Bölüm 14
Sabah olmuştu ama evde sabaha dair hiçbir iz yoktu.
Güneş, perdelerin arasından içeri sızacak cesareti bile bulamıyordu; salon zifiri karanlık, ağır, nefes alması zor bir çöplük gibiydi. Saat 05:00’tı ama zaman, Ahmet’in zihninde çoktan parçalanmış, tanınmaz hâle gelmişti.
Salonun köşesinde hâlâ devrili sandalye, yerde kurumuş kan lekeleri, Ahmet’in attığı çığlıkların titrettiği camlar vardı.
Ahmet koltukta çıplak hâlde oturuyordu.
Derisi soğumuştu, sanki üstünde değilmiş gibi duruyordu. Kollarında morluklar, karnında kızarıklıklar, ensesinde kurumuş kan çizgileri vardı. Derya gittiğinden beri tek bir kez bile kıpırdamamıştı; sadece koltuğa yığılmış, gözleri boşalmış bir şekilde oturmuştu. Gülüşü saatler önce bitmişti ama gülüşün bıraktığı o acı, o gerilim hâlâ çenesinde titreşiyordu.
Karanlığın içinde yalnızca nefesinin düzensiz sesi yankılanıyordu.
Ahmet (iç ses, boğuk, donuk)
“En azından… kanlar karışmış… teşhis edilememiş…”
Bir süre gözlerini kapadı.
Ama uyumaya çalışmak, daha derin bir karanlığa sürüklenmek gibiydi. Beyninde görüntüler hızla dönmeye başladı; çocukların yüzü, tekelcinin bağırışı, alevlerin sesleri, Derya’nın kaçarken çıkardığı nefesler…
Her şey karıştı.
Bir anda gözlerini açtı.
Şiddetle.
Sanki biri onu boğuyormuş gibi.
Ama vücudu hareket etmedi.
Kasları kilitlenmişti.
Sadece gözleri sağa sola kayıyordu, nefesi boğazında birikmişti.
Ahmet fısıldadı, kendi sesinden bile ürker gibi:
Ahmet
“Hassiktir… bekle…
Bekle… bekle… bekle…”
Beyninin içinde bir düğüm çözüldü.
Ve o an…
O korkunç gerçeklik tam yüzüne çarptı:
Ahmet
“Nasıl teşhis edilememiş lan…? Kanlar karışsa da… DNA yine çıkar!”
Yüzüne sıcak bir şok yayıldı.
Boğazı düğümlendi.
Sanki vücudunun içindeki tüm kan aynı anda geri çekildi.
“Lan… o niye öyle dedi o zaman?”
Şimdi kalkabiliyordu.
Kalktı.
Ayakları soğuk parke zemine değdi; taş gibi, mezar taşı gibi soğuktu ama Ahmet hiçbir şey hissetmedi.
Sadece paniğin metalik tadı vardı ağzında.
Salonda dolaşmaya başladı.
Ayaklarının sesleri boş evin içinde yankılanıyordu.
Her adımda nefesi daha hızlı, daha düzensiz olmaya başladı.
Ahmet
“Ne yapacağım lan ben…
Düşün Ahmet… düşün oğlum…”
Parmakları titredi, saç dipleri sızladı.
Göz bebekleri küçülmüş, nefesi kesik kesik bir uğultuya dönüşmüştü.
Ahmet
“Çocuklar var…
Kan teşhisi…
Artık benim DNA ellerinde…”
Bir an durdu.
Ellerini başının arasına aldı.
Tırnakları kafatasına bastı, acıdan değil düşüncenin baskısından inledi.
Ahmet
“Tamam… tamam…
Bak Ahmet… aptal herif…
Neden öldürmüyorsun o korumayı…”
Sanki kendine değil de duvarda duran bir gölgeye konuşuyordu.
Banyoya yürüdü.
Kapıdan içeri adım atar atmaz ağır bir koku yüzüne çarptı:
kan, soğuyan su ve çürüyen gazlı bez kokusu.
Banyonun zemini kanla bulanmış su birikintileriyle kaplıydı.
Lavabonun kenarında kanlı pamuklar, yere yapışmış ince kan iplikleri vardı.
Duvarlarda hâlâ kendi parmak izleri, kırmızı lekeler…
Ahmet sadece baktı.
Tüm bu manzarayı görüp bir şey hissetmemek daha korkutucuydu.
Korku yoktu.
Sadece çaresizliğin metalik tadı.
Sonra mutfağa yöneldi.
Mutfak da darmadağındı; tezgâhın üstünde açık bırakılmış bir bıçak, yerde devrilmiş bir çay bardağı, kokmuş bir ekmek parçası…
Ahmet tezgâha iki eliyle yaslandı.
Mermeri o kadar sıkıyordu ki eklemleri bembeyaz kesildi.
Ahmet
“Ne yapacağım…
Sıçtım…
Bitti…”
Dudakları titredi.
Yutkundu ama boğazından bir şey geçmedi.
Sanki kendi nefesi bile içeride sıkışmıştı.
Ahmet
“Eğer polisler… kan almaya başlarsa…
Benim işim biter.”
Diğer eli tezgâha daha da sert vurdu.
Ahmet
“Ulan orosbu çocuğu Derya…
Aptal karı…”
Salona geri döndü.
Ev artık daha karanlık, daha boğucu görünüyordu.
Gecenin geri kalanından bile daha soğuktu.
Köşelerde sanki hareket eden gölgeler var gibi hissediyordu; kendi zihninin ona oynadığı çirkin oyunlar.
Ellerinin titremesi arttı.
Aldığı nefesler çabuk çabuk, delirmiş gibi.
Ve o an…
Derya’yı unuttu.
Çocukları unuttu.
Her şeyi unuttu.
Sadece kendisi vardı.
Korkusu.
Yalnızlığı.
Karanlığı.
Onca şiddetin, öfkenin ve çürümüşlüğün altında kalan o acımasız, bencil içgüdü.
Koltukta çöktü.
Titreyerek, sanki biri kulağına fısıldamış gibi kendi kendine söyledi:
Ahmet
“Baba…
Seni anlıyorum.”
Sabahın erken saatleri ofise hâkim olmuştu. Pencerelerden giren solgun ışık, devasa masaların ve dosya yığınlarının üzerine düşerken, salonun genel havası hâlâ geceden kalan yorgunluk ve gerginlikle doluydu. Koca ofisin her köşesinde polisler masalarına dağılmış, bilgisayar ekranlarına, dosyalara veya telefonlara gömülmüştü. Arka planda uğultu hâlâ vardı; telefonlar çalıyor, kısa adımlar koridorlarda yankılanıyor, yazıcılar ve fotokopiler aralıklı sesler çıkarıyordu. Ancak bütün bu günlük koşturmacanın altında, birkaç kişi sessiz bir umutla gelişmeleri bekliyordu.
Cem, Buğlem ve Mert ofisin ortasındaki büyük tahta önünde duruyorlardı. Tahta, üzerinde karmaşık notlar, kan lekesi şemaları ve DNA analizlerinin karışık grafikleriyle doluydu. Gözlerinde hem yorgunluk hem de dikkat vardı; herkes gelişmelerin doğru ilerleyip ilerlemediğini tartıyordu.
Buğlem, kalemi elinde hafifçe sallayarak, neredeyse kendini frenleyerek konuştu:
Buğlem
“Yani… şimdi katilin kanı sayesinde DNA’sı bizde mi?”
Cem hafif bir umut ve yorgunlukla başını salladı, gözlerindeki çizgiler uykusuzluğun ve gece çalışmasının izlerini taşıyordu.
Cem
“Aynen. Ama korumanın kanıyla karışmış tabi… birazdan elimize geçer katilin DNA’sı.”
Mert sessizce onları izliyordu; gözlerinde dikkatli bir şüphe vardı. Parmak uçlarını masanın kenarına dokunduruyor, düşüncelerini sessizce tartıyordu.
Mert
“Katil sizce polis olabilir mi?”
Cem, Mert’e bakarken hafif alaycı bir gülümseme takındı.
Cem
“Aynen abi. Katil… hatta Ahmet.”
Buğlem sessizce kıkırdadı, ama Cem’in gözleri sert bir şekilde onu süzdü. Bu sırada Mert, ses tonunu alçaltıp ciddi bir şekilde devam etti:
Mert
“Abi… Katil çok profesyonel. Kurbanı paramparça ediyor ama arkasında neredeyse hiç iz bırakmıyor. Yani… o koruma ile kavga etmeseydi, o kan izini bırakmazdı, tabi katil…”
Bir an duraksadı, gözlerini ovuşturdu. Tahtaya bakarken derin bir nefes aldı, düşünüyordu.
Mert
“Polis olabilir… sağlam bir polis… ama Ahmet mi? Yani… neden olmasın ki… biraz saçma aslında. Ama alkol bağımlılığı var, bir ara uyuşturucu kullandı, kanıtlayamadılar ama meslekten atacak kadar ciddi bir durumdu. Adam sıkıntılı, bir de deli.”
Cem biraz sert bir ifadeyle bakarken, Buğlem sessizce gülüyordu. Mert devam etti:
Mert
“Babası da seri katildi yani birincisi… tabi olma ihtimali düşük, işte belki diyorum... Ama adam boktan bir komiser, hiçbir davada ciddi bir iş yapmıyor. Bu yüzden… full orosbu cinayetlerini veriyoruz ya. Belki değildir. Daha polis olamıyor katilmi olacak…”
Yere bakarak, parmak uçlarıyla masasını ittirip sessizce ekledi:
Mert
“Neyse… DNA raporunda alkol, sigara, uyuşturucu çıkacak mı bakalım. Çıkarsa… Ahmet bence şüpheli.”
Cem biraz garipsemişti, kaşlarını çattı. Bir yandan da Mert’in şüpheci bakışlarını değerlendirdi, gözlerini kısarak kısa bir an duraksadı, derin bir nefes aldı.
Cem
“Abartma Mert… Tamam… Ahmet biraz salak olabilir… ama işin içinde ciddi bir zeka var.”
Kısa bir duraksama, gözlerini tavana kaldırıp düşündü.
“Her davada parmağı olan bir adam. sadece kimse görmüyor. Bilal Meşe davasını hatırlayın… Adam plan yaptı… kimseye anlatmadı bile… organizenin amiri anlattı, her detayı önceden hesaplamış… inanılmaz zekî bir komiser.”
Duraksadı, nefesini yavaşça verdi, hafifçe başını salladı.
“Tabi… o başarıyı da muzaffer aldı. Ama katil olur mu? O kısmı imkânsız… O karıncadan bile korkacak kadar ürkek bir adam… fazla ezik.”
Buğlem ise gözlerini kısıp hafifçe sinirli bir şekilde cevap verdi:
Buğlem
“ mert Ahmet katil olamaz… Babası seri katil diye mi o da katil olacak? Polisliği zaten zor yapıyor bence cem haklı şüphen boşa şahsen ona acıyorum.”
Cem bir an sessizleşti. İçinde hem bir üzüntü hem de bir bekleyiş vardı. Sarp’ın gelmesini bekliyorlardı; o gelince işleri hızlanacak, eksikler netleşecekti. Masaların arka planında çalışan diğer polisler, bilgisayar ekranlarına gömülmüş, dosyaları karıştırıyor ya da telefonlara bakıyorlardı. Kimse o an için bu üçlünün özel tartışmasına dikkat etmiyordu, ancak o üç kişinin bakışlarındaki gerilim ve umut, ortamın genel havasına bir ağırlık ekliyordu.
Cem sessiz bir nefes aldı, Buğlem ellerini masanın kenarına bastırdı, Mert ise hala şüphe ve dikkatle çevresine bakıyordu. Her biri, Ahmet’in yaptığı hatanın boyutunu ve bunun davayı nasıl etkileyebileceğini kafasında tartıyordu. Dışarıda güneş yavaş yavaş yükseliyor, ofisin içine sarı ışıklar düşüyordu, ama içlerindeki gerginlik ve korku, güneşin sıcaklığını hissettirmeye yetmiyordu.
Aradan birkaç dakika geçmişti. Ofisin
kapısı açıldı ve Sarp içeri girdi. Elinde kalın, neredeyse bütün masayı kaplayacak boyutta bir dosya vardı. Tahtaya doğru ilerlerken, Buğlem, Cem ve Mert hemen ayağa kalktı. Sarp, yorgun ama hâlâ kararlı bir şekilde elini kaldırıp onlara oturmalarını işaret etti.
Sarp
“Oturun çocuklar… yerlerinize oturun.”
Üçü masaya geri dönerken, Sarp tahtanın önüne geçti ve dosyayı açarken derin bir nefes aldı. Gözleri yorgun, omuzları hafifçe düşmüş, ama sesi hâlâ otoriterdi.
Sarp
“Herkes beni dinlesin. Katilin DNA raporu elimde. Önemli bilgiler var, önce ben anlatacağım. Sonra isterseniz dosyanın tamamına bakarsınız. Ama şu an için önemli olan kısımları bir çırpıda geçeceğim… Kimse konuşmasın, tamam mı?”
Ofisteki polisler kısa bir sessizlikle karşılık verdi; bazıları masalarından kalkıp tahtaya bakıyor, bazıları bilgisayar ekranlarını unutarak kulak veriyordu. Cem, Buğlem ve Mert birbirlerine baktı, gözlerinde hem heyecan hem de tedirginlik vardı.
Sarp dosyayı açtı, sayfaları hızlıca karıştırdı ama sesini alçaltmadan devam etti:
Sarp
“Bakın… Öncelikle kimlik kısmı. Birey veritabanında yok. Yani elimizde bu adamın doğrulanmış bir kaydı yok. Şu an için tahminle ilerliyoruz… ama kesin olan ilk şey cinsiyeti erkek.”
Cem kaşlarını çattı, Buğlem kalemi elinde sıkıca tutuyor, Mert gözlerini ovuşturuyordu.
Sarp
“Kan grubu 0, Rh pozitif. Yaşı yaklaşık 35… tabii, genetik belirteçlere göre tahmini daha yüksek yada alçakta olabir. Uyuşturucu alkol ve sigara analizi temiz. Yani… dış etkenler elimizde yok. Kullanmıyor katil bunları
Cem mert'e kısa bir bakış attı. Mert'te Cem'e başlarını salladılar Sarp devam etti
Sarp
Herhangi bir kalıtsal hastalık tespiti yok, ama bu adamın sağlığı konusunda bir şüphe yaratacak bulgu da yok.”
Bir süre duraksadı, gözlerini tahtaya dikti, derin bir nefes aldı, sonra tekrar konuştu.
Sarp
“Fiziksel özellikler… tahmini olarak göz rengi kahverengi, olasılık %60. Bunun dışında DNA’dan boy, kilo, vücut tipi gibi şeyleri çıkaramıyoruz zaten siz bilirsiniz… Elimizdeki örnek sadece kan ve parmak darbeleri.”
Ofiste bir polis masadaki kağıtları karıştırırken, Sarp gözlerini onlara dikti.
Sarp
“Yaralanmalar? Kavga sırasında alınan darbeler… Kanlar karışmış, travmatik yaralanmalara bağlı. Bu kadar. Yani kim, ne kadar güçlü… bunları buradan bilemeyiz. Sadece kan ve DNA.”
Cem, hafifçe mırıldandı:
Cem
“Yani… o kadar işte…”
Buğlem araya girdi:
Buğlem
“Yani… adam sağlam mı, çakışmalarda ciddi mi, hiçbir fikir yok yani…”
Sarp başını hafifçe salladı, yorgun ama keskin bir bakışla cevap verdi:
Sarp
“Doğru. Ama bunlar elimizdeki veriler. Çıkarımlarınızı kendi kafanızda yapın. Ama kesin olan bir şey var: DNA elimizde. Bu adamın, ya da herhangi birinin işlediği suçla bağlantısı netleştiğinde elimizde somut bir delil olacak tek testle adamı enseleriz.”
Mert, gözlerini ovuşturup hafifçe başını salladı:
Mert
“Anladım… o zaman rapor bize sadece çerçeveyi veriyor, kim olduğunu değil…”
Sarp, dosyayı kapatırken hafifçe omuz silkti ve ekledi:
Sarp
“Kesinlikle. Ama unutmayın… bu çerçeve çok değerli. Bir sonraki adımda, bu DNA’yı korumayla, olay yeriyle ve olası şüphelilerle bağlayacağız. Şimdi herkes işine dönsün, ama gözünüz hep elimizdeki verilere açık olsun.”
Ofiste kısa bir sessizlik oldu. Masalardaki polisler yavaş yavaş işlerine geri döndü, ama Sarp’ın sesi ve tahtadaki raporun ağırlığı hâlâ odanın havasında asılıydı. Cem, Buğlem ve Mert birbirlerine bakarak derin bir nefes aldı, hepsi şimdi davanın kritik bir noktada olduğunu biliyordu.
Cem, Mert’e bakarken alaycı bir ifadeyle dudaklarını hafifçe bükerek konuştu:
Cem
“Ahmet değilmiş bak… şüphen boşa.”
Mert, tahtaya doğru bakarken gözleri hafif bulanıklaştı, parmak uçları masanın kenarına dokunuyordu; yorgun ve biraz tedirgin bir sesle cevap verdi:
Mert
“Yani… adam alkol, sigara, uyuşturucu kullanmıyorsa…”
Bir an duraksadı, hafifçe gülümsedi, sonra gözlerini Cem’e dikti:
Mert
“Sen daha şüphelisi Ahmet’ten.”
Cem ufak bir kahkaha attı, ama gözlerinde hâlâ geceden kalan yorgunluk ve biriken endişe vardı. Buğlem saçlarını hafifçe toparlarken gürültüsüzce kıkırdadı, sonra kalemini masaya bıraktı:
Buğlem
“Artık şu herifi boş verin… işe dönelim.”
Mert omuz silkerek cevap verdi:
Mert
“Olsun, bu da bir teoriydi… çürüdü.”
Cem, tahtanın önünden yavaşça uzaklaştı, masasına doğru yürüdü. Her adımında yorgunluğu omuzlarına binmiş gibiydi. Masasına otururken gözleri kısa bir süre boşluğa takıldı, parmaklarını masanın kenarına bastı. İçinden kısa, keskin ve yorgun bir şekilde geçirdi:
Cem (iç ses)
“Yoruldum… Gerçekten. Ne ara bu hale geldin lan Cem? Bir de Ahmet’ten şüpheleniyorlar… O adam bağımlı, lan… bağımlı ama yine de polis. Mantıkla işlenmiş bir hata bu.
Masadaki kalemleri düzeltti, gözlerini ovuşturdu, derin bir nefes aldı. Arkasında ofisin uğultusu devam ediyordu; bilgisayar ekranlarının mavi ışıkları, yazıcıların ara ara çıkardığı sesler ve polislerin sessiz adımları ortamı dolduruyordu. Cem, Buğlem ve Mert’in arkasındaki karmaşa ve uğultu, onun kafasında dönüp duran sorularla birleşiyor, tedirginliğini daha da belirginleştiriyordu.
Cem başını hafifçe salladı, kalemi eline aldı ve dosyaları karıştırmaya başladı; görünürde işe dönüyordu ama içindeki rahatsızlık hâlâ zihninde yankılanıyordu.
Öğleden sonra İstanbul’un gökyüzü masmavi bir renge bürünmüştü; güneş, Levent’in lüks sokaklarında cam cephelere yumuşak bir ışık yansıtıyor, sokaklar neredeyse tamamen sessizdi. Yalnızca uzaklardan gelen hafif araç uğultusu vardı; sokaklarda tek bir hayvan izi yoktu.
Ahmet, siyah ceketini omzuna atmış, beyaz bir gömlek ve siyah kravat, siyah kumaş pantolonu ile bekliyordu. Elleri cebinde 73. kattaki Derya'nın devasa plazasının beyaz koridorunun sonundaki kapının önünde duruyordu. Koridor steril bir beyazlıkla uzanıyor, zeminin parlaklığı ve tavandan sarkan ışıklandırmalar ortamı hem soğuk hem de düzenli bir atmosferle dolduruyordu.
Ahmet’in arkasında iki iri yarı, kel ve takım elbiseli koruma sessizce duruyordu; adeta birer taş duvar gibi onun etrafını çevirmişlerdi. Ama Ahmet’in arsız ve kendinden emin tavrı karşısında hiçbiri hareket etmedi. Çünkü Ahmet’in elinde, daha önce aldığı o kartvizit vardı; tek bir bakışla onları durduracak kadar etkili bir güç simgesi.
Kapıyı kendisi açtı. Çalmaya tenezzül bile etmedi. tek bir kelime etmeden Ahmet kendini içeriye attı. Korumalar hâlâ bir adım bile atmadı; sanki varlığı ve elindeki kartvizit, sessiz ama kesin bir otorite sağlıyordu.
İçeri girdiğinde Derya’nın devasa ofisi boştu. Ofis demek bile tuhaftı; burası daha çok kendini kanıtlama ihtiyacı olan biri tarafından tasarlanmış bir “güç evi” gibiydi. Beyaz deri koltuklar… cam masalar… Şehrin yarısını ayaklarının altına seren tavandan yere uzanan pencereler… Her şey tertemizdi, steril, soğuk — sanki burada yaşayan biri yoktu, sadece hükmeden biri vardı.
Ahmet ağır adımlarla L koltuğa yöneldi. Koltuğun beyazlığı gözünü aldı; sanki oturunca kendi kirini, kendi karanlığını bu koltuğa bulaştıracakmış gibi hissetti. Ama umurunda bile değildi. Ceketini attı. Gömleğindeki kravatı gevşeterek koltuğa çöktü, bacaklarını uzattı. O steril görüntüyü bozmasının verdiği tuhaf bir zevk vardı.
Karşıdaki dev televizyon neredeyse duvar büyüklüğündeydi. Kumandayı eline aldı.
Ahmet
“Derya’nın şatafatı varya… Bu kadın… Neyse.”
Kumandaya bastı, ekran parladı. Kanallar arasında dolaştı; haberler, magazin, ekonomi, talk showlar… Hepsi yüzüne buz gibi çarpıp geçiyordu. Derken bilmediği bir kanalda Süt Kardeşler çıktı. Kemal Sunal’ın yüzü ekranda belirince istemsizce gülümsedi ama gülümseme anında öldü; yüzündeki kaslar dondu.
Bir an kendi kendine fısıldadı:
Ahmet
“Resepsiyon bana Derya yok diyince inanmamıştım… Harbiden yokmuş.”
Film akmaya devam ediyordu, insanlar kahkaha atıyor, ekrandaki sahneler şenlikliydi. Ama Ahmet’in içindeki dünya tam tersiydi.
Bir anda göz bebekleri titredi.
Göğsüne bir ağırlık çöktü.
Bir şey onu içeriden boğuyordu.
Ellerini başının arasına aldı.
Komedinin ortasında, fonda neşeli müzik çalarken, Ahmet’in gözlerinin önüne bir anda kan izi geldi. O duvarın dibindeki koyu kırmızı leke… Ensesine yapışan o metal kokusu… Ve çocuklar. O iki küçük bedenin ağırlığı, nefesi, çığlığı—ya da artık çıkmayan çığlıkları. İçine sokulmuş bir paslı çivi gibi saplanıyordu bu görüntüler.
Dişlerini sıktı.
Alt çenesi titriyordu.
Filmdeki kahkaha sesleri, onun içinde patlayan bir çığlığın üstüne örtülmüş kirli bir battaniye gibiydi. Kafasını koltuk minderine gömdü, omuzları hafifçe titredi. Ne ağlayabiliyordu, ne susabiliyordu. Sadece içten içe çöküyordu.
Göz kapaklarının altı ateş gibi yanarken bir düşünce parladı:
Keşke komediler beni kurtarabilseydi.
Keşke hiçbir şey olmamış gibi gülebilseydim.
Ama kan kokusu gülme sesinden daha güçlü.
Gözlerini kapattı.
Aradan saatler geçmişti… Öyle saatler ki, zamanın kendisi ofisin içinde bükülmüş gibiydi. Ahmet, beyaz L koltuğun köşesine gömülmüş hâlde, farkında bile olmadan uykuya yenik düşmüştü. Televizyon ekranı gün boyunca açık kalmıştı; şimdi reklamların mavi ışığı devasa ofisi tek başına aydınlatıyordu. Odayı dolduran o soğuk mavi ışık, boş duvarlarda ağır gölgeler oluşturuyor, geniş ofis sanki yavaş yavaş nefes alıyormuş gibi dalgalanıyordu.
Saat gece on bir civarındaydı.
Ahmet, gözkapaklarının yanmasını hissederek uyandı. Bulanık bir görüntünün içinden çıkmaya çalışır gibi doğruldu. Ellerini gözlerine götürdü; parmaklarının arasında sertleşmiş çapaklar ufalandı. Geriye yaslanıp bir an nefes aldı, sonra kısık ve boğuk bir sesle kendi kendine söylendi:
Ahmet
Bu kadar saat… nasıl uyudum lan?
Sırtını kaşıdı, tırnakları anında kızarmış izlerin üzerinden geçtiğinde acı bir yanma hissetti. Kaşırken bir an durdu, parmak uçlarına baktı. Derisi hafifçe kalkmıştı. Ama canı acımadı.
Ahmet
…Ve neden kimse beni bu kadar saat boyunca buradan çıkarmadı?
Bu sorunun cevabı, ofisin soğuk sessizliğinde yankılanmadı bile. Sanki bina bile ona cevap vermekten çekiniyordu.
Ahmet ayağa kalktı. Kıyafetleri buruş buruş olmuştu, gömleğinin alt kısmı terden yapışmıştı. Yere attığı ceketini aldı, hızlıca silkerek üzerindeki kırışıkları düzeltmeye çalıştı. Sonra elini ceketin iç cebine attı ve Derya’nın ona verdiği telefonu çıkardı.
Ekran parladı. Ahmet direkt “Kişiler”e girdi ve “1” numaralı kayda bastı. Telefon çalmaya başladı.
Bir kez.
İki kez.
Üç kez.
Ama kimse açmadı.
Ahmet’in kaşları gerildi. Tekrar denedi. Tekrar. Tekrar.
Bu kez sesi daha sertti, sabırsız ve titrek:
Ahmet
Açsana lan… hadi… aç şunu.
Aranıyor yazısı ekranda dönüp dururken Ahmet ağır adımlarla ofisin içlerine doğru yürüdü. Ofisin loşluğu, televizyonun mavi ışığı uzaklaşınca tamamen karanlığa gömüldü. Telefon kulağında, kalp atışları hızlanmıştı. Her adımında ayakkabısının sesi boşlukta yankılanıyordu.
Koridora girdi.
Orası, gündüz gözüyle bile ürkütücü olabilecek kadar uzun bir koridordu; gece ışıklar kapalıyken ise sonsuzluğa açılmış bir tünel gibiydi. Ahmet el yordamıyla duvara uzandı, ışık düğmesini buldu ve bastı.
Tavan lambaları tek tek tık—tık—tık diye yanmaya başladı.
Ve bembeyaz koridor bir anda aydınlandı.
Bu kadar beyaz bir yerin bu kadar korkunç görünmesi ironikti; adeta hastane ile mezar arasında bir yerde duruyordu. Yan yana dizilmiş kapılar, milimetrik ölçülerle yerleştirilmişti, hepsi aynı, hepsi kapalı… Koridorun sonu sanki giderek daralıp içeri çöküyordu.
Ahmet’in boğazı kurudu. Telefon hâlâ çalıyor, hâlâ açılmıyordu.
Adımlarını yavaşlatırken içinden geçen cümle bile fısıltı gibiydi:
Bir şeyler ters… kesin ters.
Ahmet’in ayak sesleri, koridorun steril beyaz zemininde boğuk bir yankı oluşturuyordu. Ama bu yankı garipti; normal yankı gibi geri gelmiyordu. Sanki ses ileri gidiyor, duvarların içine çekiliyor ve orada bir şey tarafından yutuluyordu.
Telefon kulağında çalıyordu.
Titrek bir melodi…
Ama karşılığı yoktu.
Kimse açmıyordu.
Kimse dönmüyordu.
Sanki dış dünyayla bağlantısı kopmuştu.
Telefon çalarken Ahmet sadece yürüdü. Bacakları otomatikleşmişti. Gözleri koridorun sonunu arıyordu fakat son yoktu. Sanki koridor kendi kendini uzatıyor, her adım attığında bir parça daha ekleniyordu. Yürüdü, ekran yine çaldı. Yürüdü, yine çaldı.
Bir süre sonra Ahmet'in yüzüne bir gölge çöktü.
Bu koridor… normal değildi.
Göğsü daraldı. Kalbi ağırlaştı. Ağır ağır, kısık bir sesle konuştu:
Ahmet:
“B-bu… nasıl…”
Ses kendi kulaklarına bile yabancı geldi.
Bastırılmış, boğulmuş, yarım kalmış bir ses gibi.
Geri adım attı.
Sonra bir adım daha.
Ama ne kadar geriye giderse gitsin başlangıcı göremedi.
Tavan bir anda hafifçe dalgalandı.
Zemin titredi.
Duvarların çizgileri bozuldu; sanki kusursuz mimarinin şekli eriyor, eriyip tekrar donuyordu.
Koridor bir halka gibi büküldü.
Bir noktadan geçerken, bir sonraki adımda yine aynı noktadan geçtiğini fark etti. Yürüdü—aynı yer. Koştu—aynı yer. Panikledi—aynı yer. Başı döndü, nefesi kesildi.
Ve çığlık atmak istedi.
Ama ağzı açıldığında ses çıkmadı.
Hiçbir şey.
Sanki ses telleri değil, varlığı susturulmuştu.
Bir an sonra koridor tekrar düzleşti.
Ahmet, nefes nefese kalmış, alnı ter içinde, gözleri büyümüş şekilde durdu.
Ama…
Kapılar gitmişti.
Az önce yan yana gördüğü tüm kapılar tamamen yok olmuştu. Duvar, kesintisiz bir beyaz yüzey hâline gelmişti. Kapı izleri bile yoktu. Sanki hiçbir zaman orada olmamış gibi.
Ahmet’in boğazı kurudu.
Tam o sırada—
Tak…
Bir ses.
Küçük bir metal çıtırtısı gibi.
Önünde, hiçbir mantık taşımayacak şekilde bembeyaz bir kapı belirdi. Kapı, duvara gömülü değildi; sanki boşluğun içine çizilmişti. Yavaşça aralandı. Uzaktan gelen kırmızı bir ışık kapının açıklığından dışarı süzüldü ve koridorun beyaz duvarlarını kan rengine boyadı.
Ahmet’in bacakları titredi.
Kaçmak istedi, olmadı.
Yerinden kıpırdamak istedi, olmadı.
Bacakları kendi kendine hareket etti.
Sanki biri onu görünmez iplerle çekiyordu.
Kapı tamamen açıldı.
Ahmet istemeden içeri girdi.
Arkasındaki ışık bir anda söndü.
Ahmet döndü—
Beyaz kapı yoktu.
Yerinde paslanmış, çizikleri keskin bir demir kapı vardı.
Çok eski.
Çok soğuk.
Çok gerçek.
Odanın duvarları taşla örülüydü.
Nem kokusu burnuna vurdu.
Küf… rutubet… çürüme…
Ve odanın ortasında bir gölge sallanıyordu.
Ahmet’in kalbi, göğsünü yaracakmış gibi attı.
Ona yaklaştığında gölge netleşti.
Babası.
Tavandan sarkan lambaya bağlanmış çarşafın ucunda, boynu kırılmış bir hâlde, ağır ağır sallanıyordu. Göz kapakları yarı aralıktı; gözlerindeki ölülük, odadaki soğuğu bile keskinleştiriyordu. Dudakları mosmordu. Parmakları gevşemişti.
Ahmet’in dudakları titredi.
Ahmet:
“Baba…”
Bir adım attı.
Boğazı yandı.
Tam ağlayacakmış gibi oldu—ama olmadı.
Hiçbir şey dökülmedi.
Sadece yanma…
Sadece acı…
Sadece boşluk.
Ahmet dişlerini sıktı, gözlerini zorladı, ama yaş gelmedi.
Sanki duyguları bile rüyadan çalınmıştı.
GÜM.
Demir kapı duvardan kopacakmış gibi çarptı.
Ahmet kapıya koştu, avuçlarıyla vurdu.
Ama ses çıkmadı.
Hiçbir şey.
Kendi vuruşlarının sesi bile yoktu.
Nefesi bile yankılanmıyordu.
Bir anda oda bir melodiyle doldu.
Piyano sesi.
Tek bir nota, tekrar tekrar vuruluyordu.
Soğuk, tırmalayan, insanın içini kazıyan bir ritim.
Ahmet kulaklarını kapattı—
ama melodi kafasının içinden geliyordu.
Derken—
Babası gözlerini açtı.
Gözbebekleri yoktu.
Tamamen sapsarı bir ışık doluydu içlerinde.
Dudakları kıpırdadı.
Bir şey söyledi.
Ama Ahmet hiçbir şey duymadı.
Ses yoktu.
Sadece ağız hareketi.
Sadece çarpık bir şekil.
Ahmet elini uzattı, babasına dokunmak istedi—
Eli babasına değmesi gerekirken duvara çarptı.
Babasının silueti, gerçek bir beden değilmiş gibi titreşti.
Sonra—
Duvarlar çatladı.
Zemin yarıldı.
Babası sanki karanlık bir duman gibi çürüyüp dağıldı.
Piyano sesi yükseldi.
Baş dönmesi başladı.
Oda parçalandı.
Ahmet boşluğun içine düştü.
Kontrolsüz, hızlı, karanlık bir uçurum.
Işık yok.
Yer yok.
Hava yok.
Sonsuz bir çöküş.
Ahmet çığlık attı—
Bu sefer sesi çıktı.
Ve tam o anda—
U Y A N D I.
Bir anda bağırarak yerinden fırladı. Üstünde battaniye vardı. Savruldu.
Göğsüne bir kesik atılmış gibi nefes aldı.
Bağırışı ofisin duvarlarında yankılandı.
Televizyon kapalıydı.
Ahmet’in yüzü soluktu.
Gözleri hâlâ kabusun içinde gibi dalgalanıyordu.
Nefes nefeseydi.
Teri sırtından aşağı akıyordu.
Elleri titriyordu.
Etrafına baktı.
Rüya bitmişti.
Ama his…
Korku…
O çöküş…
Babası…
Koridor…
Hepsi hâlâ içindeydi.
Ve Ahmet, kısa bir nefes daha aldı.
Bu rüya değilmiş gibi hissetti.
Ahmet koltuktan doğruldu, gözleri hâlâ hızlı hızlı çevrede geziniyordu. Ofisin ışıkları açıktı, akşamın koyu gölgeleri camlardan süzülüyordu. Saatin dijital kırmızı rakamları 22.05’i gösteriyordu; sessizlikten daha yoğun bir şey vardı ortalıkta.
Arkasına döndü ve camın önündeki devasa masaya baktı. Siyah cam yüzey, üzerinde dizilmiş kağıtları, laptopu ve milyonluk tükenmez kalemi yansıtıyordu. Masanın başında Derya duruyordu; saçlarını toparlamıştı ama birkaç tutam düzensiz şekilde yüzüne düşmüştü. Gözleri Ahmet’in gözlerinde kilitlenmiş, sessiz bir dikkatle onu süzüyordu.
Ahmet’in nefesi hâlâ düzensizdi, gömleği terden yapışmış, saçları sırılsıklam olmuştu. Çığlığın yankısı hâlâ kulaklarında çınlıyordu, ama o an kelimeler boğazında düğümlenmişti.
Derya, Ahmet’in her hareketini önceden görmüşçesine bakıyordu; sanki çığlık ve ter sadece onun için anlaşılır bir şifre olmuştu. Gözlerindeki kararlılık ve hafif ürperti, Ahmet’in kendi karmaşasının karşısında bir aynaydı.
İkisi de sadece bakıyordu; kelimeler gereksizdi. Ofisin sessizliği, masanın cam yüzeyinde yankılanan kendi yansımaları ve dışarıdaki karanlık gökyüzüyle birleşmişti.
Ahmet hâlâ titriyordu, gömleği terden yapışmış, saçları darmadağınık, gözlerinde rüyanın dehşeti hâlâ parlıyordu. Yavaşça nefesini topladı ve kırık bir sesle konuştu:
Ahmet
“Pardon…”
Derya ona bakıyordu; gözlerinde hafif bir korku vardı ama bunu belli etmek istemiyordu. Sesini yumuşak tutarak karşılık verdi:
Derya
“İyimisin?”
Ahmet’in yüzü hâlâ çapaklıydı, takım elbisesi berbat olmuş, kravatı buruş buruş, pantolon ve gömlek terden yapışmıştı. Sert bir tonda, biraz öfke, biraz çaresizlik karışımı bir sesle konuştu:
Ahmet
“Neden gelince beni uyandırmadın?”
Derya
“İstemedim…”
Ahmet’in sesi yükseldi, kararlı ve öfkeli:
Ahmet
“Neden!…”
Derya artık sinirlenmişti, ama hâlâ otoritesini koruyordu:
Derya
“İşim vardı!… Hadi, neden geldiysen anlat artık.”
Ahmet ayağa kalktı, ayakkabıları hâlâ ayaklarındaydı. Masanın önüne yürüdü, bir sandalye çekti ve sert bir hareketle oturdu. Derya burnunu kıvırarak hafif tiksintiyle konuştu:
Derya (tiksinerek)
“Öff… leş gibi terlemişsin be.”
Ahmet gözlerini devirerek sert bir tonda cevap verdi:
Ahmet
“En azından kanın birbirine karışınca ayırt edilebileceğini biliyorum ben!”
Derya kaşlarını çattı, anlam verememiş bir sesle sordu:
Derya
“Ne… ne kanı?”
Ahmet bağıracak gibi sesini yükseltti, parmaklarını masaya bastı:
Ahmet
“Hani sen demiştin kanlar karıştı, ayırt edilemiyor! Lan, sen cahil misin!? Kim dedi böyle bir şey sana?”
Derya şaşırmıştı. Evet hata yapmıştı. sakin kalmaya çalıştı, ama kendini savunmak zorundaydı:
Derya
“İyide… sende kabul ettin…”
Ahmet kaşlarını çattı, sesi soğuk ve sertti:
Ahmet
“Sence o an sağlıklı bir psikolojim mi vardı ha?”
Derya gözlerini ona dikti, sert bir tonda:
Derya
“Ne zaman sağlıklı oldun ki?”
Ahmet cevap vermedi. Onun yerine başka bir soru sordu, merak ve suçluluk karışımı bir sesle:
Ahmet
“Kim dedi sana bunu?”
Derya içine çekildi, sesi daraldı, boğuk bir şekilde konuştu:
Derya
“Sanırım… Şey… Ben şeyi tam dinlemedim galiba…”
Ahmet
“Neyi lan, neyi!”
Derya
“Adli tıp işte!…”
Ahmet çaresizce ellerini yüzüne götürdü, sessiz kaldı. Derya onun omzuna hafifçe dokunarak sakinleştirmeye çalıştı:
Derya
“Bak, sakin ol. Olayı çözeceğiz…”
Ama Ahmet, bir anda yön değiştirdi, sesi daha karanlık, arzulu bir tonda:
Ahmet
“Sigaran var mı?”
Derya gözlerini kaçırdı ama belli etmedi:
Derya
“Var… ama sen…”
Ahmet
“Geri döneceğim sigaraya… Viskide kat.”
Derya hiçbir şey diyemedi, sadece ona baktı. Ahmet daha ileri gidip ekledi:
Ahmet
“Hadi!”
Derya, artık öfkeyi bastırmış ve otoritesini koruyarak karşılık verdi:
Derya (sinirli)
“Kes… Bana emir verme. İstesem önümde diz çökersin.”
Ahmet duraksadı, haklı olduğunu fark etti. Derya’nın elinde hâlâ kanıtlar vardı, kontrol onda idi. Alçak bir sesle, sessizleşmiş, ama hâlâ kırgın bir tonda mırıldandı:
Ahmet
“Pardon…”
Sessizlik çöktü. Masanın cam yüzeyinde, laptopun ekranında ve milyonluk tükenmez kalemde Ahmet ve Derya’nın yansımaları birleşmişti. Her ikisinin de nefesleri hâlâ düzensizdi, fakat gerilim yavaşça sönmeye başlamıştı.
Ahmet’in sesi titriyordu ama yüzü taş gibiydi. Gözaltları çökmüş, üzerindeki ter çoktan kuruyup tuz izleri bırakmıştı. Derya’ya bakarken yüzünde tuhaf bir ifade vardı; hem öfke… hem de kendine bile itiraf edemediği bir panik.
Derya ise onun bu hâlini izlerken, içinden soğuk bir ürperti yükseldi. Ahmet, ona göre o ezik, o güçsüz adam değildi. Bir şey olmuştu. Bir şey Ahmet’in zihnini kırmıştı… ve içinde başka bir şey uyanmıştı. Gözlerindeki karanlık, Derya’nın bile yıllardır sakladığı kendi karanlığını rahatsız ediyordu.
Ahmet, sessizliği yırtar gibi konuştu:
Ahmet
“Şu… çocuklar. Hani var ya… öldürmediğim.”
Derya gözlerini kısmıştı. Sadece dikkatle baktı, yüzünde sabırsız bir gerginlik vardı.
Derya
“Eee? Ne olmuş onlara? Planın mı var yoksa?”
Ahmet’in sırtı hafifçe kamburlaştı. Başını eğince Derya ona üstten bakmaya başladı. Bu açı...
Derya yukarıda, Ahmet aşağıda.
Ama Ahmet’in içindeki öfke aşağıda durmuyordu.
Ahmet
“Ne yapacağım… ha?”
Sesi çatlamıştı. Öfke değil bu… kırılmanın sesi.
Derya omuzunu kaldırdı, sanki konu son derece sıradanmış gibi.
Derya
“Bilmem. Ama sorun sadece çocuklar değil. Kan da var.”
Bu kelime Ahmet’e bir bıçak gibi saplandı.
Kan.
Artık kaçacak yer kalmamış gibiydi.
Ahmet’in yüzü bir anda kasıldı, çenesi titredi. Derin ve boğuk bir sesle konuştu.
Ahmet
“Kanın amına koyayım…
Gebertin beni artık.”
Söz dudaklarından çıkarken bile inanılmayacak kadar sahteydi. Ölümün gölgesi bile onu tir tir titretirdi; intiharı düşünemeyecek kadar korkaktı. Ama yine de söylemişti. Sanki ölümün adını bağırınca kendisini güçlü hissedecekmiş gibi.
Derya’nın yüzünde sert bir çizgi belirdi. Söz keskin bir bıçak gibi ona da değmişti. Bir an gözlerinde acı, sonra tiksinti, sonra… bir şey daha. Sanki Ahmet için üzülüyor gibiydi. Çok derinde, çok gömülü bir noktada.
Derya
“Ahmet… keşke.”
Devam edemedi. Boğazı düğümlendi. Kelimenin geri kalanı boğazında çürüdü. Çünkü ölmesini gerçekten isteyip istemediğini bilmiyordu.
Ahmet başını kaldırdı. Gözlerinde kanla karışık bir yorgunluk, öfkeye bulanmış bir çaresizlik vardı.
Ahmet
“Sen neden bu hâldesin.”
Derya kaşlarını çatıp küçümser bir bakış attı.
Derya
“Ne varmış hâlimde?”
Ahmet derin bir nefes aldı. İlk kez gerçekten dürüst bir tonla konuştu. Sanki içini kusuyordu.
Ahmet
“Belli değil mi?
Şantaj yapıyorsun.
Rakiplerini öldürüyorsun.
Daha fazlasını öldürtüyorsun.
Para, güç… hırs… neyse o—
hepsi gözünü kör etmiş.”
Başını yana eğdi, bakışları Derya’nın gözlerini kazır gibi deliyordu.
“Amacın ne lan?
Gerçekten… neyin peşindesin sen?”
Derya, Ahmet’in sözünü kesmedi.
Hayır… bu bir susmak değildi.
Bu çöküşün içinden çıkan, kendine bile yabancı bir sessizlikti.
Ömründe ilk kez; bir başkasının kelimeleri, onun içindeki mezarı çatlatmayı başarmıştı.
Ahmet konuşuyordu… ama Derya artık onu duymuyordu.
Her kelime, yıllardır unutturduğunu sandığı o gecenin kapısını bir vuruş daha aralıyordu—ta ki kapı, karanlığı dışarı kusana kadar.
Bir zamanlar titreyen bir kızdı o.
Malikanenin görkemi, içindeki çürümeyi gizleyemiyordu.
Odalar büyüktü ama nefes alacak yer yoktu.
Yemek masası uzundu ama tabağı hep boştu.
Kimsenin sesi çıkmıyordu ama duvarların sessizliği bile ondan rahatsızdı.
O ev bir ev değildi;
daha çok bir mezarın provasıydı.
Ve şimdi—
Ahmet’in söyledikleri, yıllarca kimsenin konuşmadığı bir suçun, yıllarca kimsenin görmek istemediği bir çocuğun gecikmiş dosyasıydı.
Fakat adalet geçmişte çalışmazdı.
Geç kalınmıştı.
Hem de çok.
Derya’nın gözleri boşluğa daldı.
Ama boşluk, hatıraların saklandığı bir yer değildi;
boğulanların son nefesini tuttuğu bir karanlıktı.
---
Bahçe lambası…
O sarı ışık…
Gecenin soğuk tenine saplanan bir bıçak kadar keskindi.
Ayak sesleri vardı.
Islak çamura basan ağır, sakince ilerleyen ayaklar.
Yanında taşıdığı alkol kokusu havayı doldurmuştu.
Adam konuşmuyordu—bu sessizlik, bir çocuğun kaderini değiştirmeye yetecek kadar gürdü.
Derya kaçmamıştı.
Kaçamamıştı.
Kolu bir anda öyle sert çekildi ki, kemiklerinden ince bir çıtırtı geldi.
Ağzına bastırılan el, nefesini çalmıştı.
Daha bağırmayı öğrenememiş bir çocuğun çığlığı, adamın avuç içinin içinde gömüldü.
Tırnaklarıyla toprağı kazıdı.
Parmakları arasına çamur değil, umutsuzluk doldu.
Bahçe lambasının altında o an olup biten şey, bir geceden çok… bir hayattan çalınan bir zamandı.
Hastanede iki ay…
Doktorların boş bakışları, hemşirelerin hiçbir şey söylememesi.
Dosyalara “kaza” yazıldı.
Çocuk susturuldu.
Ailesi susturdu.
Para susturdu.
Ama en çok—
dayak susturdu.
Çünkü konuşmak istediği her seferde, yumruklar daha hızlı iniyordu.
Kemiklerine gömülen her morluk, bir “sus” demekti.
O yüzden Derya’nın yüzünde şimdi hiçbir mimik yoktu.
Acı dışarı çıkacak yol bulamıyordu; çünkü acı o kadar uzun süredir içerideydi ki, çıkmayı unutmuştu.
Kalbi atıyordu ama hissetmiyordu.
Omuzları dikti ama ruhu kamburlaştı.
Gözleri açıktı ama içi karanlıktı.
Ve derinlerden, boğuk bir yerden, kırılmış bir cam gibi bir ses geldi:
cız etti.
Derya’nın gözleri hâlâ boşluktaydı.
Sanki odanın ortasında duran kadın değil, bedeninin içinden dışarı atılmaya çalışan bir anıydı.
İçi dışına doğru taşıyor, kendini bastırmaya çalıştıkça içerideki karanlık yoğunlaşıyor, yoğunlaştıkça kusmuğa dönüyordu.
Boğazında yanıcı bir acı, midesinde yıllardır unuttuğunu sandığı o çalkantı…
Ahmet ona baktığında, Derya ise hiçbir yere bakıyordu.
Ahmet, alt dudağını ısırdı. Bir an duraksadı.
Sonra sesini alçaltarak, neredeyse fısıltı gibi bir “Hişşt…” dedi.
Bu küçük ses Derya’nın beyninin içindeki karanlığı bıçak gibi yardı.
Başını bir anda kaldırdı, göz bebekleri genişledi.
Panik… o eski, kemiklerine işleyen panik… bir anda yüzünün altından yükseldi.
Ahmet kaşlarını hafifçe kaldırdı.
Ahmet
“N’oldu? Daldın gittin.”
Derya, alnındaki teri fark etmeden silmeye çalıştı.
Yıllardır gömdüğünü sandığı ne varsa… toprağın altından çığlık çığlık çıkmaya başlamıştı.
Derya
“Ben… bilmiyorum…”
Ahmet’in yüzü bir anda sertleşti.
Ses tonu; emir veren, sorgulayan, acımasız bir tona büründü.
Sanki Derya’nın odanın içinden değil, zihninin derinliklerinden çıkmasını istiyordu.
Ahmet
“Neden böyle berbat bir insansın?”
Cümle ağırdı.
Öylesine ağır ki, Derya’nın omuzlarına binen bir yük gibi göründü.
Derya başını hafifçe yana çevirdi.
Gözlerinde bir anlığına suçluluk, arkasından inatçı bir soğukluk belirdi.
Derya
“Senden daha kötü değilim ama.”
Ahmet’in dudaklarının kenarı titredi.
Bu söz, onun üzerine Ahmet’in bile fark etmediği bir hançer gibi saplandı.
Ahmet
“Benim kadar mı?
Eğer kendini benim seviyemle kıyaslayacak kadar aşağı çekebiliyorsan…
benden daha berbat bir insansın sen.”
Cümleyi söylerken göğsü daraldı.
Çünkü kelimenin içindeki gerçeklik… Ahmet’in kendine bile itiraf edemediği bir şeydi.
Kim, kim, hangi akıllı insan kendini Ahmet gibi biriyle kıyaslardı ki?
Derya kaşlarını hafifçe kaldırdı.
Hem şaşırmıştı… hem kırılmıştı… hem de merak etmişti.
Kelimeler boğazında dolaştı, sonra bir anda döküldü:
Derya
“Ben bir şey söylersem…
(biraz durdu, gözleri doldu ama düşmedi)
sen de söylemek zorundasın ama.”
Ahmet başını kaldırdı.
Bakışları ilk kez sakin değildi; hem merak… hem korku… hem de yıllardır gizlenmiş bir karanlık birbirine karışmıştı.
Ahmet
“Bilmiyor musun zaten beni?”
Derya
“Hiçbir şey.”
Ahmet nefesini tuttu.
Gözleri yere kaydı, ayaklarının ucuna baktı; sanki geçmişi oraya gömülüymüş gibi.
Ahmet
“Beni araştırmadın mı?”
Bu soru Derya’nın damarlarına buz gibi bir öfke gönderdi.
Sürekli sorgulanmaktan, sürekli itilmeye çalışılmaktan yorulmuştu.
Derya (sinirle)
“Salak!
Senin çocukluğunda ne yaşadığını nereden bileyim?
Nereden bilebilirim ha?!”
O anda oda bir anlığına sessizleşti.
Sessizlik, ikisinin arasında ağır bir duman gibi çöktü.
Ahmet, gözlerini kapattı. Kısa bir nefes aldı.
Bu nefeste yenilgi vardı.
Yorgunluk vardı.
Ve kabullenilmiş bir karanlık.
Ahmet
“Tamam.
Sen söylersen…
ben de birkaç şey söyleyeceğim.”
Cümleyi bitirirken sesi neredeyse fısıltıya dönmüştü.
İlk kez itiraf etmeye yaklaşmıştı.
İlk kez açılmaya yaklaşmıştı.
Ama asıl ağır olan şey şuydu:
İkisi de ilk kez içlerini gerçekten açarlarsa… içeriden ne çıkacağını bilmiyorlardı.
Derya’nın gözleri dolmuş, cam gibi göl olmuştu; bakışları donuk, ruhu ise çalkantılıydı. Ahmet ilk kez, bu sert, duygusuz ve her zaman güçlü duran kadını böyle kırılgan, böyle insanî bir hâlde görüyordu. İçinde bir ürperti, bir merak ve garip bir suçluluk hissetti.
Derya başını hafifçe eğdi, dudakları titriyordu ama konuşmaya devam etti:
Derya
“Annem… Aşırı baskıcıydı… Babamın ise bir yapım şirketi vardı… İşte bu şu anda içinde bulunduğumuz Sungur Yapım.”
Ahmet sessizdi. Tek yaptığı, Derya’ya bakmak ve gözlerindeki her değişikliği okumaktı. Derya bir an durdu, cümleleri boğazında düğümlendi; birkaç damla yaş süzüldü gözlerinden. Ama sustu, devam edemedi. Ahmet sert bir şekilde araya girdi:
Ahmet
“Devam et.”
Derya biraz rahatladı, gözlerinden süzülen yaşların ardından kelimeler boğazından dökülmeye başladı:
Derya
“Tamam… Devam ediyorum. Zorunlu piyano dersleri… Babam, erkek olmadığım için, her gece annemle kavga ederken bana bakıp hep şöyle derdi: ‘Keşke annenin karnını yumruklasaydım.’”
Derya’nın sesi titredi. Bir nefes aldı, içindeki baskıyı biraz olsun topladı ama anlatmak zorundaydı:
Derya
“Piyanoyu düzgün çalamadıkça amcam parmağıma demir çubukla vururdu… Parmaklarım yarılana kadar… Yüzüm darma dağın olurdu. Evden çıkmam yasaktı. Hiç arkadaşım olmadı. Hiç kimsem…”
Ahmet’in kalbi sıkıştı. Boş gelmişti ona bunlar abartısız. İçinden geçirdi: Bu benim yerimde olsaydı…
Derya devam etti, sesi artık neredeyse fısıldıyordu ama kelimeler buz gibi keskin:
Derya
“Sonra… amcam malikanenin bahçesinde beni tuttu…
Ahmet'e baktı Ahmet onun gözlerinin içine odaklanmıştı:
Derya
"Uslu bir kız olmadığım için… Bana tecavüz etti… 13 yaşındaydım. Hastaneye kaldırıldım, doktorlar susturuldu, amcam korunmuştu… Ben konuşmayayım diye tek bir odada yaşadım. Simsiyah bir oda… Her şey siyahtı. Yıllarca… sadece kitap okuyabiliyordum. Ama… amcamla… piyano dersi alıyordum.”
Ahmet’in boğazı kurudu. Kendi kendine bir acı hissetti, bir dehşet ve utanma karışımı. İçindeki öfke ve acı birbirine karıştı, parmaklarını kutletti; kalbi dikenli tellerle çevrili gibi hissediyordu ama Derya için değil. Sahte bir rol takındı.
Derya son cümlelerini söyledi, artık ağlamakta özgürdü. Ellerini yüzüne götürdü, yaşlar ellerinde bir göl gibi toplandı ama sessizdi, sadece gözünden süzüldü:
Derya
“Sonrası… ben 20 yaşıma gelince amcam öldü…
Hıçkırdı birazcık birazcık:
Derya
"Ben de konuşmadım. Babam şirketin başına beni geçirmek zorundaydı, annem bunu kabul etmiyordu. Sonra özel bir üniversitede iletişim fakültesini bitirdim… Evde özel eğitim aldığım için bir lise diplomam vardı… Sonrası… bu şirketi devasa bir hâle getirdim. Babam emekli oldu… Ama ölürken bile bana lanet etti. Annem… Alzheimer. Öylece yatıyor.”
Ahmet sadece bakıyordu.hiç bir şey hissetmiyordu. Kendini gördü orada. Gözleri Derya’yı tarıyordu; her kelime onu yoruyordu ama aynı zamanda bir şeyleri aydınlatıyordu. Parmaklarını sıkıyordu, boğazı dikenli tellerle çevrilmiş gibi hissediyordu. Derya ise sessizce ağlıyordu; içinde çığlıklar vardı ama sessizlikle dolu, sadece yaşları akıyordu.
Derya hâlâ masanın başında oturuyordu, sessizliği neredeyse odayı dolduracak kadar yoğundu. Gözleri hafif nemliydi, dudakları sıkıca kapalı ama içinden gelen hıçkırıklar bastırılmayı bekliyordu. Ahmet masaya baktı, elleri kağıtların üzerine bastığında parmakları hafifçe titredi ama yüzünde öfke yoktu; yorgun, derin bir ağırlık vardı.
Masadaki kağıtlardan birini yavaşça aldı ve Derya’ya uzattı.
Ahmet
“Al… göz yaşını sil.”
Derya kağıdı aldı, önce şaşırdı, sonra hafifçe tebessüm etti; yüzünde hem sinir hem de sıcak bir alay vardı.
Derya (tebessümle)
“Aptal… kağıt bu.”
Ahmet, kağıdı masaya bırakırken hafifçe başını salladı, gözleri Derya’dan ayrılmadı. Yorgunluğu her adımında, her bakışında hissediliyordu.
Ahmet
“Ne yapsak yaranamıyoruz, anasını satayım.”
Derya hafifçe rahatladı, içindeki gerginlik biraz azaldı:
Derya
“Eee… sende sıra.”
Ahmet kaşlarını kaldırdı, gözlerinde hafif bir alay:
Ahmet
“Hayır…”
Derya sinirliydi, kaşlarını çattı, dudakları sıkılıydı. Elleri masanın kenarına kenetlenmiş, sesinin tonunu yükseltmişti:
Derya
“Nasıl hayır! Söz verdin. Hadi anlat, yalancı köpek!”
Ahmet, hafifçe omuz silkerek sırıttı, ama gözlerinde alaycı bir ifade vardı:
Ahmet
“Birincisi, ben hayvan olsaydım… yalancı bir köpek değil, daha çok yorgun bir sokak kedisi olurdum.”
Derya kaşlarını kaldırdı, gözlerinde karışık bir öfke ve şaşkınlık belirdi, araya girdi:
Derya
“Ne alaka Ahmet! Anlatsana!”
Ahmet, masanın kenarına hafifçe yaslandı, gözlerini Derya’dan ayırmadan konuştu. Sesi sakin ama keskinti:
Ahmet
“Dur… bekle. Sözümü kesme. İkincisi… sen bana kan konusunda yalan söyledin. Borcun vardı… artık ödemiş oldun.”
Derya’nın yüzü kızardı, sinir ve utanmanın karışımıyla:
Derya
“İyide… o bir hata!”
Ahmet’in bakışları değişmedi, yorgun ve sert bir netlikle karşılık verdi:
Ahmet
“Ben de hata yaptım o zaman.”
Derya, bir an duraksadı. İçinde bir kabullenme vardı; zaten bu hikâyeyi Ahmet’ten başka kimseye anlatamazdı. Sesi daha yumuşak çıktı:
Derya
“Tamam… bari bir cümle kur.”
Ahmet, derin bir nefes aldı, gözleri bir an uzaklara daldı. Bir anlık sessizlik, odadaki havayı yoğunlaştırdı. Sonra, sessiz ve kesik bir şekilde söyledi:
Ahmet
“Bana da… üvey babam tecavüz etmişti.”
Derya bir anda dondu. Gözleri büyüdü, yüzü soldu. İçinde bir şey kabardı; kalbi sıkıştı, nefes almak zorlaştı. Ahmet ise hiç duygusunu göstermedi; sesi, ifadesi, sadece rutin bir olay anlatıyormuş gibi soğuk ve normaldi. Sanki yılların acısı artık onun için sadece sıradan bir geçmişti.
Derya sessiz kaldı, gözleri boşluğa dalmıştı. İçinde bir şey kıpırdanıyor, dışarı çıkmak istiyordu ama o boşluk her seferinde kendini geri çekiyordu.
Derya
“En kötüsü bumu yani…”
Ahmet, sakin bir tonda, yorgun ama sinirli olmayan bir sesle karşılık verdi:
Ahmet
“Hayır. Daha çok günlük. Bir olay.”
Derya başta anlamadı, sonra bir anda kafasına dank etti ve bağırdı:
Derya
“Ne!…”
Ahmet’in kulağı hafifçe tırmandı, kaşlarını çattı:
Ahmet
“Lan, noldu şimdi!?”
Derya derin bir nefes aldı, ciddi hâline geri dönmeye çalıştı ama sesi hâlâ hafif titriyordu:
Derya
“Pardon… Bir anda. İşte…”
Ahmet, gözleriyle Derya’yı süzdü, bakışlarında bir yorgunluk ama aynı zamanda bir içtenlik vardı:
Ahmet
“Özür dilerim.”
Derya
"Ne için."
Ahmet (rahatsız.)
"Berbat falan dedim ya. O işte."
Derya bir an durdu, gözleri Ahmet’e kilitlendi. İçinde garip bir his belirdi; yıllardır canavar olarak gördüğü adam, nedensizce gözünde bir anda melek gibi duruyordu.
Derya (sert)
“Bunun bedelini ödeyeceksin yine de.”
Ahmet bir an duraksadı, şaşırmış gibi:
Ahmet
“Bedelini zaten ödüyorum.”
Derya alaycı bir tonla karşılık verdi, ama sesi hâlâ hafif titriyordu:
Derya
“Zevk alıyorsun ama.”
Ahmet gözlerini kısıp sert bir tonla cevapladı:
Ahmet
“Kapa çeneni. Öyle bir şey yok. İşim bitince bir daha seni görmeyeceğim ve evime, eski hayatıma döneceğim.”
Derya kaşlarını çattı, sertleşti:
Derya
“Kesin Ahmet. Benim kadar kötüsün.”
Ahmet hafifçe gülümsedi, alaycı bir bakışla:
Ahmet
“Hani, benim kadar kötü değildin.”
Derya sinirlendi, ellerini masanın kenarına vurdu:
Derya
“Hadi Ahmet, git artık!”
Ahmet
“Zevkle.”
Ahmet, hafif bir tebessümle yere eğildi, ceketini aldı, omuzlarına geçirdi ve ofisin çıkışına yöneldi:
Derya onu izlerken içten içe bir merak belirdi, kendi kendine düşündü:
Derya iç ses
“Ne yaşadı acaba…”
Ahmet kapının kolunu tuttu, başını hafifçe çevirdi ve arkaya bakarak söyledi:
Ahmet
“Ben gittikten sonra ciyaklamaya devammı edeceksin?”
Derya iyice delirir gibi oldu. Topuklu ayakkabısını çıkardı ve Ahmet’e fırlattı. Ayakkabı duvara çarptı, sekti ve yere düştü. Ahmet hafifçe gerildi, sonra Derya’ya baktı.
Derya bağırdı:
“Siktir git lan!”
Ahmet, alaycı bir tonla, göz kırpar gibi karşılık verdi:
Ahmet
“Haydaaa… Elit Derya hanımdan şok küfürler. Magazin dergisinin 1. sayfası. Büyük harflerle.”
Derya tekrar bağırdı, sesi bu sefer daha güçlüydü:
Derya
“Gitsene lan artık!”
Ahmet hızlı adımlarla ofisten çıktı, asansöre yöneldi. Derya, masaya yaslanmış, camdan ay ışığını izleyerek sessizce oturdu. İlk kez kendini bu kadar yalnız hissetti.
Derya iç ses
“Salak herif… Zorla küfür ettirecek.”
Camdan bakarken yalnızlık, sessizlik ve Ay’ın soğuk ışığıyla birleşti. Bir süre sadece izledi; Ahmet’in gidişi odada yankılanan tek şeydi. İçinde hem öfke, hem şaşkınlık, hem de garip bir boşluk vardı.
Birkaç saat sonra gece yarısı civarları.
Ahmet apartmanının loş koridorunda anahtarı kilide sokarken çıkan metal sesi bile yorgun, pes etmiş gibiydi. Kapı aralandığında evin içinden yükselen soğuk, kirli, terk edilmişlik kokusu yüzüne çarptı. Eskiden iğrendiği o koku artık ona hiçbir şey hissettirmiyordu.
Ceketini askıya bir alışkanlığın gölgesi gibi astı. Kravatı zaten gevşemişti; çıkarmaya üşendi. Ayakkabılarını çıkarıp koridora bıraktı, ayakları fayansın buz gibi zeminine değdiğinde bile irkilmedi.
Sanki vücudu da artık duygular gibi hissini kaybetmişti.
Banyonun kapısına göz ucuyla baktı. İçeriden rutubet kokusu yükseliyordu. Karanlık, soğuk, nemli bir boşluk… Tıpkı içi gibi.
Yüzünde bir ifade yoktu. Hiç yoktu.
Kırmızı gözleri, uykusuzluğun ve geçmişin izlerini taşıyordu ama o gözler bile sanki başka birine aitti — Ahmet’e değil.
Mutfağa yürüdü. Dolabı açtı.
Salam… bayat ekmek…
Eline aldığında bir tepsi bile aramadı.
Salona geçti. Koltuğa oturmadı; çöktü sanki.
Salam paketini dişleriyle yırttı. Koca bir ısırık aldı. Ardından ekmeği.
Ama tad yoktu.
Hiçbir tat yoktu.
Boğazından taş iniyormuş gibi hissetti.
Bir ısırık daha.
Bir tane daha.
Bir tane daha.
Hiçbir şey değişmedi.
Elindeki salamı bir anda fırlattı, duvara çarpıp yere düştü.
Ahmet
Neden!?
Sonra elindeki bayat ekmeğe baktı.
Onu da fırlattı.
Ahmet
Neden!?… Neden bunlar oluyor!?
Göğsünün içinde ne olduğu belli olmayan bir şey kabarıyordu. Öfke gibiydi, nefret gibiydi, yıllar önce gömülmüş bir acı gibiydi… Belki hepsi, belki hiçbiri.
Tek bildiği, içinin artık kendine bile dar geldiğiydi.
Cebinden marketten aldığı sigara paketini çıkardı.
Paketi yırtarcasına açtı. Sigaralar yere saçıldı, darmadağın oldu.
Ahmet eğilip yerden bir tane aldı.
Koltuğun arkasına elini sokup kirli, neredeyse bitmek üzere olan bir çakmak çıkardı.
Sigarayı dudaklarına koydu.
Yaktı.
İlk nefeste öksürdü.
İkinci nefeste boğazı yandı.
Üçüncüde artık alışmıştı.
Ve sonra… içti.
Dakikalar boyunca, düşünmeden, umursamadan.
Sadece içti.
Altıncı sigaraya geldiğinde yüzüne bir sıcaklık vurdu.
Ama sigaranın dumanı değildi o.
Sağ gözünden bir damla yaş süzüldü.
Ahmet anlamadı önce. Başını hafifçe kaldırdı.
Sonra sol gözünden bir damla daha aktı.
Sigarayı içmeye devam etti.
Yaşlar hızlandı.
Belli ki bu, uzun süredir kendine vermediği bir lükstü.
Ahmet (fısıltıyla)
Ağlama…
Eliyle gözlerini sildi.
Ama yaşlar durmuyordu.
Duracak gibi de değildi.
Yüzü kızardı.
Çenesi titredi.
Ve en sonunda… bıraktı kendini.
Ağlamaya başladı.
Ama bu ağlama, yüzünde bir mimikle gelen türden değildi.
Yüzü donuktu; gözlerinden yaşlar akıyordu sadece — hızlı, sessiz, kontrolsüz.
Gözleri acıdı, burnu aktı, nefesi daraldı.
Dirseklerini dizlerine dayadı, başını eğdi.
Yaşlar yere damlıyordu.
Sigara parmaklarının arasında yanıyordu.
Odanın karanlığı üzerine çökerken, mırıldanır gibi konuştu:
Ahmet
Rol yapan hep ben…
Umursamayan hep ben…
Susup duran hep ben…
İnsan öldüren… ben.
Ben.
Ben…
Ben berbat bir insanım.
Hıçkırık göğsünden kopup geldi ama yüzünde hâlâ tek bir mimik yoktu.
Sadece acı vardı.
Ahmet
Ama… benden bir tane var.
Neden bunlar normal?
Sigaranın son nefesini çekti.
Sigarası bitti.
Geçmiş, duman gibi boğazında birikti.
Ahmet
Rutin ha…
Evet, o orospu çocuğunun rutini…
Benim hiçbir zaman bir rutinim olmadı.
Koltuğa yaslandı.
Sırtına batan o görünmez dikenleri hissetti.
Telefonunu çıkardı.
Galeriyi açtı.
Babasının fotoğrafı…
Soğuk, taş gibi bir yüz.
Dokununca hiçbir şey hissettirmeyen bir geçmiş.
Başparmağı fotoğrafın üzerinde kaydı.
Sonra telefonu kenara fırlattı.
Başını geriye yasladı.
Tavana baktı.
Ahmet
Beni yarattığın için senden nefret ediyorum.
Bu cümleyi babasına değil… gökyüzüne, boşluğa, her şeye söyledi.
Belki Allah'a.
Belki kadere.
Belki hayata.
Belki hiçbirine.
Sonra bir anda, boğazını parçalayacak kadar keskin bir çığlıkla bağırdı:
Ahmet
SENDEN NEFRET EDİYORUM!
Ses duvarlara çarptı, geri döndü.
Ve sonra hiçbir şey kalmadı.
Sessizlik.
Ağır, kör, nefes kesen bir sessizlik.
Bu, Ahmet’in son ağlamasıydı belki de.
Belki bundan sonra gözyaşı bile vermeyecekti hayat ona.
O eski adam…
O umursamayan polis, hiçbir şeye inanmayan adam…
O karanlık salonun ucunda yavaş yavaş ölüyordu.
Yerine başka biri doğuyordu:
Daha sessiz.
Daha soğuk.
Daha karanlık.
Daha tehlikeli.
Birşeyler gördü ona benzeyen. Kendisine, boynuzları vardı tek gözlü belkide.
Ahmet gözlerini kapadı.
Yüzündeki yaşlar kururken dudakları titreyerek fısıldadı:
Ahmet (kısık sesle)
Deccal bizi kılıçtan geçirir…
Bu cümle bir tehdit değildi.
Bir delilik de değildi.
Bir gerçek gibiydi.
Sanki Ahmet, kendi kaderinin kapısını nihayet duymuştu.
Ve ışık bir anlığına tamamen söndü.
Ve tekrar etti Ahmet sessizce:
Ahmet
Deccal bizi kılıçtan geçirir.
BÖLÜM NOTU
“Deccal Bizi Kılıçtan Geçirir”, Aslında Mehmet Batur’un kaleme aldığı bir öykü kitabıdır. Hem dili hem de anlattığı karanlık atmosferle okuyucuyu içine çeken, oldukça sıra dışı bir eser. Açık söyleyeyim, ben de bu kitabı gerçekten çok seviyorum. Kısa öykülerin içinde dolaşan o sert, neredeyse metafizik karanlık, herkese hitap etmez belki ama seveni için tadı başka. Okumanızı kesinlikle öneririm; hem düşündürüyor hem de insanı rahatsız edici bir gerçekliğe doğru çekiyor. Eğer farklı bir edebi deneyim arıyorsanız, bu kitap'a bir göz atın.


İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı