13. Bölüm

Oda… bir mezar gibiydi.
Hava ağır, kanın ve çürümüş etin karışımıyla doluydu.
Pas, yanık deri ve kimyasalın keskin kokusu genzi yakıyordu.
Sarp’ın maskesi nefesini kesiyor, demirin tadı diline bulaşıyordu.
Ayakkabısının altında ezilen bir cam parçası, ölüm sessizliğini deldi — sonra yine sessizlik.

Emin’in bedeni yatağın üstünde kasılmıştı.
Ellerinin bağı çözülmüş olmasına rağmen hâlâ bağlıymış gibi sıkıydı.
Derisi mor ve gri tonlarındaydı; kan, göğsünden aşağıya siyah bir nehir gibi akmıştı.
Yüzü tanınmaz hâldeydi — sol gözü çukurundan taşmış, sağ gözünün yerinde ise sadece karanlık bir boşluk vardı.
Dişlerinden bazıları yerdeydi, birkaç tanesi hâlâ kurumuş kana gömülüydü.
Yatağın çarşafları taş gibi donmuştu; kanın altında lifler birbirine yapışmış, kumaşla et arasında fark kalmamıştı.

Cem köşede duvara yaslanmıştı.
Yüzü ölü gibi solgundu ama bakışları sabitti.
Eli hâlâ defterindeydi, parmakları titriyordu ama yazıyordu.
Korkmuyordu — çünkü korku bitmişti.
Yerine tükenmişlik geçmişti; sanki bu manzara ruhunu aşındırmış, içini boşaltmıştı.

Adli tıp ekibi sessizdi.
Birinin elinden cam şişe düştü; metal tepsiye çarptı, tiz bir ses yankılandı.
Bir stajyer elini ağzına bastırdı ama geç kaldı; karnındaki her şey boğazından patladı, kanın ve safranın kokusu havaya karıştı.
Sarp ses çıkarmadı.
Sadece cesede baktı.

Sarp: “Yine coşmuş bu adam.”

Cem başını kaldırdı, gözlerinin altı mor, sesi kuru.
Cem: “Hoş geldiniz komiserim…”
Bir an sustu, nefesini tuttu, sonra mırıldandı:
Cem: “Evet… gerçekten çileden çıkıyor bu katil.
Ama bu sefer… farklı.
Sebep yok gibi. Sanki sadece var olmak için öldürmüş.”

Sarp, Emin’in kanlı bedenine yaklaştı.
Galoşlarının altından çıkan yapışkan ses, kanın üzerinde yankılandı.
Her adımda odanın sıcaklığı azalıyordu; duvarlar soğuyordu sanki.
Sarp: “Ne biliyoruz?”

Cem, defterinden gözünü kaldırmadan konuştu.
Cem:
“Amirim, kurbanın ismi Emin Barın. Karısı ile boşanmış.
İki çocuğu var — ikiz kızlar.
Katil onlara dokunmamış. Belki bilinçli bir seçim.
Emin tiyatro işlerini finanse eden zengin biri
Sabaha karşı ihbar geliyor. Polis geldiğinde bütün kameralar devre dışı.
İki koruma varmış. İkisi de ölü.”

Cem’in sesi titredi, defteri indirip duvara yaslandı.
Cem:
“İlki, çocukların odasında.
Silahla vurulmuş ama öncesinde ciddi bir kavga var.
Duvarlarda kan sıçraması, yerde saç telleri… katil, çok sert dövüşmüş.
Üç el ateş etmiş: ikisi göğse, biri kafaya.
Koruma yüzüstü düşmüş.
Kan duvarın köşesinde hâlâ kurumamış.
Polis geldiğinde katil çoktan gitmiş olmalı.
Tahminlere göre koridordan atlayıp kaçmış.
Ama giderken pencerede bir el izi bırakmış — kanla çizilmiş, ama eldiven giymiş olmalı.
Sadece bir şekil var. Gerçek bir iz değil… sadece ufak bir hata

Sarp: “Bahçedeki?”

Cem:
“Bahçedeki koruma tek kurşunla vurulmuş.
Kulağından.
Temiz, profesyonel.
Emin’i ve bahçedeki korumayı öldürürken kullandığı silah farklı, çocuk odasındaki korumayı vururken farklı.
İki farklı silah, tek el.
Sanki kendiyle bile kavga etmiş.”

Sarp’ın sesi buz gibi çıktı.
Sarp: “başka ne var.”

Cem derin bir nefes aldı.
Artık sadece konuşmuyordu — kusuyordu sanki kelimeleri.

Cem:
“Emin’in yüzü… tanınmaz halde.
Sağ göz bıçaklanmış, sol göz sökülmüş.
Dilini kesmiş — naylona koymuşlar, hâlâ masanın üstünde.
Kaburgaları kırılmış, omzu yerinden çıkmış.
Bilek izleri var, derinin altına kadar inmiş.
Sandalyede kan, yerde ip lifleri.
Sonra çözmüş, cesedi yatağa fırlatmış.
Yatağın kenarında dişler var — bazıları hâlâ kaset parçasına yapışık.”

Sarp’ın gözleri boşaldı, ama nefesi hızlandı.
Maskenin içinde buhar birikti,

Sarp: “başka?”

Cem, Emin’in göz çukuruna baktı; karanlık sanki içine çekiyordu.

Cem:
“İşkence etmiş önce.
Sonra… vurmuş 3 el ateş etmiş onada ağzına bir kaset sıkıştırmış. sadece ağzına değil.
Kasetin bir kısmını boğazına kadar itmiş.
Kırık dişleriyle kenarlarını ısırmış.
Kaset kanla kaplı, muhtemelen içinde her zamanki gibi cinayetin kaydı var.”

Yalnızca klimadan gelen bir uğultu vardı.
Cem’in sesi, bir fısıltı gibi çıktı.

Cem: “stajyer bir adli tıp çalışanı Kaseti görünce bayıldı.
Ne yapsın çocuk... Daha önce böyle bir şey görmemiş ki.”

Sarp, maskesini sıyırdı.
Terlemişti.
Bir an nefes aldı, sonra tekrar cesede baktı.
Yüzü taş gibiydi ama gözlerinin içinde bir kıvılcım yanıyordu.

Sarp: “Bu sefer farklı, Cem.
Bu adam sadece öldürmüyor.
Bir şey anlatmaya çalışıyor.”

Cem dudaklarını ısırdı, bakışlarını kaçırdı.
Cem: “Anlattığı şeyin dili bile yok, amirim.”

Sarp, kanlı duvara baktı.
Emin’in göz çukurundan pıhtı hâlâ damlıyordu.
Her damla, odada yankılanan bir nabız gibiydi.
Sarp: “O dili keseni… biz bulacağız.”

Ve sessizlik, sanki mezarın kapağı kapanmış gibi yankılandı.
Koku kaldı, ölüm kaldı, ve onların gözlerindeki karanlık biraz daha derinleşti.

Öğleden sonra Ahmet evindeydi. Üç günlük iznini kullanıyordu ve tüm ev işlerini bitirmişti. Gözleri koltuktaki boşluktan başka bir yere odaklanmıyordu, ama zihni hâlâ planladığı dört hedefle meşguldü. Sessizlik neredeyse dayanılmazdı; sadece kendi nefesi ve düşüncelerinin uğultusu duyuluyordu.

Koltukta yatarken kendi kendine mırıldandı:
Ahmet:
“İz bırakmadım… Elimde eldiven vardı, maskem takılıydı. Bu sabah kıyafetleri yıkadım, ayakkabıyı temizledim… Silah çantada, dolapta… Her şey temiz. Temiz. Ha ha… ne kadar düzgün bir hayat lan, değil mi?”

Bir an sessizliğe gömüldü, kendi kelimelerini tekrar etti. Sonra aklına bir şey geldi ve koltukta aniden doğruldu, gözleri parladı:
Ahmet:
“Hassiktir… Silah! Çocuk odasında bulduğum ve kavga sırasında öldürdüğüm koruma… O silahı yok etmem lazım. Arabada, torpidoda… Neden kendi kendime konuşuyorum ki, salak herif? Neyse, kendi kendine eğleniyosun işte salak.”

Kendi kendine konuşurken yüzünde ince bir gülümseme belirdi. Hem tatmin hem de karanlık bir coşku vardı o gülümsemede. Kalktı, sessiz adımlarla odasına yöneldi. Siyah tişört, siyah eşofman ve koyu kapüşonunu giydi. Anahtarları cebine soktu. Kapıyı açtı, ayakkabılarını giydi, sessizce kapıyı kitledi ve asansöre doğru yürüdü. Asansörün metal çarklarının hırıltısı, içinde hem bir tedirginlik hem de beklenmedik bir heyecan uyandırdı.

Dışarı çıktı, arabasının önüne geldi. Kapıyı açtı ve içine oturdu. Torpidoyu açtı. İçinde, tam olarak hatırladığı gibi, silah duruyordu. Bir oh çekti; sanki üzerindeki yükün bir kısmı kalkmış gibiydi. Dikiz aynasına bakarken gözleri karardı; karanlık bir kıvılcım parladı gözlerinde. Bu kıvılcım, onun için sadece bir önlem değildi; bir sonraki kaosun, kendi oyununu başlatacak güçtü.

Ahmet koltuğuna yaslandı, elleri direksiyonun üstünde sertleşti. Düşünceleri geçmişten geleceğe sıçrıyordu. Her nefes, planladığı hareketleri, öldürmesi gerekenleri ve geride bırakacağı izi düşündürüyordu. Sessizlik, onun dünyasıydı. Bu sessizlik… bu karanlık… ve şimdi, bir sonraki hareketi sessizce başlayacak kaosun ilk adımı olacaktı.

Aradan birkaç saat geçti… Gökyüzü, akşamın turuncu ve kızıl tonlarına boyanmıştı. Ufukta bulutlar, sanki bir yangın gibi parlıyordu. Ahmet, İstanbul’un karmaşasından uzak, uzun ve virajlı köy yollarında sessizce ilerliyordu. Motorun uğultusu ve tekerleklerin taşlarla çarpışması dışında hiçbir ses yoktu; rüzgâr ağaçların arasından geçerken uğuldayıp uzaklaşıyordu.

Bir dağ başına ulaştığında arabayı durdurdu. Motoru sustu, sessizlik her yanını sardı. Torpidoyu açtı, eldivenlerini taktı ve silahı dikkatlice çıkardı. Siyah bir poşete koydu, dokunduğunda metalin soğuk ve sert yüzeyi parmaklarına hafifçe bastı. Bir nefes aldı, gözlerini kapadı ve adeta tüm İstanbul’un karmaşasını geride bırakıp yalnızlığın kucağına düştü.

Dağın dik yamaçlarına doğru yürüdü, her adımı taşlarla dolu toprakta sessizce yankılandı. Silahın her parçasını tek tek masaya yatırdı; şarjörü, namluyu, tetiği… Her biri ayrı bir yük, ayrı bir yükümlülük gibi hissettiriyordu. Taşlardan büyük bir blok seçti ve metal parçaları üzerine tek tek koydu. Sert bir darbe… bir çatırdama… parçaların tınısı Ahmet’in kulaklarında çınladı. Bir başka parçayı ezdi, metalin ince tınısı sanki bir çığlık gibiydi, içindeki karanlıkla birleşti.

Parçaları tek tek taşla ezdikçe, zihninde her hareketin yankısı oldu. Gözlerinin önünde koridorda, evin sessiz odalarında bıraktığı korku canlandı. Silah, sadece bir nesne değildi artık; hem planının hem de kendi içindeki karanlığın simgesiydi. Her eziliş, onu hem rahatlatıyor hem de daha da gerginleştiriyordu.

Birkaç kuru dal topladı, arabadan birkaç gazete aldı. Taşlarla daire çizdi; dal ve gazeteleri üst üste koydu. Çakmağı çıkardı, kıvılcımı gazetelere değdirdi. İlk alev titrek, küçük… sonra hızla büyüdü, çıtırtılar ve patırtılar arasında ateş, taş ve metalin karmaşasında parladı. Poşet içindeki ezilmiş silah parçalarını ateşe attı. Metalin, plastik poşetin ve yanmış gazetenin kokusu, keskin bir duman olarak yükseldi. Alevler, parçaları birer birer yutarken Ahmet derin bir oh çekti; sanki hem yükten hem de planının somut göstergesinden kurtulmuştu.

Ahmet, büyük bir taşın üstüne oturdu. Güneş gökyüzünde solgun turnucu bir parlaklıkla duruyordu; gözlerini kısarak alevlere baktı. Ateşin titreyen dili, zihnindeki karmaşayı yansıtıyordu. Derin bir nefes aldı ve kendi kendine mırıldandı:

Ahmet:
“Buralara nasıl geldim… Ahh… Baba… senin yüzünden.”

Yüzünde acı dolu bir gülümseme belirdi; gözleri hafifçe dolmuştu. Kalbindeki yük, sessizliğe karışıyordu; hem öfke hem de keder bir aradaydı. Ateşin alevlerinde kendi geçmişini, kaybettiklerini ve başlattığı karanlığı görüyor gibiydi.

Tam o anda, sessizliği bir ayak sesi böldü. Yavaş, temkinli, neredeyse fısıltı gibi bir ses. Ahmet kafasını çevirdi; gözleri karanlığa alışınca, siyah ve beyaz tüyleriyle küçük bir kedi fark etti. Hayvan sessizce ilerledi, adeta ateşin sıcaklığını hissediyor, Ahmet’e yaklaşmakta tereddüt ediyordu.

Kedi ateşin yanına kıvrıldı, titreyen alevlerden yayılan sıcaklığa gömülürcesine. Ahmet, hayvanın küçük bedeni ve sessiz varlığına baktı. Gözlerindeki sertlik, aniden yumuşadı. Bir an, geçmişin yükü ve yalnızlığın ağırlığı, onun içini delip geçti.

Ahmet:
“Hoş geldin, küçük… Bazen tek başına kalmak… sadece bunu anlamak istiyorsun, değil mi?”

Gözleri tekrar ateşe döndü. Parçalanmış ve yok olmuş silahın dumanı, gökyüzünün turuncusu ve uzaktaki rüzgarın uğultusu arasında kayboluyordu. İçinde hem bir sızı vardı hem de bir kararlılık. Kaos hâlâ planlıydı; bir sonraki adımını bekliyordu. Ama o an, Ahmet, sessizlikte ve küçük bir canlının varlığında, insanlığının kırıntılarını da hissedebiliyordu.

Ahmet, kediye tekrar baktı. Bir an durakladı, gözleri büyüdü; küçük bedende beklenmedik bir şey fark etmişti.
Ahmet:
“Demek ki… hamilesin.”

Kedi, anlamadığı bir sessizlik içinde kendini yalıyordu, ama Ahmet susmadı. Bu sessizlik, onun için bir boşluk değil, tam tersine bir çıkış, bir itiraf alanıydı.
Ahmet:

“Biliyor musun… benim de annem hamileydi…”

Sesi bir anda düğümlendi, boğazı kurudu. Gözleri, ateşin titrek alevlerinde kendi geçmişini tarıyordu. Yıllar, bir anda gözlerinin önünden geçiyordu; terk edilmişlik, öfke, kırılganlık… hepsi iç içe geçmişti. Bir süre sessiz kaldı, derin bir nefes aldı, sonra devam etti:

Ahmet:
“Ama işte… üvey babamdandı… annemin hamile olduğu çocuk.”

Kedi, artık kendini yalamayı bırakmış, sessizce ateşe bakıyordu. Ahmet, gözlerini ufka dikti; gökyüzü, alevlerin ışığında turuncu ve kırmızı tonlara boyanmıştı. O anın ağırlığı, bütün zamanları bir araya toplamış gibi geldi:

Ahmet:
“Tabi sorun değil… sonuçta bir kardeşim olacaktı. Ama… işte… bir yandan… bi şey diyeyim mi… Bu haberi aldığımda… heyecanlanmıştım. Evet… sevinçten mi, yoksa umutsuzluktan mı, bilmiyorum artık.”

Ahmet yavaşça yerden uzun, ince bir dal aldı. Parmaklarındaki eldivenler hafifçe yanmıştı, ama titremiyordu; elini ateşe yaklaştırdı. Dalın ucunda alev titredi, gölgesi yüzüne vurdu.

Ahmet:
“Yani… ben yanlızdım çocukken. Bana pek yaklaşmazlardı… üç beş olay… çok şey gördüm… Çok…”

Dalın ucundaki alev, sanki geçmişin karanlık gölgelerini yalıyor gibiydi. Ahmet gözlerini kapattı, derin bir iç çekişle. Kedi hâlâ yanında, sessiz, huzursuz bir bekleyiş içindeydi. Ateşin çıtırtısı, rüzgârın uğultusu ve uzak dağların sessizliği içinde Ahmet’in içi bir boşlukla doldu:

Ahmet:
“İşte bu yüzden… kardeşim olacağı için çok mutlu olmuştum… Tabi, üvey babam…”

Bir damla yaş yanağından süzüldü, ateşin ışığında parladı ve yere düştü. Ahmet’in sesi hıçkırıklarla boğuluyordu:

Ahmet:
“Yani bak… (nefesi zorlanıyordu)… Üvey babam… annemi… merdivenlerden itti… ve ben oradaydım.”

Ellerini yüzüne götürdü, gözleri kapalıydı. Kedi, başını çimenlere koymuş, uykuya dalmıştı; huzurlu ve masum. Ahmet’in sesi boğuk, kırılgandı:

Ahmet:
“Annemin yanına koştum… telaşla… bacaklarının arasından kan akıyordu… Elime, yüzüme bulaştı… O adama baktım… merdivenlerin üstünde duruyordu… ve küfür ediyordu… Öfke, acı, korku… hepsi bir anda üzerime çöktü.”

Bir süre sessizlik oldu. Sadece uzaktaki rüzgârın uğultusu ve ateşin çatırdaması vardı. Ahmet, ellerini yüzünden çekti, gözlerini kapattı ve yavaşça açtı. Kedi hâlâ uyuyordu, huzurlu ve masum. Ahmet bir an kediyi izledi; bakışları, hem geçmişin yaralarını hem de yalnızlığın ağırlığını yansıtıyordu:

Ahmet:
“Ben… sadece…”

Duraksadı. Kediye baktı, uyuduğunu fark etti. Sessizlik, Ahmet’in karanlık iç dünyasına sessiz bir şahit gibiydi. Yüzünde ince, kırılgan bir gülümseme belirdi. Acı, öfke ve bir nebze rahatlama karışımı…

Ateşe döndü. Parçalanmış silahın dumanı hâlâ göğe yükseliyor, gece kararmış, gökyüzü koyu maviye dönmüştü. Ateşin alevleri, gölgelerle birleşiyor, Ahmet’in yüzünü hem sert hem de kırılgan gösteriyordu. Bir süre sessizce izledi; parçaladığı ve yok ettiği silah, artık geçmişin yükünü taşıyor, aynı zamanda bir sonraki kaosun başlangıcını işaret ediyordu.

Ahmet ayağa kalktı. Ateşi söndürmedi zaten etrafına taşları dizmişti.
Yaprakların üzerinden geçerek arabasına yöneldi. Adımları sessizdi ama kararlılıkla doluydu. Kapıyı açtı, eldivenlerini çıkardı ve koltuğun yanına bıraktı. Direksiyonu kavradı, gözlerini bir süre gökyüzüne taktı.
Boğuk bir sesle mırıldandı:

Ahmet:
“Kedi bile benden sıkıldı… Gerçi… Allah bile bana baksa, gözleri benden kaçar, tiksinir…”

Ahmet arabayı çalıştırdı. Motorun uğultusu, sessiz dağ havasıyla karıştı. Önünde uzun bir yol vardı; hem fiziksel hem de ruhsal. Kaos hâlâ planlıydı, hedefleri hâlâ bekliyordu… ama o an, yalnızlığın ve geçmişin ağırlığını hissederek, insanlığının en kırılgan köşesinde durmuştu.

Ertesi gün, öğle saatleri.
Karakolun içi, dün geceden kalan ağır havaya rağmen garip şekilde “renkli” görünüyordu. Renk dediğim ne mutluluk ne umut—sadece insanların mecburiyetle yüzlerine yapıştırdığı sahte bir canlılık… Kimse ölümü aklında taşımak istemiyordu.

Buğlem’in masasında ise bu sahte renklerin hiçbiri yoktu.
Dosyalar, yarım içilmiş kahveler, uykusuzluğun çizgi çizgi gölge yaptığı bir masa…
Buğlem’in saçları birbirine karışmıştı, gözlerinin altı moraracak kadar çökmüştü. Kahvesini titrek bir nefesle içti. Önündeki iki küçük kız—Emin’in ikizleri—sessizdi, sandalyelerde büzülüyorlardı.

Buğlem derin bir nefes aldı, sesini yumuşatmaya çalıştı.

Buğlem:
“Bak Elif’ciğim… Sana artık kimse bir şey yapamaz. Güvendesin… Konuşabilirsin, tamam mı?”

Kızın gözleri büyüdü; ne korku ne güven—tam olarak çözülemeyen bir boşluk vardı.

Buğlem sonra diğer kıza döndü.

Buğlem:
“Sen de Ceyda… Biliyorum, babanız—”

Cümle daha bitmeden yanında oturan pedagog, İrem, hafif ama sert bir hareketle Buğlem’in önüne elini koydu.

İrem’in yüzündeki gerginlik profesyonelliği zorluyordu.
Kulağına eğildi, alçak ama zehirli bir tonda fısıldadı:

İrem (fısıltıyla):
“Buğlem Hanım… Böyle çocukla iletişim mi kurulur? Ne yapıyorsunuz siz?”

Buğlem’in yüzündeki yorgunluk bir anda daha da çöktü.
Başını eğdi, nefesi kırık, sesi yavaş çıktı:

Buğlem:
“Peki… O zaman siz devam edin, İrem Hanım.”

Söylemeyi bitirdiğinde gözlerinde yenilmiş bir boşluk vardı.
İtiraz edecek hâli yoktu—dün geceden beri bedeninin içinde yaşayan tek şey yorgunluk ve suçluluktu.

İrem, Buğlem’e öfke ile bakarken dudaklarının kenarı titredi. İçinde biriken sabırsızlık çok netti.

İrem:
“Gidin. Biraz dinlenin.”

Tonunda emir vardı.
Buğlem hiç tartışmadı. Yavaşça ayağa kalktı, dosyalarını bile toplamadan kapıya yöneldi. Çocukların bakışları onu takip etti—anlayamadıkları bir hüzne bakar gibi.

Ofiste çıkınca masanın havası değişti.
İrem, bir anda yüzüne kocaman bir gülümseme yerleştirdi; yapay ama çocukları rahatlatacak türden.

İrem:
“Karnınız acıktı mı bakalım? Ya da tatlı ister misiniz? Hı? İsterseniz… birlikte sinemaya gideriz.”

Kızların gözleri bir anda parladı.
Sanki dün gece babaları öldürülmemiş gibi.
Çocuklar çocuktu; acı henüz onlara tam ulaşmamıştı.

İkisi de aynı anda başını salladı.

İrem hemen cebinden telefonu çıkarıp Sarp’ı aradı.
Sesi profesyonel ama aceleciydi.
Kısa bir konuşmadan sonra izin çıktı.

Telefona kısa bir “tamamdır” dedikten sonra ayağa kalktı.

İki kız da refleksle İrem’in ellerine sarıldı.
İrem, ikisini de sımsıkı tuttu—bu defa gülümsemesi gerçekti, ama içinde hüzün vardı.

Ofisten çıktılar, üçü birlikte dışarı adım attı.
Karakolun koridorundaki soğuk floresan ışık, çocukların minik elleriyle bir pedagogun profesyonel güvensizliği arasında garip bir tezat yarattı.

Aynı saatlerde Ahmet’in evinde.

Banyo tamamen buharla kaplanmıştı. Duş az önce kapanmıştı ama sıcak suyun bıraktığı o ağır buhar hâlâ tavandan yere çöküyor, aynayı süt gibi kaplıyordu. Fayanslardan damlayan su taneleri, yerdeki küçük kanlı su birikintilerine karışıyordu.

Aynanın üzerindeki floresan lamba titriyordu. Işık her kesildiğinde banyo bir anlığına ölüyormuş gibi kararıyor, geri geldiğinde Ahmet’in buğulu camdaki silueti kırık bir hayalet gibi parlıyordu.

Ahmet, beline sardığı havluyla aynaya yaklaşırken yüzündeki yaralar sıcak sudan iyice kızarmıştı. Çenesinden hâlâ birkaç damla kan akıyor, gözaltındaki morluk kaba bir yumru gibi kabarıyordu. Lavabonun kenarında duran iki kirli gazlı bez –kan, merhem ve deriden kopmuş ufak parçalarla– neredeyse çamur kıvamına dönmüştü.

Ahmet yüzüne bakıp homurdandı.

Ahmet
“… bu ne amınakoyayim… Zombi gibiyim…”

Yüzündeki bantlar suyla gevşemişti ama hâlâ iğrenç bir inatla cildine yapışıyordu. Gözaltındaki banttan başlamaya cesaret edemedi. Onun yerine kaşının yanındaki banda uzandı.

Ahmet
“Tamam oğlum… sakin… çek geç, çek geç…”

Parmakları titriyordu. Bir nefes aldı, bandı tuttu ve—

Bant “cııııırt” diye kopunca Ahmet çığlığı bastı.

Ahmet
“AHH— HASSİKTİR!… AHH!…”

Geriye sendeleyip duvara yaslandı. Bandı elinden fırlattı. Üzerinde kaşının yarısı duruyordu.

Ahmet
“AMINA KOYDUĞUM! KAŞI DA ALDIN LAN! GERİZEKÂLI— KAŞIM GİTTİ!”

Kan hemen yüzeye doldu. Kaş kökleri tek tek kırmızı noktalara dönüşüyordu. Ahmet aynaya yaklaşıp yüzünü inceledi:
göz kan çanağı, kaşının yarısı yok, yanağındaki kesik hâlâ açık, dudağının kenarı patlamıştı.

Ahmet
“Dur lan… sakin ol… sinirlenme… daha beterini yaşadın. Bu ne ki…”

Dolabı hızla açtı. Merhem tüpünü aldı, kapağını dişleriyle kopardı. Tüpün ağzı patladı, merhem eline taştı.

Ahmet
“Lan yavaş sık…—”

Ama çok geçti. Merhemi göz altına sürerken eli kaydı, krem morluğun tam üstüne bastı.

Ahmet
“AH— SİKTİR! YAVAŞ OL… YAVAŞ OL LAN!”

Yanma yüzüne yayıldı. Gözünden yaş aktı ama acıya verilen refleksin dışında hiçbir duygu yoktu.

Ahmet bu kez elini yanağındaki kesiklere götürdü. Parmaklarıyla hafif bastırdı, taze kan parmak uçlarına bulaştı. Buhar, yüzündeki kanı ince çizgiler hâlinde eritip aşağı süzüyordu.

Aynaya daha da yaklaşıp gözlerinin içine baktı.
Yorgun… kırık… parçalanmış…

Ahmet (kısık sesle)
“Ben… böyle mi oldum lan…? Gerçekten böyle mi…?”

Elini aynaya koydu. Avucunun sıcaklığı buharı eritince yüzü daha netleşti.

Ahmet
“İnsan kendi yüzünde geçmişini görürmüş… doğru. Ben de görüyorum…”

Derin bir nefes aldı.

Ahmet
“Kavgayı değil… kaçtıklarımı…”

Floresan tekrar titredi. Işık gidip geldi. Kısa kararmalarda Ahmet’in yüzü daha vahşi, daha kırık, daha öfkeli görünüyordu.

Aynaya iyice yaklaşarak fısıldadı:

Ahmet
“Neyse… alıştık artık.”

Çenesindeki kurumuş kanı tırnağıyla kazıdı. Acı yüzüne yayıldı ama kıpırdamadı bile.

Bir süre sessizce nefes aldı. Ardından merhemi tekrar sürdü, bu kez daha nazik, daha kontrollü.

Kafasını arkaya yasladı, gözlerini kapadı.

Ahmet (fısıltıyla)
“Bu daha başlangıç… sakin ol… daha işimiz var, Ahmet…”

Gözlerini açtı. Aynadaki haline buz gibi bir bakış attı.

Ahmet
“Daha kimse bitmedi.”

Birkaç dakika sonra işi biter.
Ahmet sonunda yüzüne yaptığı o yarım yamalak bakımın etkisini hissediyordu; acı hâlâ oradaydı ama en azından yüzü artık tamamen kan içinde değildi. Gözündeki morluk hâlâ zonkluyordu, her nabız attığında sanki içten biri yumrukluyormuş gibi. Kaşının yarım kalan kısmının kökleri kıpkırmızı, taze alınmış bir yara gibi duruyordu. Dudakları çatlak, kurumuş kan çizgileri hâlâ kenarlarında sertleşmiş bir kabuk gibi asılıydı.

Ama… ilk haline kıyasla daha insansıydı artık.

Banyonun kapısını açtığında içeriden yoğun bir sıcak buhar dışarı fırladı. Duvarlarda kanlı su izleri, yerde ıslak gazlı bezler, metalik bir kokuyla karışan buhar… her şey savaş sonrası bir sığınak gibi görünüyor, Ahmet'in o içindeki karanlığı resmediyordu.

Havlusu beline gevşekçe sarılmıştı. Derisinde su damlaları hâlâ süzülüyor, bazıları yüzündeki acıyan bölgelere denk geldikçe Ahmet’in nefesi istemsizce titriyordu.

Salona yürüdü. Ayaklarından damlayan su, parkede kesik kesik izler bırakıyordu. Koltuğa oturdu, sırtını yasladı, başını arkaya attı.

Sonunda… bir nefes.

Ahmet derin, yorgun, tükenmiş bir “oh” çekti.
O ses, hem acının boşalmasıydı hem de hayatta kaldığını kendine kanıtlayan kırık bir rahatlama.

Tam gözlerini yeni kapamıştı ki—

Tık tık.

Kapı çaldı.

Ahmet’in vücudu bir anda gerildi. Sanki bütün yaraları aynı anda hatırladı. Nefesi kesildi. Başını hızla kaldırdı, elini koltuğun kenarına koyup doğruldu.

Yalpalamadan, neredeyse sessiz bir öfke ve tetikte bir korku karışımıyla kapıya doğru yürüdü.

Elini kapının yanına koydu.
Eğildi.

Delikten baktı.

Delikten bakınca Ahmet’in yüzü aniden gerildi. Gözleri karardı, kaşları çatıldı; sanki içindeki huzursuzluğu bir türlü bastıramıyordu. Elleri havlunun kenarına sıkıca sarılmıştı, ama bu da onu sakinleştirmeye yetmiyordu. Sessizce homurdandı geriye doğru yürüdü.

Ahmet
“Ulan… Sen ne alaka, amınakoyayim.”

Havlu beline sarılıydı, vücudunu örtüyordu, ama gözleri hâlâ sinirden parlıyordu. Kapıya doğru ağır, kararlı adımlarla yaklaştı. Kapıyı açtı ve karşısında Derya’yı gördü. Kısa bir etek giymiş, siyah, ince yakalı tişörtü eteğin altına hafifçe sokmuş, bacaklarında beyaz uzun çoraplarla duruyordu. Ahmet’in gözleri bir an şaşkınlıkla açıldı, sonra sinirle karışık bir ifadeye büründü.

Ahmet
“Niye geldin...”

Derya, Ahmet’in sinirli bakışlarını hafifçe umursamaz bir ifadeyle karşıladı ve sert bir sesle yanıt verdi:

Derya
“Neden havlu ile kapıyı açtın, sapık herif.”

Ahmet’in siniri daha da arttı. Hızla bakışlarını çevirdi, ellerini yumruk yaptı ve homurdandı:

Ahmet
“Sen benim bornozumu giymedin mi! Ha, üstüne üstlük bornozumu aldın… Nerde lan bornozun!”

Derya hiçbir şey söylemedi, sadece yavaşça adım attı ve içeri girdi. Ayakkabılarını bile çıkarmadı.

Ahmet sert bir şekilde durdu, sesi keskinleşti:

Ahmet
“Bekle, giremezsin!”

Ama Derya aldırış etmedi, sessizce Ahmet’in yanından geçti ve salona yöneldi.

Ahmet’in yüzündeki öfke, sessiz bir patlama gibiydi. Sesi gürledi:

Ahmet
“Ayakkabılarını çıkart bari!”

Derya, Ahmet’e bakış attı; gözlerinde hafif bir alay vardı. Beyaz spor ayakkabılarını çıkardı, rafa koydu ve kısa bir sesle yanıtladı:

Derya
“Oldu mu?”

Ahmet, sinirle kapıyı kapattı, salona doğru hızlı adımlarla geçti. Yarım yamalak gözündeki morluk ve dudaklarındaki kurumuş kan, hareketlerini daha da sert gösteriyordu. Salona geçerken açık kalan banyonun kapısını kapattı, ama Derya, Ahmet banyonun kapısını kapatınca içinde bir merak oluştu ve Ahmet’e seslendi:

Derya
“Banyoya girmem gerek.”

Ahmet bağırdı, sesi sert ve keskin:

Ahmet
“Olmaz!”

Ama Derya, kararlıydı ve aldırış etmeden banyoya yöneldi. Kapıyı açtığında gözleri kanlı, korkutucu bir manzarayla karşılaştı. Lavabonun kenarında biriken gazlı bezler, kurumuş ve taze kanla kaplıydı; bantlar yerlere saçılmış, üzerleri mor ve kırmızı lekelerle birleşmişti. Lavabonun kenarından damlayan su, yerde biriken kanla karışıyor, küçük gölcükler oluşturuyordu; her adımında ayaklarının altından hafif bir ıslaklık ve metalik koku yayılıyordu. Duvarın kenarında, Ahmet’in tırnak iziyle çizilmiş ufak kanlı çizgiler ve sıçramış damlalar vardı; sanki her an bir şiddet sahnesi yaşanmış gibi her şey canlıydı, yeni ve taze.

Tam o anda Ahmet geldi Derya olduğu yerde durdu, nefesi kesilmişti. Ama tuhaf bir şekilde rahatsız olmamıştı; gözleri Ahmet’e çevrildiğinde, yüzünde alaycı, hafif komik bir gülümseme belirdi. Bu gülümseme, hem Ahmet’in sinirini hem de ortamın gerilimini daha yoğun hissettiriyordu.

Banyonun buğusu kapının çerçevesine yapışmıştı. Ahmet, yüzündeki yaralara her dokunduğunda sanki bir yerden elektrik boşalıyordu; moraran gözünün etrafında pul pul olmuş merhemler, dudak kenarlarında kurumuş kan çizgileri… Kaşının yarısı yoktu; kazınmış değil, koparılmış gibi. Bant hâlâ elinde, yapışkan kısmında siyah kıllar görünüyor, Ahmet’in canı her baktığında yeniden yanıyordu.

Derya banyo kapısının önünde dikiliyordu. Gördüğü manzara karşısında dudakları önce titredi, sonra hafifçe açıldı; bir an duracak gibi oldu ama duramadı. O kısa sessizlik, fırtına öncesi bir nefesti adeta.

Ve gülmeye başladı.

İlk başta hafif bir kıkırdama… sonra dişlerinin arasından taşan kahkahalar.

Derya
“Bune Ahmet… Hahaha…”

Ahmet başını kaldırıp ona baktığında o kahkaha, yüzünde yankılandı sanki. Zaten yorgundu, zaten sinirliydi; artık sinirlenmek bile lüks geliyordu ona. İçindeki yorgun öfke, kahkahanın her titreşiminde biraz daha ağırlaştı.

Ahmet
“Yüzümdeki yaralar… Biraz tedavi işte.”

Derya bunu duyunca gülmesini durdurmaya çalıştı—ama olmadı. Eliyle ağzını kapattı, ama omuzları hâlâ sallanıyordu. Gözlerinden hafif yaşlar çıkıyordu.

Derya
“Oğlum… Kendine yüz bakımı yapamayacak kadar aciz olmazsın!”

Ahmet’in kaşının yarısının yokluğu, Derya’nın gözünde trajedi değil komediydi.
Ahmet bakışlarını kaçırdı; gülüş onun içini acıttı. Göğsünün tam ortasında bir şey sıkıştı, nefesini engelleyen kör bir düğüm gibi.

Derya eğilip Ahmet’in yüzüne biraz daha dikkatli baktı. Ve bir anda kıkırdama daha güçlü bir patlamaya dönüştü.

Derya
“Her şeyi geçtim… Kaşının yarısını bantla mı aldın sen?!”

Gülme artık kahkaha değil; boğazından taşan, kontrolsüz bir çalkalanmaydı.

Ahmet sonunda dayanamadı, sesi sinirden titredi.

Ahmet
“Sus­sana artık… Ne yapabilirim ki? Zengin değilim senin gibi özel doktorlarım yok!”

Bu cümle Derya’nın kahkahasını kesmesi gerekirken tam tersine bir dalga daha büyüttü; ama gülüşte artık yavaş yavaş bir yorgunluk belirmeye başlamıştı.
Nefesi hızlandı, omuzları hâlâ sekiyordu ama ilk kadar güçlü değildi.

Derya
“Aptal… (gülmeye devam etti) Bunun özel doktorla ne alakası var? İki Merhem sürersin, bantları çıkarırsın, tazelersin.”

Sonra kendini tutmaya çalıştı.
Gülüşü azaldı, ses kısıldı, nefesi hafif hafif düzensizleşti.
Bir kıkırtı kesiliyor, diğer kıkırtı istemsizce geri dönüyordu; o aradaki saliselik boşluklarda bile yüzündeki gülümseme kaybolmadan devam ediyordu.

Tam Ahmet konuşacakken:

Ahmet
“Neyse neden—”

Ama Derya daha sesli kahkahanın devamını atmaya başladı.
Direnci çözüldü.
Bir anda tekrar patladı, bu kez daha kısık ama daha çaresiz bir kahkaha olarak.
Nefesi yetmeyince dizlerinin bağı çözüldü, yere çöktü. Bir elini karnına bastırdı, diğer eliyle zeminden destek alarak dengede durmaya çalıştı.

Derya
“Ama… ama sen kaşının yarısını almışsın!”

Bu kez gülüşü güçlü değildi; daha çok yorulmuş bir kahkahanın hıçkırıklı kalıntıları gibiydi. Nefes nefese kaldı. Gülmekle boğulmak arasında ince bir çizgide durdu. Yüzündeki kahkaha, yavaş yavaş titreyerek sönmeye başladı.

Ahmet bir an gözlerini kapadı.
Gülüşün her darbesi yüreğine bir iğne gibi saplanmıştı.
Kendini küçük hissetti, saçma hissetti, savunmasız hissetti.

İçinden geçen cümle dişlerinin arasından sıkıştırılmış bir tıslama gibiydi:

Ahmet (iç ses)
“Ulan aptal… Şuna alay konusu oluyorsun durmadan… Aptal herif.”

Derya’nın gülmesi tamamen kesilmedi; ama artık sadece ara ara gelen kısa, yorgun kıkırtıların gölgesiydi.
Nefesini toplarken yüzündeki o alaycı tebessüm hâlâ silinmemişti.

Yere elleriyle dayanarak doğruldu.
Gülüş artık yoktu, ama gözlerinin kenarında hâlâ yeni bitmiş bir kahkahanın ıslak parıltısı vardı.
Banyo kapısına yöneldi, elini uzattı ve kapıyı hafifçe değil, kararlı bir hareketle kapattı.

Kapının kapanışındaki o sertlik, Derya’nın karakteri gibiydi; düşünmeden, direkt, filtresiz.
Sesi kesilmişti ama o alaycı ifade yüzünde hâlâ duruyordu.

Derya
“Neyse… Asıl konuyu anlatacağım sana. O yüzden geldim.”

Ahmet dudaklarını büzdü, sesi hafifçe çatladı.

Ahmet
“İyi de arasaydın o zaman.”

Derya yüzünü buruşturdu, hafif sinirli bir tonda cevap verdi.

Derya
“Salak… O telefonların sınırı var. Her zaman arayamazsın.”

Ahmet şaşkınlıkla kaşlarını kaldırdı—kalanıyla.

Ahmet
“İyi de neden daha önce söylemedin?”

Derya of çekip omuzlarını düşürdü, bıkkın bir tavırla yanıtladı.

Derya
“Canım istemedi.”

Ahmet’in sabrı çatırdadı.

Ahmet
“Lan sen—”

Derya hemen araya girdi, umursamaz bir el hareketiyle onu susturdu.

Derya
“Neyse, önemli değil. Artık biliyorsun.”

Sonra hiç beklemeden arkasını döndü, salona geçti.
Hızlı değil, mağrur değil… sadece rahat bir yürüyüş.
Sanki kendi evindeymiş gibi.

Koltuğa oturdu. Bir bacağını diğerinin üzerine attı. Kendini koltuğa bırakırken çıkardığı hafif nefes, Ahmet’in sinirine benzin döker gibiydi.

Ahmet ise koridorda kaldı.
Işık onun yüzüne vurunca morluğu daha da belirginleşti.
Yüzündeki bant izleri, çizikler, kızarıklıklar…
Sanki Derya’nın kahkahaları hâlâ bunların üzerinde geziyordu.

Yutkundu.
Gırtlağı acıttı.

Ve kendi içine doğru, kimsenin duyamayacağı karanlık bir yere bir cümle bıraktı:

Ahmet (iç ses)
“Kimsin lan sen…”

Ahmet salona doğru yürümeye başladı ama adımları normal bir yürüyüş gibi değildi.
Sanki yere değil, sinirinin üzerine basıyordu her seferinde. Ayak tabanları fayansların soğuğunu hissediyordu ama içindeki öfke o soğuğu bile eritiyordu. Koridorun sarı loş ışığı, Ahmet’in yüzündeki bantların gölgesini uzatıyor, kaşının yarısı daha da tuhaf görünüyordu. Her adım, “yeter artık” diyen bir hayvanın nefesi gibiydi.

Salona girdiğinde olan şeyi görünce, içinde bir şey resmen çat etti.

Derya, onun evdeki tek düzgün koltuğuna kurulmuştu.
Üstelik öyle sıradan bir oturuş değildi; o koltuk yıllardır Ahmet’in “güvenli alanıydı.”
Yorulduğunda çöktüğü yer, yalnızken nefes aldığı yer.
Ve şimdi o koltuğun orta yerine, umursamazca, bir kraliçeymiş gibi yayılmış Derya oturuyordu.

Ahmet’in bakışı bir saniyeliğine boşaldı.
Sonra kaşının altındaki sinir titredi.

Ahmet (iç ses)
“Bu ne lan…
Kedinin mama kabına giren bir köpek gibi hissediyorum.
Kendi yerimde bana yer kalmadı…”

Derya göz ucuyla Ahmet’e baktı.
Poposunun altındaki koltuğun sahibi olan adamın yüzündeki rahatsızlığı anında gördü.
Ama tanıyorsun Derya’yı — umursamadı. Hatta hafif bir gülümseme bile belirdi yüzünde.

Derya
Ne bakıyorsun öyle? Sanki koltuğa tapıyorsun.

Ahmet dişlerini sıkıp kafasını çevirdi.
O kadar rahatsızdı ki, bir an için gerçekten hırlayacak gibiydi.
Bir hayvan gibi; köşeye sıkışmış, alanı işgal edilmiş.

Konuşmak yerine mutfak tarafına yürümeye başladı.
Her adımında adaleleri hafif kasılıyordu; sinirinin ritmi bacaklarına inmişti sanki.

Mutfaktaki sandalyelerden birini tuttu.
Boyası dökülmüş, gıcırdayan, oturunca insanın belini kırmaya yemin etmiş bir sandalye.
Ama şu anda Ahmet’in gözünde taht misaliydi—çünkü en azından üzerinde Derya yoktu.

Sandalyeyi kaldırdı, salona taşıdı.
Ayakları zemine sürtündükçe “gırç gırç” diye rahatsız edici bir ses çıktı, ama Ahmet’in umrunda bile değildi.
Derya da bakıyordu, belli ki biraz eğlenerek.

Ahmet sandalyeyi koltuğun tam karşısına koydu.
Bir anlığına derin nefes alıp oturdu.

Ve o oturma, bir insanın oturması değildi—
Kendi koltuğundan sürülmüş bir kedinin, “tamam o zaman buraya çökerim” diye inatla yerleşmesiydi.

Derya, Ahmet’e baktığında yüzündeki ifade kısa bir anlığına sertleşti. Ahmet’in suratındaki öfke, yarım yamalak iyileşmiş morluklarla birleşince, gerçekten de köşeye sıkışmış, tüyleri kabarmış bir sokak köpeğini andırıyordu. Gözleri kızarmış, dudak kenarları gerilmişti. Belindeki havlu ise onu hem komik hem trajik bir hale sokuyordu; çıplak, savunmasız, sinirli ve yorgun.

Derya “Abartma Ahmet.”

Sesi düz, hafif bıkkın ama içinde bir damla da olsa kaygı vardı.

Ahmet ise konuşmadı.
Yere baktı.
Havlusu dizlerine düşüyordu, parmakları kenetlenmişti. Çenesindeki titreme çok hafifti ama vardı. Göğsü inip kalkarken içeride bir şey sıkışıyordu… Belki gurur, belki öfke, belki de korku.

Birkaç saniye sessizlik çöktü salona.
Sadece banyonun içinden hâlâ buharın damla damla fayansa vurma sesi geliyordu.

Ahmet gözlerini kısıp derin bir nefes aldı.

Ahmet
“Büyük konuyu anlat… hadi.”

Derya artık dalga geçmenin anlamı olmadığını anlamıştı.
Omuzlarını düzeltti, ciddileşti ve adeta mod değiştirdi.

Derya
“İyi ve kötü haberim var… ama hangisinden başlayayım?”

Ahmet gözlerini kaçırmadan bakmaya çalıştı ama sabrı tükenmişti.

Ahmet
“Kötüden başla.”

Derya’nın dudak kenarı hafifçe kıvrıldı; o klasik, umursamaz Derya gülümsemesi.

Derya
“O zaman iyiden başlıyorum.”

Ahmet oturduğu sandalyede irkildi. Sanki birisi kaburgasını dürtüp duruyormuş gibi.

Ahmet
“İstediğini yap…”

Sesinde vazgeçmişlikle öfke karışımı bir ton vardı.

Derya kollarını göğsünde kavuşturdu, nefes aldı ve net konuştu:

Derya
“İyi haber şu: koruma ile ettiğin kavgada senden akan kanla ondan akan kan birbirine karışmış. Laboratuvar tam ayrım yapamamış. Yani kan teşhisi artık imkânsız.”

Ahmet’in gözlerinde küçücük bir parıltı belirdi.
Yüzünün kasları bir anlığına rahatladı.
Omuzları hafif çözüldü.
Boğazındaki düğüm yarım saniyeliğine gevşedi.

Ama o boşluk uzun sürmedi.

Merak, endişe, şüphe… tek tek geri yerleşti yüzüne.

Ahmet
“Peki… kötü haber ne?”

Derya içini çekti, bu sefer gerçekten zorlandığı belliydi.

Derya
“Ehh… işte sorun da o…”

Ahmet sandalyesinde doğruldu. Dizleri gerildi. Dudaklarının kenarı titredi.

Ahmet
“Söyle hadi!”

Derya gözlerini Ahmet’ten ayırmadan konuştu. Sesi bu kez daha düşük, daha ağırdı.

Derya
“Çocuklar… senin yüzünü görmüşler. Ama şu anda konuşmaya kapalılar.”

Ahmet’in vücudu bir anda dondu.
Gerçekten dondu.

Gözleri büyüdü.
Göğsü sıkıştı.
Sanki kalbi bir anda kaldığı yere çivilenmiş gibi ritmini unuttu.

Dudakları kurudu—öyle hızlı ki, dilini dudağına götürmesi bile acıttı.
Yutkundu, ama boğazı kuru bir tel gibi gıcırdadı.
Omuzları çöktü, parmakları birbirine kenetlendi; eklemler bembeyaz kesildi.

Korku…
O eski, lanet, midesini ters çeviren o his…
Tekrar geldi.
Ve bu sefer daha sessizdi, daha ağırdı.

Gözlerinin arkasında bir basınç oluştu, nefesi sıklaştı. Sanki biri kalbinin üzerine oturmuş gibi.

Ahmet başını hafifçe öne eğdi.
Sesi ölü bir fısıltı gibiydi.
Titrekti.
Korumasızdı
İçine çökmüştü.

Ahmet
“…Hassiktir... siktir... siktir... ”

Ahmet’in umutsuz, keskin küfürleri salonda yankılanıyordu. Her kelimesi, havayı delip geçen bir çakı gibi keskin, karanlık ve tehditkârdı. Derya’nın yüzündeki alaycı ifade yavaş yavaş eriyordu; yerini soğuk, dikkatli ama ölçülü bir bakış aldı. Gözleri hâlâ gerilmişti, dudakları sıkıca kapalıydı; ama titreyen elleri, içten içe korkuyu, şaşkınlığı ve endişeyi ele veriyordu. Her kasını kontrol etmeye çalışıyor, ama vücudu her an patlamaya hazır bir gerilimle doluydu.

Derya, sesi titremeden ama yumuşak, neredeyse annevari bir şefkatle konuştu:
“Bak… sakin ol… ben de yardım edeceğim sana…”

Ama Ahmet’in öfkesi, yıllardır birikmiş bir volkan gibi, bir anda patladı. Sessizliği yırtan çığlığı, banyonun buğusunu arkasında bırakır gibi havayı delip geçti. Gözleri öfke ve acıdan kan çanağına dönmüş, dudak kenarları kurumuş kanla karışmış, yüzündeki yaralar ve kaşının yarısızlığı daha da çarpıcı hale gelmişti. Elleri titriyor, parmakları istemsizce birbirine kenetleniyordu. Sanki her hareketi, bir başka patlamayı davet ediyordu.

Ahmet’in sesi yükseldi:
“Ne yardımı lan! Ne yardımı amınakoyayım! Ne yardımı! Tekrardan aynı şeyi yapmak istemiyorum… Hem de bu sefer çocuk!”

Derya, donmuş gibi oldu. Gözleri büyüdü, nefesi kesildi. Ahmet’in yüzü öfkeyi çoktan aşmış, patolojik bir hal almıştı; insanî sınırları çoktan aşan bir canavar gibi gözüküyordu. Ellerinin titremesi, çenesindeki kesikler, kaşının yarısızlığı ve mor göz çevresi, onu hem insanlıktan uzak hem de iğrenç bir korku kaynağı hâline getirmişti. Her bakışı, Derya’nın göğsüne ağırlık gibi çöktü.

Ahmet, nefesini kontrol edemeden bağırmaya devam etti:
“O amınakoyduğum tekelcisini yakarken bile ne kadar zorlandım, bilmezsin lan! O sikik yaşlı herif yüzünden üstüne üstlük mafya peşime dolandı lan!”

Derya gözlerini devirdi, kalbi sıkıştı, nefesi kesildi. Bu, medyanın, insanların asla bilmediği karanlık bir geçmişin ipuçlarını barındırıyordu. İlk kez Ahmet’in içindeki tehlikeyi bu kadar çıplak, bu kadar yoğun hissetti.

Derya (titrek bir sesle)
“Bekle… bekle, ne diyorsun?”

Ama Ahmet’in gülüşü, korkuyu katlayarak büyüttü. Önce titrek, kesik kesik bir kıkırdama başladı; sonra delice, kontrolsüz bir patlamaya dönüştü.

“Hassiktir! Dayanamıyorum artık!”

Gülüşü çıldırmış bir hayvanın uluması gibiydi; ses, salonun duvarlarına çarpıyor, yankılanıyor, boşluğu parçalıyor gibiydi. Ahmet kendini yere attı, sandalye devrildi. Havlusu belinden kaymıştı, çıplaklığı ve yaralı hâliyle ışığın altında korkutucu bir tablo oluşturuyordu. Dudaklarındaki kurumuş kan, mor gözaltları ve yüzündeki yara izleri birleşerek onu insanlıktan uzak, neredeyse canavarî bir varlık hâline getirmişti. Her soluk alışında titreyen kasları, çırpınışı ve kontrolsüz kahkahası, etrafındaki havayı adeta zehirliyordu.

Derya donakaldı. Kalbi çarpıyor, elleri titriyordu; ayakta durmakta zorlanıyordu. Sanki yer çekimi aniden artmış, tüm vücudunu aşağı çekiyordu. Yıllardır hissetmediği bir dehşet sarıyordu onu; her nefes alışında Ahmet’in sesi ve çılgın gülüşü ciğerlerine işliyordu.

Derya (bağırarak)
“Ne diyorsun Ahmet?!”

Ahmet, patolojik gülüşünü sürdürüyordu. Yere çırpındıkça kahkahası büyüyor, salonu ve duvarları adeta titretip yıpratıyordu. Yüzü hem yorgun hem çılgınca parlıyordu; gözleri kan çanağına dönmüş, dudaklarından ve diş etlerinden taşan kan, yüzündeki morluklarla birleşmişti. Bu birleşim onu hem korkutucu hem iğrenç bir şekilde insanlıktan uzaklaştırıyordu.

“Hahahahaha… Çocuk... Başka şansım yok değil mi?!... Harika!”

Gülüşü çirkin, kulak tırmalayıcı, yaşlı bir köpeğin dişlerini gösterir gibi hırıltılıydı. Sesi salonu dolduruyor, çarpıcı bir kaos yayıyordu.

Derya artık dayanamadı. Kendi güvenliğini hissetmiyordu. Sessizce geri çekildi, salondan çıktı. Koridorda adımlarını hızlandırdı; ayakkabısını alıp kapıyı açtı ve evden çıktı. Arkasında bıraktığı Ahmet’in çılgın gülüşü, koridor boyunca yankılanıyor, duvarları titretiyor, havayı adeta parçalıyordu.

Ahmet yerde yatıyordu; havlusu tamamen kaymış, çıplaklığı ve yaralı hâliyle çırpınıyordu. Gülüşü korkutucu bir delilikle birleşmişti. Gözleri açık ama boş, kahkahaları hem kendine hem de mekâna hâkim olan karanlık bir enerji yayıyordu. Her hareketi, her nefesi, her çırpınışı birer tehdit gibiydi; izleyen herkesin içini ürpertiyor, ruhuna işliyordu.

Ahmet (iç ses)
“O tekelcide, benim yüzümü gördüğünü söylemişti… Ama aslında bir şey görmemişti… Unutmuştu… Şimdi o çocuklar…”

Gülüşü, evi kırıyor, duvarları çatlatarak geçiyordu. Salondaki hava, yara, kan ve çıplaklığın birleşimiyle kasırgadan çıkmış bir fırtına gibiydi. Her kahkaha, havayı kalın, yoğun bir gerilimle dolduruyordu.

Ahmet devam etti, içinden yükselen çığlıkla:
“Şimdi… İki küçük kız çocuğumu… Orosbu Derya… senden nefret ediyorum… Senden nefret ediyorum… Sen bir piç kurususun!”

Ayağa kalktı; tamamen çıplaktı artık. Koltuğa oturdu, gülmeye devam etti. Bu gülüşün hiçbir anlamı yoktu; sadece absürtlük, karmaşa ve kontrolsüz bir şiddet hâkimdi.

Ahmet (iç ses)
“Çocuk… büyük… yaşlı… genç… Hepsi elimden geçecek… Hepsi… Baba… uzak dur benden… lütfen… Baba… yapma… git… yalvarırım… git… yalvarırım…”

Gülüşünü durduramıyordu. Koltuğa sert sert vuruyor, kahkahalarını salona, duvarlara, boşluğa savuruyordu. Her darbe, her ses patlaması, salonu bir korku ve delilik sahnesine çeviriyordu.

Ahmet (bağırarak)
“Ne yapacağım?!”

Ve böylece salon, yaralı, çıplak, deli kahkahalarla yankılanan bir boşluğa dönüştü. Ahmet’in çığlık gibi kahkahası, hem kendi deliliğini hem de geçmişin karanlığını tüm çıplaklığıyla ortaya seriyordu. Sessizlik tamamen silinmişti; yerini korku, çılgınlık ve iğrenç bir enerji almıştı. Havada asılı kalan tüy gibi bir sessizlik yoktu artık; her ses, her nefes, her titreyen gölge deliliğin yankısıydı.

Değişim kapıdaydı. Ama kapıyı açmayı beklemiyordu; o çoktan geçmişti. Değişim, sadece kapının ardında durmuyor, salonun her köşesinde, her çatlakta ve her gölgede fısıldıyordu. Koç başı gibi kıvrılmış boynuzlarıyla, görünmez gözlerle Ahmet’i ve salonu izliyor, her an atacak ilk adımı hesaplıyordu. Zaman, bu anda ağırlaşmış, nefesini tutmuş gibiydi; duvarlar sanki yaklaşan felaketi hissetmiş, çatlamaya hazır bir gerilimle titriyordu.

Ve o an, her şeyin dönüşeceğini hissetti. Geçmişin gölgeleri, kırık anıların acısı, bastırılmış korkular ve bastırılamayan delilik, hepsi bir araya gelmiş, değişimin kıyısında dans ediyordu. Ahmet’in kahkahası artık sadece bir ses değil, bir çağrı, bir uyarıydı; değişimle yüzleşmek, onun önünde diz çökmek ya da tamamen yutulmak arasında bir seçim değildi; bu, kaçınılmaz bir zorunluluktu.

Ve öyle bir boşluk vardı ki, zamanın bile nefesini tutmuş gibi durduğu… her şey değişmeye başlamıştı. Ama bu değişim, neyi, kimi, ne kadarını bırakacağını bilmiyordu; sadece geliyordu ve ardında geriye hiçbir güvenli liman bırakmayacaktı.

BÖLÜM NOTU

Bu bölüm biraz olaysız oldu Gerçi okuyan yok




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu