştı ama ses yine fısıltıdan öteye gidemedi. Dudakları kanla kaplıydı. — Kimin nesisin?! Kim öğretti sana bunları?! Sen bir insan değilsin… olamazsın!
Çırpınışı artık çaresiz bir sarsıntıya dönüşmüştü. Gözleri Ahmet’in gözlerinde kilitlendi. Orada gördüğü şey, ölümden bile beterdir: bir boşluk, dipsiz, ruhsuz, soğuk bir boşluk…
Kalbinin çarpışı göğsünden duyulacak kadar hızlanmıştı. Yüzü solmuş, damarları kabarmıştı. Hikmet artık ölmekten korkmuyordu; asıl korkusu, bu adamın neden böyle olduğunu asla öğrenememekti.
O an Ahmet’in gözleri ölümün aynasıydı. İçinde hiçbir duygu yoktu. Boşluk. Sonsuz, dipsiz bir boşluk.
Hikmet titredi. Ölmekten değil, bu gözlere bakmaktan korkuyordu. Ahmet’in iğrenç tebessümü, midesini bulandırıyor, ruhunu parçalıyordu.
Ahmet ağır ağır doğruldu. Kameranın arkasına geçti. Henüz kayda başlamamıştı. Metalik bir sesle mırıldandı:
— Annem haklıydı… gerçekten onun oğluyum.
Hikmet’in kaşları çatıldı.
— Ne diyorsun Ahmet?! Ne annesi?!
Ahmet, gözlerini kırpmadan cevapladı:
— Benden korktuğun için teşekkür ederim.
Ve kayda bastı. O andan sonra tek kelime etmedi.
Hikmet panik içinde bağırdı:
— Dur! Cevap ver! Beni öldürme! Para, pul, ev, araba, kadın… istediğin her şeyi veririm! Yalvarırım, öyle bakma!
Ahmet yavaşça belinden susturuculu tabancasını çıkardı. Silahı odanın soğuğunu keskinleştirdi.
Hikmet:(korku içinde)
— Bekle! Dur! Yapma—
Pıssst!
Mermi kafasına saplandı. Hikmet’in gözleri aniden boşaldı, cansız bedeni sandalyeyle birlikte yere devrildi.
Ahmet kaydı kapattı, ona doğru yürüdü. Gözleri hâlâ açıktı. Donuk, ölü bakışlar…
Birden Ahmet’in nefesi hızlandı. Bağırdı:
— Yeterli değil! Yeterli değil! Asla değil!
Şöminenin yanındaki demir çubuğu kaptı. Gözlerinde deli bir parıltı vardı.
— Orospu çocuğu!
İlk darbe geldi.
Şlak! Çubuğun demiri Hikmet’in yüzüne indiğinde, üst dudağındaki deri yırtıldı, dudak kasları parçalandı. Anında kan ve tükürük havaya fışkırdı.
Şlak! Burnuna gelen ikinci darbede kıkırdak yapısı çıtırdayarak dağıldı. Burun kemeri yerinden oynadı, kan pıhtılarıyla birlikte nefes borusuna aktı. Hikmet’in boğazından kan dolu bir hırıltı yükseldi.
Şlak! Çubuk dişlere indi. Ön kesici dişler köklerinden koparak etrafa saçıldı. Azı dişleri çene kemiğine saplı kaldı ama çene eklemi yerinden çıktı; alt çene yana kaydı, grotesk bir açıyla sarktı.
Şlak! Dördüncü darbe kafatasına oturdu. İnce kemiklerden oluşan frontal bölge çatladı. Derinin altından gri-beyaz beyin dokusu ve pembe-mor beyin zarları gözükmeye başladı. Ezilen bölgede meninks tabakası yırtıldı, kan ve beyin omurilik sıvısı dışarıya fışkırdı.
Ahmet artık bağırarak gülüyordu. Kahkahası duvarlarda yankılandı, tiz ve kontrolsüzdü. Çubuk her indiğinde sadece deri değil, kas lifleri de kopuyor, fasyalar açılıyor, içerdeki yapılar göz önüne seriliyordu.
Bir darbe daha… ve sol göz çukurundan dışarı fırladı. Göz siniri hâlâ arkasına bağlıydı, jelatinimsi sıvı zemine damlıyordu. Ahmet’in yüzüne sıçrayan gözyaşı sıvısı ve vitreus jeli, kanla karışıp kaygan bir tabaka oluşturdu.
Her vuruşta duvardaki beyaz boya, kırmızı, siyah ve gri lekelerle kaplanıyordu. Halının üstü kan gölüydü, pıhtılar hızla koyulaşıyordu.
Artık Hikmet’in yüzü diye bir şey kalmamıştı. Orbital kemikler kırılmış, çene tamamen ayrılmıştı. Kafatası bir kavanoz gibi çatlamış, içindeki beyin, dura zarından ayrılıp macun gibi yayılmıştı. Siyaha çalan koyu kırmızı pıhtılar ve gri beyin dokusu birbirine karışıyordu.
Ahmet çubuğu bırakmadan kahkahalar attı, sesi insanın midesini kaldıracak kadar iğrençti. Her vuruşunda odadaki kan kokusu daha ağırlaştı; metalik demir tadı havayı doldurmuştu.
Sonunda durdu. Göğsü inip kalkıyor, alnından akan ter kanla karışıyordu. Odada sadece kanın damlama sesi kalmıştı.
Sonunda durdu. Nefesi kesik kesikti. Oda, kan kokusuyla dolmuştu.
Ahmet tişörtünü çıkardı, çantasına koydu. Dolaptan temiz bir gömlek giydi. Delilleri tek tek sildi: sandalyedeki parmak izlerini, yerdeki ayak izlerini, dokunduğu kapı kollarını… hatta şalter kutusunu açıp sigortayı tekrar düzeltti. Polis gelirse “elektrik kesintisi” dışında hiçbir şey bulamayacaktı.
Kamerayı söktü, kaseti çıkardı. Ama kaseti cebine koymadı; salona bıraktı. Bu, polise atılmış bir yemdi. İstediklerini göreceklerdi ama hiçbir delil bulamayacaklardı.
Son kez odayı taradı. Pencerelerden sızan loş ışıkta, yalnızca parçalanmış bir ceset ve kan gölü vardı.
Ahmet kapıya yöneldi. Artık yüzünde tebessüm bile kalmamıştı. Çünkü ceset bitmişti. Yeni bir hedef gerekiyordu.
Arabasına bindi. Motoru çalıştırdı. Şehrin karanlığına doğru kayboldu. Arkasında yalnızca kan, çürüyen bir sır ve susturulmuş çığlıklar bırakarak.
Ertesi gün
Ahmet’in göz kapakları ağır ağır aralandı. Yatakta doğruldu, gözlerini ovuştururken dudaklarının kenarında farkında olmadan beliren küçük bir gülümseme vardı. Hâlâ dün geceden kalan o hastalıklı haz, bedeninin her hücresinde dolaşıyordu.
Ayağa kalktı, sürüklenen adımlarla banyoya yöneldi. Musluğu açıp soğuk suyu avuçlarına doldurdu, yüzüne çarptı. Aynaya baktığında karşısında yorgun ama garip bir huzur içindeki adamı gördü. Yanaklarındaki seyrek, düzensiz çıkan sakallar gözünü tırmaladı. Rahatsız oldu.
Çekmeceyi açıp jilet ve tıraş köpüğünü çıkardı. Köpüğü yüzüne yayarken aynadaki gözleri bir an boşluğa dalmış gibiydi. Jilet tenine her değdiğinde çıkan tıslama sesi, dün geceki çubuk darbelerini hatırlattı. Bir süre için o anı yeniden yaşar gibi oldu. Son darbeyi attı, yüzünü temizledi. Şimdi aynada karşısında daha derli toplu bir adam vardı.
Salona geçti, televizyonu açtı. Bir haber kanalı… yine aynı manşet:
“Bilal Meşe Cinayeti Ülke Gündeminde”
Stüdyoda üç kişi vardı.
İlk konuşan, ciddi bakışlı haber spikeri derin bir öfkeyle söze girdi:
— Sayın seyirciler, İstanbul’un göbeğinde, emniyetin gözetiminde bir tanık öldürüldü! Bu nasıl olabilir? Bu, resmen bir rezalet! Polis teşkilatının itibarını yerle bir eden bir skandal!
Yanındaki eski bir emniyet müdürü başını salladı, sesi kısık ama öfkeliydi:
— Ben otuz yıllık meslek hayatımda çok şey gördüm. Ama böylesini asla. Devletin en kritik tanıklarından biri, hem de organize şubenin elindeyken öldürülüyor. Bu, acemilik falan değil, düpedüz bir ihmal ya da daha kötüsü: göz yumma. Eğer bu doğruysa, emniyet artık kendi içinde çürümüş demektir.
Üçüncü kişi, genç bir gazeteci sözleri adeta masaya çiviler gibi söyledi:
— Sokakta insanlar öfkeli. Herkes aynı şeyi soruyor: “Organize şube bu kadar mı beceriksiz? Yoksa işin içinde başka hesaplar mı var?” Bazı söylentilere göre, bu işin arkasında polis içinden birilerinin de olduğu konuşuluyor. Eğer devlet tanığını koruyamıyorsa, yarın sıradan vatandaşı kim koruyacak?
Spiker sesini yükseltti, sanki izleyicinin damarına basmak istercesine:
— Sevgili seyirciler, ortada tek bir gerçek var: Emniyet, organize şube, devlet… bu olayda sınıfta kalmıştır! Cinayet yerinde hiçbir delil bulunmaması, faile dair tek bir iz olmaması, bu ülkenin güvenlik güçlerinin yetersizliğinin açık göstergesidir. Bu utançtır!
Eski emniyet müdürü elini masaya vurdu:
— Affedersiniz ama böyle bir profesyonellik karşısında ya emniyet uyuyor ya da işbirliği yapıyor! Fail bu kadar rahat hareket edebiliyorsa, içeriden destek alıyor demektir. Başka açıklaması yok!
Gazeteci söze sert bir kahkaha ile girdi:
— Sosyal medyada herkes aynı şeyi konuşuyor. İnsanlar diyor ki: Bu sıradan bir cinayet değil, bu bir mesaj! Kimine göre yeni bir mafya devri başlıyor.
Spiker kameraya döndü, yüzünde iğneleyici bir gülümseme vardı:
— Sayın seyirciler, Türkiye şu an şunu tartışıyor: Devletin gözü önünde bir adam öldürüldü ve kimse hesap veremiyor. Eğer devlet tanıklarını koruyamıyorsa, siz evinizde nasıl güvende olabilirsiniz?
Stüdyoda buz gibi bir sessizlik oluştu.
Ahmet televizyona bakarken dudaklarının kenarı kıvrıldı, hafif bir alaycı tebessüm belirdi. Hiç sesini çıkarmadı.
Mutfak yolunu tuttu. Raflardan ekmek çıkardı, tereyağı, peynir ve zeytinleri masaya koydu. Dolaptan domatesleri aldı, keskin bir bıçakla yavaş yavaş dilimledi. Domatesin suyu tahtaya aktıkça Ahmet dikkatle izledi; kırmızı suyun akışı, dün geceki kan pıhtılarını anımsatıyordu. İçinde huzurlu bir ürperti dolaştı.
Çaydanlığa su koydu, altını yaktı. Çayın fokurdayan sesi mutfağı doldurduğunda Ahmet’in yüzünde garip bir rahatlama vardı. Masayı düzenledi, tabağına özenle peynirleri yerleştirdi, zeytinleri tek tek seçerek koydu. Yumurtayı tavaya kırdı, sarısının yayılışını izlerken gözleri kısa süreliğine dondu. Sonra kendine geldi, yumurtayı pişirip masaya ekledi.
Kahvaltı hazırdı. Televizyon hâlâ aynı konuyu konuşuyordu. Ahmet masaya oturdu, sakince çayını doldurdu. Çatalı eline aldı, ilk lokmayı ağzına götürdü. Çiğnerken, haberlerde geçen her kelime ona sanki bir iltifat gibi geliyordu. Sanki bütün ülke, onun zekâsını konuşuyordu.
Yemek bitince tabağını topladı, bulaşıkları makineye yerleştirdi.
Dolabını açtı. Siyah tişörtünü, siyah pantolonunu giydi. Üzerine kapüşonunu aldı. Aynada kendine son kez baktı: sıradan bir adam. Ama sadece o biliyordu ki, içinde sıradanlıktan eser kalmamıştı.
Evin kapısını kapattı, asansöre bindi. Kapılar açıldığında sokakla yüzleşti. Apartmandan çıktı, arabasına yürüdü. Kontağı çevirdi, motorun uğultusu kulaklarını doldurdu. Direksiyonu kavradı, gözlerinde kararlı bir bakış belirdi.
Karakola doğru sürdü.
Ahmet arabasını karakolun önüne park ettiğinde gözleri istemsizce bina girişindeki kalabalığa kaydı.
Üzerinde kocaman harflerle yazan “İstanbul Emniyeti” tabelası, sabah güneşinde parıldıyordu. Ama binanın önü öyle sakin değildi.
Gazeteciler, ellerinde kameralar ve mikrofonlarla binayı adeta kuşatmışlardı. Her biri bağırıyor, cevap almaya çalışıyordu:
— “Cinayetle ilgili yeni bilgi var mı?”
— “Fail kim?!”
— “Bu emniyetin skandalı değil mi?”
Bir köşede ise protestocular vardı. Üzerlerinde “Adalet İstiyoruz” yazılı pankartlar taşıyor, boğuk sesleriyle slogan atıyorlardı. Çığlıklar, kameraların flaşlarıyla birleşip binanın önünde çirkin bir gürültüye dönüşüyordu.
Ahmet arabadan indi. Kapıyı sertçe kapattı. Kapüşonunu başına geçirdi. Adımlarını yavaş ama kendinden emin atarak karakolun merdivenlerine yöneldi. Gazetecilerden bazıları kısa bir an ona baktılar; sıradan kıyafetleri ve sakin yürüyüşü onu fark edilmez kılıyordu.
Kapıyı açıp içeri girdiğinde, sanki iki farklı dünyaya adım atmış gibiydi.
Dışarıda kaos, öfke ve gerginlik varken içeride bambaşka bir hava hakimdi: bayram havası.
Kahkahalar, tokalaşmalar, yüksek sesli sohbetler… Koridorlarda sanki bir zafer kazanılmış gibi bir sevinç dolaşıyordu.
Ahmet merdivenlerden çıktı. “Cinayet Masası” yazılı tabelanın önünde bir an durdu, derin bir nefes aldı, kapıyı açtı.
Oda bir an sessizleşti. Polisler başlarını kaldırdı ve Ahmet’e selam verdiler.
Ahmet şaşkınlıkla etrafına bakındı. Kaşları hafif çatıldı ama belli etmedi. Onları başıyla kısa bir selamla karşılık verdi ve masasının yolunu tuttu. Bilgisayarını açarken hâlâ anlam verememişti: Neden onu selamlıyorlardı?
Tam o sırada, omzuna sert bir el dokundu.
Ahmet irkildi, başını çevirdi. Karşısında, geniş bir gülümseme ile Cem vardı.
— “Ulan Ahmet… helal olsun! Senden beklemezdim bunu.”
Ahmet’in yüzünde şaşkın bir ifade belirdi.
— “Ne?” dedi, kısık bir sesle.
Cem kahkaha attı, ellerini iki yana açtı.
— “Ne olacak oğlum, şu Bilal Meşe olayı işte! Medyada öldü gibi gösterme planın… efsaneymiş! Her şey tıkır tıkır gidiyor. Organize Şube bu akşam operasyonu basıyormuş. Bilal’in adını verdiği birkaç mafya babası varmış… düşünsene, çok büyük adamlar yakalanacakmış.”
Ahmet kısa bir an dondu kaldı. Yüzü ifadesizdi. Sonra toparlandı, yapmacık bir tebessümle başını salladı.
— “Haa… şu Bilal… mafya olan… Eyvallah, sağ ol,” dedi.
Cem onun sırtını sıvazladı.
— “Aferin lan sana. Vallahi helal olsun.” dedi ve masasına doğru yürüyüp uzaklaştı.
Ahmet etrafına baktı. Polislerin yüzlerinde şimdi net bir şey gördü: saygı.
İlk kez, hayatında belki de ilk kez… birilerinden övgü alıyordu. Ama… yalan üzerine. Ve en hastalıklı kısmı: bu yalana herkesin inanmış olmasıydı.
Başını masasına eğdi. Elleri masanın üzerinde kenetlendi. İçinde uğuldayan o karanlık ses, usulca fısıldamaya başladı.
*“En son… on bir yaşındaydım.
Bir resim yarışmasında.
Babam omzuma dokundu… ‘Aferin’ dedi.
Küçük bir an… sonra hiç.
Sonrası hep boşluk.
Ve şimdi, yıllar sonra… yine bir dokunuş.
Ama bu farklıydı.
Sıcak mıydı? Yoksa sadece sahte bir temas mı?
‘Helal olsun’ dediler.
Ama helal olan kimdi?
Ben mi? Yalan mı?
Yoksa sadece onların görmek istediği o cilalı yansıma mı?
Çünkü onların gözlerindeki ışık… bana değil.
Kendi yalanlarına bakıyorlardı.
Ben sadece ayna oldum.
Ama aynayı ters çevirsem?
Perdeyi aralasam?
Bir ceset, soğuk, hareketsiz, ölü gözlerle karşılasalar?
Dudakları sessizce titrer, gözbebekleri büyür…
O an… işte o an… gerçek olurdu.
Yüzüm dışarıdan taş gibi.
Ama içimde… kaynıyor.
Göğsümün altında bir yerde…
Bir çatlak var.
Her an patlayabilir.
Bu ne? Sevinç mi? Korku mu?
Yoksa ikisinin arasında, adı olmayan bir şey mi?
Ellerim unutmuyor.
Soğuk metalin keskinliği.
Maskelerin nefessizliği.
Susturucunun karanlık vaadi.
Hepsi fısıldıyor.
‘Bir kez daha.’
Ama ben?
Ben ne istiyorum?
Devam etmek mi? Yoksa durmak mı?
Belki ikisini aynı anda…
Çünkü sıradan olmak… hiçbir zaman mümkün değildi.
Hiç olmadım.
Ama… ya yanlışsam?
Ya bütün bunlar sadece… bir hata ise?
Ya ben aslında sıradanlığa sıkışmış, çıkış yolu arayan bir zavallıysam?
Bilmiyorum.
Ama bilmemek… işte o… daha tehlikeli.
Çünkü bilmemek, beni çekiyor.
Çekiyor ve... Bırakmıyor.
Ve ben… belki de bırakılmak istemiyorum.”*
Ahmet masasında taş gibi oturuyordu.
Yüzünde tek bir kas kıpırdamadı.
Ama gözlerinin derinliklerinde kıvılcımlanan şey… insanlığa ait bir parıltı değil, dipsiz bir karanlığın ilk titreşimiydi.
5. Bölüm sonu
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı