7. Bölüm
Gece yarısıydı. Dolunay gökyüzünü bembeyaz aydınlatıyordu ama sanki bu ışık Sevil’in evine uğramıyor, karanlık özellikle buraya çöreklenmiş gibiydi. Bahçeyi çevreleyen duvarların ardında, ağaçların gölgeleri ay ışığında deforme olmuş canavarlara benziyordu. Sessizlik vardı; ne bir köpek havlıyor, ne bir rüzgâr yaprakları kımıldatıyordu. Sanki evin etrafındaki tüm yaşam, Ahmet’in nefes alışlarını duymamak için susmuştu.
Ahmet, Sevil’in yatak odasındaydı. Lambalar kapalıydı, dolunayın solgun ışığı perdelerin arasından süzülerek içeri sızıyordu. Yatağın kenarına oturmuştu; sırtı dik, bakışları donuktu. Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir tebessüm vardı, ama bu tebessüm masumiyet değil, kasvetli bir teslimiyet yansıtıyordu. Elinde susturucusu takılı tabanca vardı. Metalin soğukluğu avuçlarına işliyor, eldivenlerinin dokusunu daha da fark ettiriyordu. Masanın üzerinde özenle yerleştirilmiş küçük çantası duruyordu: iz bırakmamak için getirdiği temizlik malzemeleri, küçük fırçalar, kimyasal sıvılar, mikrofiber bezler. Her şey sessiz ve kusursuz bir temizlik için hazırlanmıştı.
Ahmet eve girerken maskesini takmıştı, ama şimdi çıkarmıştı. Maskeyi çıkarırken yüzündeki ter damlaları daha belirgin hale gelmişti. Yüzünü gizlemeye gerek yoktu; içeride yalnızdı, ev boştu. Sevil yoktu. Bu yokluk, odanın sessizliğini daha da dayanılmaz kılıyordu. Masanın üzerinde duran çantasında Sevil’in tabletini sıkıca saklamıştı. O tablet, evin kameralarına bağlı tek cihazdı; görüntüler oradaydı. Ahmet onu yanında götürecek, eve döndüğünde hem görüntüleri geri döndürülemeyecek şekilde yok edecek hem de tableti parçalayacaktı.
Bekliyordu. Bekledikçe zaman ağırlaşıyor, nefesi boğazına düğümleniyordu. Yatakta otururken zihninde anılar, yeminler ve kabuslar birbirine giriyordu. “Bu son…” diye düşündü, ama bu düşünce zihninde yankılanırken içinden başka bir ses fısıldıyordu: Gerçekten mi?
Ahmet’in parmakları silahın gövdesinde dolaştı. Susturucunun mat siyah gövdesi ay ışığında solgun bir şekilde parlıyordu. Silah bir araç değil, bir yemin gibiydi artık onun için. Odanın duvarları üzerine doğru kapanıyormuş gibi hissetti. Gözleri kapalı bir an durdu; kalbi göğsünde değil, kulaklarının içinde atıyordu sanki. Sessiz ev, onun içsel gürültüsünü yankılıyordu.
Sevil yoktu, ama Ahmet’in sabrı kalmamıştı. İçinde beklemekle yırtıcı bir hayvana dönüşmek arasındaki ince çizgideydi. Yatakta oturuşu, başını hafif yana eğişi, gözlerindeki donuk parıltı… bir köpeğin aç sahibini bekleyişini anımsatıyordu. Aç, sabırsız, ama bir o kadar da sadık. Tek farkı, sahibini görünce mutluluk değil, ölüm getirecekti.
Birkaç saat sonra.
Saat sabahın beşine yaklaşmıştı. Ev hâlâ gecenin ağır karanlığına gömülüydü. Perdelerin arasından sızan solgun ay ışığı, odanın köşelerine çarpıyor ama hiçbir şeyi tam anlamıyla aydınlatmıyordu. Ahmet, yatakta sırtüstü uzanmış, tavana bakıyordu. Gözleri çoktan karanlığa alışmıştı. Yine de bakışlarında bir dalgınlık, derin bir boşluk vardı. Düşünüyordu. Ama neyi düşündüğünü kendisi bile bilmiyordu. İçinde kıpır kıpır bir gerilim, bir diken üstünde oturuyormuş gibi sürekli tetikte kalma hâli… Kalbi hızlı atıyor, ama yüzü taş gibi ifadesizdi.
Birden, alt kattan bir ses geldi. Ağır, sert bir klik. Kapı açılmıştı. Ahmet’in kulakları, sessizliğin içindeki o küçük gürültüyü hemen yakaladı. Gözbebekleri küçüldü, bedeni gerildi. Yataktan hızla doğruldu, adımları yumuşak ama hızlıydı. Yatak odasından çıkıp koridora yöneldi. Merdivenlerden aşağı sarkıp baktığında gördüğü şey, planın dışına çıkan yeni bir sahneydi.
Sevil gelmişti. Ama yalnız değildi. Yanında sarhoş, sırıtan, gözü dönmüş gibi görünen bir adam vardı. Adamın yüzünden aptallık akıyordu, tek düşündüğü şey belliydi. Ahmet’in dişleri sıkıldı.
İkisi de ayakta sallanarak konuşuyorlardı. Sevil’in sesi alaycı ve bulanıktı. Adamın boynuna iki kolunu doladı, gözlerini kırpıştırarak “Bekle bakalım… önce bir duş almam lazım,” dedi.
Ahmet hızla geri çekildi, yatak odasına döndü. Çantasını yatağın altına kaydırıp sakladı. Tam o sırada kapı kolu kıpırdadı. Yavaş, sinsice açılıyordu. Ahmet, refleksle kapının arkasına geçti.
Kapı gıcırdayarak açıldı, Sevil’in eli ışık düğmesine uzandı. Odanın sarı ışığı yanınca Ahmet’in gölgesi karanlığa gömüldü, nefesini tuttu. Adrenalin damarlarına dolmuştu, kalbi kulaklarında uğulduyordu. Ama korku değildi bu; aksine, içinde çığlık atacak kadar büyük bir mutluluk vardı. Bir hayvanın avına birkaç saniye kala hissettiği zevk gibi. Kendini zor tuttu. Önce o aptal adamla ilgilenmeliydi.
Sevil ağır hareketlerle kıyafetlerini çıkarmaya başladı. Ahmet başını çevirdi. Çıplaklıktan tiksiniyordu, bedenin savunmasızlığını görmek onu rahatsız ediyordu. Gözlerini kapadı, nefesini derin tuttu. Sonra Sevil banyoya geçti. Kapı kapandı, suyun sesi evin içinde yankılanmaya başladı.
Şimdi zamanıydı. Ahmet sessizce kapının arkasından çıktı, dizlerini hafif bükerek, avının üzerine süzülen bir gölge gibi yürümeye başladı. Merdivenlere ulaştığında, basamakları ağır ağır indi. Salon ve mutfak birleşiminde televizyonun ışıkları titriyordu. Adam kanepeye yayılmış, ekrana boş gözlerle bakıyordu. Televizyonun sesi ortalığı doldurmuş, Ahmet’in adımlarını saklıyordu.
Ahmet mutfağın kenarında durdu. Tezgâhın gölgesinden adamı izledi. Onu gözlemledi; gevşek, dikkatsiz, sarhoş. “Şimdi,” diye düşündü. İçinde bir kıpırtı, kaslarını harekete geçiren bir dürtü… Artık beklemenin anlamı yoktu.
Sessizce arkadan yaklaştı. Ayak sesleri halının üzerinde kayboldu. Bir anda kollarını adamın boynuna sardı, tüm gücüyle sıktı. Adam önce ne olduğunu anlayamadı, sonra çırpınmaya başladı. Kolları havada çaresizce savruldu, parmakları Ahmet’in bileklerini tırmaladı. Bacakları tekme atar gibi çırpındı, koltuk gıcırdadı. Ahmet’in kasları gerildi, dişleri birbirine geçti. Adamın nefesi boğuk hırıltılara dönüştü, gözleri büyüdü, panikle kıvranıyordu.
Ama Ahmet’in kolları demir gibiydi. Her saniye daha da sıktı, adamın boğazındaki damarlar zonklamaya, sesi boğulmaya başladı. Çırpınışlar yavaşladı, gözleri yuvalarında titredi, sonra beden aniden gevşedi. Baş yana düştü, kollar ağırlaştı. Sessizlik.
Ahmet nefes nefeseydi. Alnından ter süzülüyor, gömleğinin yakası sırılsıklam oluyordu. Yine de bakışlarında garip bir huzur vardı. Adamı dikkatlice kavradı, sürükledi, sonra omzuna aldı. Ağırlık bedeni zorladı ama adımları sabit kaldı. Merdivenlerden yukarı çıkarken, evin çıtırdayan sessizliği sadece Ahmet’in nefesleriyle doluyordu.
Yatak odasına girdi. Adamın cansız bedenini yatağa fırlattı, yayların çıkardığı gürültü odada yankılandı. Sonra dizlerinin üzerine çöktü, yatağın altına uzanıp çantasını çekti. Çantayı açtı, bir anlık göz gezdirdi, sonra kalktı.
Banyonun kapısına baktı. İçeriden hâlâ akan suyun sesi geliyordu. Ahmet hızlıca odanın içinden bir sandalye çekti. Sandalyeyi kapının önüne koydu, kapı koluna dayadı. Gözleri ışıldıyordu; plan kusursuz ilerliyordu. Ev artık tamamen onun sahnesiydi.
Aradan otuz dakika geçmişti. Sevil, çaresizce kapıyı açmaya çalışıyordu; ancak kapının koluna sıkıştırılmış sandalye her denemesinde açılmasını engelliyordu. İçinde büyüyen panik ve çaresizlik, nefesini hızlandırıyor, ellerini titretmesine sebep oluyordu. Ahmet, adamla olan işini tamamlamıştı; bıçağını komadinin üstüne bıraktı ve banyonun kapısına doğru sessizce yöneldi.
Sevil, titreyen sesiyle “Burak! Eğer sen yapıyorsan… Aç şu kapıyı artık!” diye bağırıyordu. Ahmet, tam sandalyeyi tutacakken kamerayı ve tripodunu arabada unuttuğunu fark etti. Ama arabasını öylesine uzak bir yere bırakmıştı ki, sokak kameralarından plakası tespit edilmesin diye yapmıştı. Öfke damarlarında kabarıyordu, kalp atışları hızlanmıştı ama sessiz kaldı. İçinden, keskin bir kararlılıkla, "kafanı sikeyim Ahmet..."
Ahmet, sandalyeyi yerinden çekerken kasları gerilmiş, dişlerini sıkmıştı; her hareketi öfke ve nefretle doluydu. Ellerinden yayılan gerilim, parmak uçlarına kadar hissediliyordu; gözleri, içinde birikmiş tüm öfkeyi ve kontrolsüz nefreti yansıtıyordu. Kalbi hızla çarpıyor, damarlarındaki kan adeta kaynıyordu. Yaptığı her hareket, Sevil’e duyduğu hınçla birleşiyor, ortamın havasını boğucu bir gerilimle dolduruyordu.
Tam o anda Sevil, nefesini kesen bir hızla kapıyı açtı. Gözleri Ahmet’in donuk, sert ve ölümcül bakışlarıyla buluştu. O an odada zaman durmuş gibiydi; Sevil’in panik dolu nefesi, Ahmet’in kasılmış ve sabit bakışıyla çarpışıyordu. Odadaki sessizlik, ikisinin arasında neredeyse elle tutulur bir gerginlik yaratmıştı; Ahmet’in bakışları, Sevil’in içini ürperten bir karanlıkla doluydu.
Ahmet’in yüzü, odadaki karanlığın içinde neredeyse bir hayalet gibi beliriyordu. Donuk bakışları, gözlerinin içine işleyen soğuk bir öfke ile parlıyordu; dudakları sıkıca kapanmış, çene kasları gerilmişti. Yüzünde adeta zamanla şekillenmiş bir sertlik vardı; göz çevresindeki morluklar ve derin alın çizgileri, geçmişin izlerini taşır gibi belirgindi. Göz bebekleri küçülmüş, bakışı saplantılı ve ölümcül bir kararlılıkla Sevil’in üzerine kilitlenmişti. O anki ifadesi, korku ve öfkenin birleşiminden doğmuş, neredeyse insan olmanın sınırlarını zorlayan bir vahşeti yansıtıyordu.
Ahmet yumruğunu kaldırdı. Parmağındaki damarlar belirginleşmiş, bilek ve ön kol kasları gerilmiş, tendonlar gergin bir şekilde parlıyordu. Yumruğun açısı mükemmel; anatomik olarak sağ elmacık kemiğine maksimum etkiyi verecek şekilde hizalanmıştı.
Yumruk Sevil’in yüzüne çarptığında, darbenin şiddeti inanılmazdı. Yüz kasları ani bir refleksle kasıldı, alt çene gerildi, azı dişleri içe gömüldü. Sağ elmacık kemiği adeta kırıldı ve parçalandı; ağız boşluğu kan gölüne dönüştü, dudakları yırtıldı, diş etleri çatladı. Kan, hızlıca ağız boşluğuna ve çevresindeki yumuşak dokulara yayıldı; yanak içi şişti, dudak kenarları morardı ve koyu kırmızı bir renk aldı. Burnun alt kısmında kan pıhtıları oluştu, göz çevresi şişmeye başladı, gözyaşları kanla karıştı.
Sevil, darbenin etkisiyle yerle bir oldu; başı ve omuzları zemine çarpınca bayıldı.
Ahmet, Sevil’in ellerini ve ayaklarını yavaşça bağladı ve onu duvara yasladı. Saat altıya yaklaşıyordu; ritüelini tamamlamak için bir kameraya ihtiyacı vardı. Dolabı açtı; yıllardır kullanılmamış, kasetsiz, 5 megapiksel bir kamera buldu ve çalışma masasına yerleştirdi. Sonra çantasından birkaç ilaç çıkardı; burnuna doğru yaklaşan uyarıcı tozu Sevil istemsizce çekti ve gözleri aniden açıldı.
Panikle bağırdı: (ağzı kan doluydu) “Ne oluyor? İmdat!” Ahmet, hızla siyah, kalın bir bantla ağzını kapattı. Sevil, başını çevirip yatağa bakınca gözlerine inanılmaz bir manzara çarptı: Burak’ın göğüs kafesi tamamen parçalanmış, göğüs boşluğu ve iç organlar tamamen açığa çıkmıştı.
Göğüs boşluğundan bağırsaklar, mide, karaciğer, kalp ve böbrekler tamamen dışarı fışkırmıştı. Akciğerler göğüs kafesinden taşarcasına şişmeye çalışıyor, her soluk alışta kasılıp gevşeyen dokular neredeyse canlı birer varlık gibi titriyordu. Periton boşluğundan çıkan bağırsak segmentleri yoğun, koyu kırmızı kanla kaplanmış, düzensiz ve karmaşık bir şekilde yere yayılmıştı.
Deri bütünlüğü tamamen bozulmuş, altındaki yağ ve kas dokuları görünür hâle gelmişti. Kas lifleri lif lif ayrılmış, bağ dokuları kopmuş ve deformasyona uğramıştı. Karaciğer koyu kırmızı-siyah tonlarda, dokusunda ezilme ve parçalanma izleriyle paramparça hâle gelmişti. Kalp kası hasar görmüş, ventriküller ve atriyumlar kısmen dışarı fışkırmış, kalp boşluğu açıkta kalmıştı.
Mide ve bağırsakların iç yüzeyleri yırtılmış, seroza tabakaları parçalanmış, bağırsak segmentleri düzensiz ve kanlı bir şekilde yatakta ve zeminde dağılmıştı. Böbrekler de kısmen yer değiştirmiş, kapsülleri yırtılmış ve etrafındaki bağ dokuları kanla kaplanmıştı.
Sevil, gözlerini dehşetle kısarak cesede baktı; nefesi düzensiz, kalbi çarpıyor, vücudu titriyordu. İçinde tarif edilemez bir korku ve mide bulantısı dalgası yükseliyordu. Gözyaşları yanaklarından süzülürken, ağzından tek bir ses çıkamıyor, boğazı adeta düğümlenmişti. Her nefes alışında cesetten yayılan demir kokusu, kanın yoğunluğu ve akciğerlerin hırıltısı onu daha da dehşete düşürüyordu.
Sevil’in zihninde her bir detay sinsice kazınmıştı: fışkırmış bağırsaklar, parçalanmış karaciğer lobları, kalbin kısmen dışarı taşan kas lifleri ve yırtılmış bağırsak serozası. Korku ve çaresizlik bir karışım hâlinde bedenini ele geçirmiş, zaman yavaşlamış, her saniye ölüme bir adım daha yaklaştığını hissettiriyordu. Ahmet’in sessiz tebessümü, kararlılığı ve soğukkanlılığı bu dehşeti daha da yoğunlaştırıyor, Sevil’in ruhunda tarifsiz bir kabus yaratıyordu.
Ahmet, Sevil’e bakarak sessiz bir tebessüm etti: “Sakin ol, sekreter hanım. Sana bu kadarıyla kötü davranmayacağım.”
Sevil’in gözleri korku, dehşet ve çaresizlikle doluydu; kalbi hızlı atıyor, nefesi düzensizdi, tüm vücudu gerilmişti. Ahmet’in kararlılığı ve yüzündeki öfke, ortamın gerilimini katladı.
Sevil’in gözlerinden süzülen yaşlar, yüzündeki kan pıhtılarıyla birleşiyor; artık su gibi değil, sanki kanın kendi yolunu açıp yanaklarından akışı gibiydi. Ağzındaki bant, her boğuk nefeste titreşiyor, sanki ciğerlerinden gelen hıçkırıklar bandı parçalayacakmış gibi zorlanıyordu. Gözleri yalvarıyordu: “Lütfen… yapma…” Ama ağzından tek bir ses çıkmıyordu.
Ahmet loş ışığın içinde ayakta duruyordu. Gözbebekleri küçülmüş, damarları şişmiş, alnındaki ter damlaları kırmızıya bulanmış gibi görünüyordu. Çenesindeki kaslar titriyor, yüzü insanlığın dışına çıkmış bir varlığa benziyordu. Dudaklarını kıstı, burnundan şiddetle nefes verdi ve boğuk bir sesle konuştu:
Ahmet: “Dolabında eski bir kamera buldum. Eski usul… ama kasetsiz.”
Sesi demirin soğuk sürtünmesi gibiydi, boğazının derinliklerinden gelen metalik bir yankı taşıyordu.
Sevil’in gözlerinden kanlı yaşlar süzüldü, çenesine damladı, göğsündeki yırtılmış bluzuna leke gibi yayıldı. Başını sağa sola sallıyordu, ama o hareket bile kanı daha hızlı akıtıyordu. Yalvarışı, odanın içinde görünmez bir çığlık gibi dolaşıyordu.
Ahmet aniden başını ellerinin arasına aldı. Parmakları saçlarına gömüldü, öfkeyle kavradı. Sonra kafasına defalarca vurdu. Her vuruşta alnındaki damarlar kabarıyor, dişleri birbirine sürtünerek çıtırdıyordu. Dudaklarının kenarından salyası aktı, yere damladı.
Ahmet (hırlayarak): “Ama o amına koyduğumun kamerasını arabada unutmuşum!”
Yumruğunu kafasına indirdikçe odanın sessizliği kırılıyordu. Sonra aniden ayağa kalktı, odanın ortasındaki kıyafet yığınına döndü.
Ahmet: “Aptal Ahmet! Salak herif! Ne işe yarıyorsun lan sen!”
Tekmeleri art arda savurdu. Kumaş parçaları havada uçuştu, tozlarla birlikte Sevil’in üzerine düştü. Yere çarpan ayakkabılar sert bir yankı çıkardı, gölgeler odanın içinde grotesk bir şekilde dans ediyordu. Kaos, havayı boğuyordu.
Bir süre sonra Ahmet’in nefesi kesik kesikti. Göğsü hızla inip kalkıyordu. Derin bir nefes aldı, gözlerini Sevil’e dikti. Bir anda ses tonu değişti. Dudaklarının kenarında korkunç bir gülümseme belirdi, ama o gülümsemenin altında zehir, nefret ve delilik vardı.
Ahmet (sessiz, sakin): “Biliyorum… ne olduğunu anlamadın. Sana açıklayayım. Ben mafya tetikçisi falan değilim, Sevil.”
Sevil’in gözleri korkuyla büyüdü. Ağzındaki bant artık kanla ıslanmıştı, yapışkanlığı gevşiyordu. Dudak kenarlarından kırmızı sular sızıyordu. Ahmet ağır adımlarla yaklaştı, dizlerinin üzerine çöktü. Sevil’in gözlerine bakışı öyle sabit, öyle deliydi ki, sanki ruhunu bıçak gibi deşiyordu.
Ahmet (gülümseyerek): “Şimdi bantı çıkaracağım. Ama sakın bağırma, tamam mı? Sakın…”
Parmaklarıyla bandın ucunu tuttu. Yavaşça çektiğinde yapışkan, Sevil’in derisini kaldırdı. Dudaklarının kenarındaki eski yaralar tekrar açıldı. Deri gerildi, kan pıhtıları patladı, taze kan damlaları dudaklarından süzüldü. Bant tamamen çıkınca, Sevil’in ağzından bir anda kan fışkırdı. Kan boğazına indi, öksürükle birlikte kırmızı damlalar göğsüne ve yere sıçradı.
Ahmet başını hafif yana eğdi, gözlerini kıstı. O an yüzünde sanki bir ressamın sanatına duyduğu haz vardı.
Ahmet: “Bak Sevil… şimdi bu kamerayla seni kaydedeceğim. Sen de suçlarını tek tek itiraf edeceksin.”
Sevil’in sesi ince, titrek bir şekilde döküldü:
Sevil: “Hiçbir şey yapmadım…”
Ahmet’in yüzündeki gülümseme aniden kayboldu. Kaşları çatıldı, sesi bir hırıltıya dönüştü, boğazından vahşi bir hayvanın homurtusu gibi çıktı:
Ahmet: “Saçmalama! Haberlerdeki suçlarını itiraf edeceksin. Yoksa kanını son damlasına kadar akıtırım!”
Sevil’in gözleri umutsuzca açıldı. Dudakları kanla kaplıydı. Her kelimeyi söylemek, boğazını yırtmak gibiydi.
Sevil (zorlanarak): “Seni… Derya mı yolladı? O hırslı orospu yüzünden ölmek istemiyorum…”
Ahmet’in gözleri boşluğa kaydı. Bir an durdu, sonra dişlerini sıktı.
Ahmet (sert): “Derya falan bilmiyorum. İşim seninle!”
Sevil’in nefesi hızlandı, ciğerleri kanla boğuluyor gibiydi. Dudaklarından boğuk bir fısıltı çıktı:
Sevil: “Burağı… neden öldürdün?”
Ahmet’in dudakları titredi. Sonra dişlerinin arasından delice bir gülümseme yayıldı. Yüzündeki damarlar kabardı, gözlerinde cinnetin parıltısı belirdi.
Ahmet: “Polisler… haber ekipleri… ajanslar… hepsi burada olacak. Geldiklerinde diyecekler ki: ‘Vay canına… bu adam delirmiş. Bu adama ne yapmışlar böyle?’ İşte o zaman anlayacaklar Sevil… deliliğin de bir dili var.”
Sevil’in gözleri boşluğa kaydı. Ağlamıyordu artık. Yalnızca sonunu kabullenmiş gibi bir fısıltıyla konuştu:
Sevil: “İtiraf edince… beni rahat bırakacaksın, değil mi?”
Ahmet kamerayı kaldırdı. Elinde değil de sanki bir silah, bir hüküm aracı vardı. Merceği Sevil’in yüzüne doğrulttuğunda gözbebekleri küçüldü, nefesi ağırlaştı. Parmağı kayıt tuşunun üzerindeydi. O an bir katilden çok, kendi deliliğinin yönetmeni gibi görünüyordu. Başını yana eğip karanlık bir gülümseme yaydı dudaklarına.
Ahmet (fısıltıyla, neredeyse sahnede rol yapan bir aktör gibi):
“Tabii ki… ama sen de beni unutacaksın.”
Sevil’in gözleri dondu. İçinde bir şey kırıldı—sanki ruhunun en derin yerinde incecik bir cam parçası çatladı ve sessizce dağıldı. Artık gözyaşı bile akmıyordu; sadece boş, karanlık bir teslimiyet vardı yüzünde. Dudakları titredi, kanla yapışmış dişlerinin arasından zorla bir kelime süzüldü:
Sevil (fısıldayarak):
“Tamam…”
O “Tamam” sözcüğü bir anlaşmadan çok, hayatla attığı son imza gibiydi.
Ahmet başını usulca salladı. Sonra parmağını tuşa bastı.
Kayıt ışığı kırmızıya döndü.
Ve o anda sessizliği yırtan tek şey, kameranın mekanik “klik” sesiydi.
Sevil, titreyen nefesleri arasında gözlerini kameraya çevirdi. Dudakları kurumuştu, kan pıhtılarıyla birleşen çatlaklardan kırmızı izler sızıyordu. Gözleri boşluğa bakıyor gibiydi ama arada bir Ahmet’e kaçıyordu; o bakışlarda hem nefret, hem de çaresiz bir teslimiyet vardı. Bornozunun göğüs kısmı kahverengiye dönmüş, kuruyan kan lekeleri adeta taş gibi sertleşmişti.
Ahmet, kameranın arkasında ağır ağır nefes alıyordu. Elindeki cihazı sanki bir baba, kızının doğum gününü kaydedermiş gibi özenle tutuyor, gözlerinde tuhaf bir gurur parlıyordu. Onun için bu an, Sevil’in maskesinin düştüğü, çürümüşlüğünün kanıtlandığı anın kaydıydı.
Sevil’in sesi önce neredeyse duyulmaz bir fısıltı gibiydi. Boğazından gelen her kelime kanlı bir tıkaçla boğuşuyor, cümleler yarım kalıyor, ardından gözyaşlarıyla boğulan bir nefes geliyordu.
“B-ben… yıllarca… hıh… hepimizin gözü önündeydi…”
Bir an sustu. Çenesinden süzülen kan ve gözyaşı, boynundan aşağı aktı. Başını yana çevirip bir an öksürdü, boğazından koyu bir kan geldi.
“Filmler…” dedi, sesi çatallaşarak. “O filmler hiç… hiç olmadı. Kâğıt üstünde… hepsi kâğıt üstünde…”
Soluğu kesildi. Nefes almak için debelenirken gözleri kısılıp göğsü hızla inip kalktı. Ahmet’in kameranın ardındaki nefesleri daha da belirginleşti; gergin ama aynı zamanda tatmin olmuştu.
Sevil yeniden konuşmaya çalıştı, sesi giderek yükselip sonra tekrar kısıldı:
“Yirmi yedi… projeden… dokuzu… çekilmedi. Ama… ödemeler yapıldı.”
Söyledikleri birer birer ağzından düşüyor, ardından kısa bir hıçkırık kopuyor, dudaklarının arasından kan damlıyordu. Her kelimede bedeninin biraz daha çöktüğü hissediliyordu.
“Paralar…” dedi, titreyen sesiyle. “O paralar… Karayipler’e… bağış adı altında… gönderdim. Hıhh… hayali dernekler… kağıt… sahte imzalar…”
O anda gözleri bir anlığına Ahmet’le buluştu. Ahmet’in gözlerinde yanan ateşi görünce Sevil’in yüzü kasıldı; öfke, utanma ve yenilginin karışımı bir ifade yerleşti.
“Beni… haaah… yardımsever sandılar.” dedi, sesi neredeyse hırıltıya dönmüştü. “Sektörün ablası… dediler… Ben… ben hepinizi kandırdım…”
Sözleri bittikçe Sevil’in gözbebekleri büyüyor, nefesleri hızla kesiliyordu. Arada boğuk bir çığlık gibi kısa nefesler çıkarıyor, sonra sarsılarak ağlıyordu. Birkaç saniyeliğine kafasını öne düşürdü; ağzından kanlı bir salya zemine düştü.
Ahmet, kamerayı titretmeden tuttu. Yüzünde tarifsiz bir memnuniyet vardı; gözlerinde hem öfkenin zehri hem de adaletin çarpık bir tatmini okunuyordu. Sevil’in her kelimesi, onun zihninde yıllardır büyüyen intikam ağacına su veriyordu.
Sonunda Sevil, başını duvara yasladı. Sesi fısıltıya dönmüştü, neredeyse ölüyordu:
“Ben… hepinizin… önünde… oynadım."
Ahmet o an hafifçe gülümsedi. Kamerayı biraz daha yaklaştırdı; Sevil’in kanlı, ağlayan, nefessiz yüzü kadrajı dolduruyordu. O an, Ahmet için Sevil’in tüm hayatının özeti gibiydi: bir maske, kan ve yalanlardan ibaret.
Ahmet, titreyen parmağıyla kameranın üzerindeki tuşa bastı. “Klik.” O küçücük ses, Sevil’in kulaklarında gök gürültüsü gibi yankılandı. Göz kapakları ağır ağır indi, boğazından istemsiz bir inilti çıktı. İçinde küçücük bir rahatlama vardı—sanki o kırmızı ışığın sönmesiyle ölüm bile birkaç dakika ertelenmiş gibiydi.
Ama Ahmet çoktan kamerayı kenara bırakmıştı. Masanın yanındaki çantasına eğildi. Fermuarın yavaşça açılış sesi odanın sessizliğini yırtarken Sevil’in göğsü daraldı. Çantadan çıkan siyah metalin parlaklığı, loş ışıkta bir mezar taşı gibi parladı. Susturucu, Ahmet’in elinde ağır ağır döndü; sanki zaman bile o an yavaşladı.
Sevil’in gözleri büyüdü. Boğazından kanlı bir sesle haykırmaya çalıştı, ama sesi kırık bir fısıltıdan öteye gitmedi: “Hani… beni öldürmeyecektin… şerefsiz köpek!”
Cümlesi boğazındaki kanla bölündü. Bir öksürükle ağzından kırmızı damlalar fışkırdı, yere sıçradı. Ahmet, onun bu çırpınışına donuk gözlerle bakıyordu. Dudaklarının kenarında neredeyse bir tebessüm vardı.
Sevil bir kez daha hırıltıyla konuştu: “Neden… bana yalan söyledin…”
Ama aslında biliyordu. İçinde hâlâ minicik bir umut arıyordu, o kadar.
Ahmet susturucuyu ağır ağır silahına takarken gözlerini Sevil’den ayırmadı. Sonunda hırıltılı bir kahkaha attı.
“Bana inanmış olamazsın, değil mi? Salak kadın… Sana yüzümü gösterdim. Yumruk attım. Ne diyordun… Bilal mi, Burak mı, ne sikimse… onu paramparça ettim. Odanın içine bok gibi yaydım. Ve şimdi sana hiçbir şey yapmadan gideceğimi mi sandın? Sonra sen gidip polisle konuşmayacakmısın, Aptal mısın lan sen?”
Sevil’in dudakları titredi. Gözlerinden yaşlar değil, artık boş bir korku akıyordu. Nefesi boğuklaştı, göğsü hıçkırıklarla sarsıldı. Sesinde panik, sesinde ezilmişlik vardı: “Lütfen… yalvarırım… beni öldürme. Ne istersen yaparım… suçlarım… hepsi için… çok özür dilerim… Sen… sen kötülere ceza veriyorsun… Ben dersimi aldım… Yemin ederim… beni öldürme!”
Sözleri hıçkırıklarla bölündü, gözleri kan çanağına dönmüştü. O an Sevil, sadece bir kadın değil; köşeye sıkışmış, çaresiz bir hayvan gibiydi.
Ahmet’in gözleri karardı. Derin bir nefes aldı, kendi kendine mırıldanır gibi konuştu: “Bunu bana birisi daha yapmıştı…”
Sesi kırık, hatıralarla doluydu. Susturucuyu takarken Ahmet, ağır adımlarla Sevil’e doğru eğildi. Yüzündeki damarlar kabarmış, gözleri deliliğin ve saplantının parlak ışığıyla yanıyordu. Parmakları silahın gövdesine sıkıca kenetlenmişti; sanki dünya sadece o anda durmuş, nefesler yalnızca odanın içinde dolaşıyordu. Her hareketi kontrollü, her adımı ölüm kadar soğuk ve kesintiyle kararlıydı.
Sevil, köşeye sıkışmış, titreyen bir hayvan gibi çaresizdi. Gözleri korku ve paniğin derinliklerinde kaybolmuş, nefesi hıçkırıklarla boğuluyordu. Her çırpınışı, Ahmet’in bakışında bir sonun kaçınılmazlığını fısıldıyordu; bir yandan korkunç, bir yandan da büyüleyici bir saplantının içindeydi.
— “Ne yaparsan yap… ne kadar yalvarırsan yalvar… hangi sözleri söylersen söyle… fark etmez artık… seni öldürmek istiyorum,” dedi Ahmet, sesi titremiyordu ama içindeki öfke ve saplantı her kelimede hissediliyordu. “Hiçbir şeyi istemiyorum… yürümek, yemek, çalışmak, araba sürmek… bunların hiçbirini… tek istediğim… sadece seni… öldürmek.”
Sevil, sadece bir kadın değil; köşeye sıkışmış, çaresiz bir hayvandı. Dudaklarından boğuk, nefessiz bir fısıltı çıktı:
— “Sen… sen bir yaratıksın…”
Ahmet o an, yaratikların bile midesini bulandıracak türden bir varlıktı; korkunç, insanı dehşete düşüren, saplantısıyla beslenen bir yaratik. Dudaklarında ince, çarpık bir tebessüm belirdi. Susturucuyu yerine oturturken, hareketleri ağır ve kararlıydı. Başını hafifçe eğdi, sesi buz gibi soğuk:
— “Üzgünüm…”
Odadaki sessizlik bir anlığına ölüm kadar derinleşti; nefes almak bile zorlaşmıştı. Ardından tek bir tıslama sesi yankılandı:
“Pffft.”
Mermi Sevil’in kafatasını delip geçti. Duvara sıçrayan kırmızı lekeler, loş ışıkta grotesk bir tablo gibi parladı; bir sanatın değil, ölümün ve dehşetin resmi. Sevil’in başı yana düştü, gözleri hâlâ açık; boş bakışında ölümün çıplak, acımasız gerçekliği duruyordu. Her detayı, odanın karanlığıyla birleşerek, izleyenin tüylerini ürpertecek bir sahneye dönüşmüştü.
Ahmet, silahını indirip Sevil’in cansız yüzüne baktı. Dudaklarındaki çarpık tebessüm, huzur değil; tatminin, saplantının ve yılların birikmiş karanlığının sessiz yankısıydı. İçinde garip bir rahatlama hissetti, sanki 32 yıldır beklediği sahne nihayet tamamlanmıştı. Ama gözlerinin derinliklerinde hâlâ bir çatlak vardı; kan ve cinnetle örülmüş yolun ağırlığı, bir an bile peşini bırakmıyordu. Her nefes, her bakış, yaptığıyla yüzleşmenin sessiz çığlığıydı.
Masadan Sevil’in tabletini aldı, çantasına koydu. Arkasında ne saç, ne parmak izi, ne DNA—hiçbir şey bırakmamıştı. Odanın içinde sadece kamera, Sevil’in cansız bedeni ve Burak’ın paramparça olmuş cesedi kaldı.
Ahmet, ağır adımlarla merdivenlerden indi. Kapıyı açmadan önce maskesini taktı. Kameraların olmadığı sokaklardan yürüdü, kendi gölgesine bile düşmanmış gibi. Sonunda arabasının olduğu karanlık sokağa ulaştı. Kapıyı açtı, direksiyona geçti.
Maskeyi çıkardı. Saçları darmadağınıktı, alnında ince ter çizgileri beliriyordu. Karanlık sokaktan süzülen sarı ışık, dikiz aynasında yüzünün keskin hatlarını vuruyordu; çene kemikleri sert, gözaltları gölgeli, dudakları hâlâ o bozuk, çarpık tebessümü taşıyordu. Gözlerinde tuhaf bir huzur vardı, ama derinliklerinde tarifsiz bir boşluk, bir sarsıntı gizliydi.
Kısık bir sesle mırıldandı:
— “Biliyorum… İnsan öldürmek… berbat birisi olduğumu kabul ediyorum… ama kötü bir insan değilim olamam da. Ben onun gibi değilim kesinlikle değilim…”
Sesi titremiyordu; kararlıydı, ama kelimeleri boşlukta yankılanıyordu. Beyni, yaptıklarının ağırlığını hissetmekten kaçıyor, bir yandan ise bunu istiyordu. Pişman değildi—en azından kelimelerle değil. Ama yanlış bir şeyler yaptığı hissi, damarlarında gezinen soğuk bir titreme gibi vardı.
Kendi kendine tekrarladı:
— “Ben bir canavar değilim… O kadın hak etti… ama bir daha… bir daha kimseyi öldürmeyeceğim… yemin ederim bu sondu merak ettim sadece Ahmet birdaha kimseyi öldürmeyeceksin…”
Ama gözleri aynada, kendisine yalan söylediğini biliyordu. İçindeki huzur, kan ve cinnetin gölgesinde bir sızıyla karışıyordu. Her nefeste, her bakışta insanlığın kırıntıları yavaşça eriyordu.
Bir an durdu, derin bir nefes aldı. Babasını düşündü—o adama dönüşmek istemiyordu. İçinde, kanla örülmüş yoldan bir an için uzaklaşma istemişti; ama bunu sürdürmek, yoksa geri dönmek… aklında kesin değildi. Ellerini direksiyondan hafifçe oynattı, gözlerini kapadı ve boşluğa baktı.
Aynadaki yüzü hâlâ sertti, hâlâ çarpık bir tebessüm taşıyordu; ama o an içinde kırılgan bir şüphe, belirsiz bir çatışma vardı. Kanla yürünmüş bu yolda, artık bir yol vardı—ama hangi yöne uzandığını yalnızca o hissedebiliyordu.Belki ilerliyor, belki geri dönüyordu; belki de hâlâ kaybolmuştu.
7. Bölüm Sonu.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı