8. Bölüm
Bir adam… sert bakışlı, iri yapılı bir adam, evinin salonunda dimdik duruyordu. Salon… 90’ların tipik Türk evlerinden biriydi: yerlerde yıkanmış ama köşeleri hafif yıpranmış bir halı, televizyon sehpasının üzerinde dantelli örtü, vitrinde özenle dizilmiş ince belli çay bardakları, kristal şekerlik ve yıllardır orada duran birkaç tozlu biblo… Salonun ortasında büyük, koyu renkli ceviz masanın üzerinde koca bir pasta duruyordu. Pastanın kreması beyaz, üstünde çikolata süslemeleri vardı; tam ortasına “11” yazan kırmızı mum dikilmişti. Masanın etrafında cips, gazoz, kola şişeleri, poğaça, sigara böreği, kraker… adeta bir bayram sofrasıydı.
Adam, pastanın önünde dikilirken bakışlarında hem sertlik hem de içten sakladığı bir heyecan vardı. Derin bir nefes aldı. O sırada mutfaktan, elinde bulaşık havlusu olan karısı çıktı. Saçlarını geriye toplamış, üstünde ev elbisesi, yüzünde doğal bir yorgunluk vardı ama gözlerindeki sıcaklık her şeyi örtüyordu.
— “Canım… sen bekle, ben kamerayı alayım da şu anı çekelim,” dedi kadın, neşeli bir tonda.
Adam başıyla onayladı, yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Tam o sırada kapı çaldı. Tak tak tak… Evde bir anda panik havası esti. Kadınla adam birbirlerine baktılar; ama belli etmemeleri gerekiyordu. Kadın, yüzüne sahte değil, içten gelen bir mutluluk ifadesi takınarak kapıya doğru yürüdü. Kapıyı ağır ağır açtı.
Kapıda duran küçük bir çocuktu… Ahmet. Okul çantasını omzundan sarkıtmış, ayakkabılarının ucu çamur içindeydi. Yüzünde çocuklara özgü bir yorgunluk ve merak vardı. Annesi, oğlunu görünce gülümseyerek eğildi:
— “Hoş geldin oğlum… Günün nasıl geçti bakalım? Ödev verdiler mi yine?”
Ahmet yüzünü buruşturdu, sanki bu soruya defalarca cevap vermekten sıkılmış gibi.
— “Anne… ödevleri okulda yapıyorum ben. Kaç kere diyeceğim artık,” dedi hafif kızararak ama yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı.
Annesi oğlunun yanağını iki parmağıyla sıktı, “Hadi hadi geç içeri de üstün başın soğuk olmuş,” dedi.
Ahmet, ayakkabılarını çıkardı, odasına doğru yürümeye başladı. Çantasını sandalyenin üzerine attı, okul formasıyla üstünden çıkarıp yatağın üzerine bıraktı. Dolabın kenarına iliştirilmiş mavi pijamalarını giyerken, annesinin sesi yankılandı:
— “Ahmeeet!”
Ahmet kapıyı açarak bağırdı:
— “Ne oldu anne?”
— “Gel oğlum, çabuk gel bir bak buraya,” dedi annesi, sesi heyecanlı ve telaşlıydı.
Ahmet koşar adımlarla salona geldi. Kapıdan girer girmez gözleri kocaman açıldı. Koca masa, rengârenk yiyeceklerle doluydu; ortasında da üzerinde yanmaya hazırlanan mumlarla koca pasta duruyordu. Ahmet bir an donakaldı.
Annesi ve babası yan yana durmuş, oğullarına bakıyorlardı. Kadın, heyecanını gizleyemeyerek, gözleri parlayarak,
— “İyi ki doğdun oğlum,” dedi.
Ahmet, gözlerini babasına dikti.
— “Ama… baba… sen işte değil miydin?” diye sordu şaşkın bir sesle.
Adam, oğlunun gözlerine bakarak dudaklarını yukarı kıvırdı, elini Ahmet’in omzuna koydu.
— “İzin aldım oğlum. Senin gününü kaçırır mıyım? Hadi gel yanıma, fotoğraf çektirelim.”
Ahmet, gözlerinde yaşla parlayan bir sevinçle koşarak babasına sarıldı. O kadar sıkı sarıldı ki, sanki bırakırsa babasını kaybedecekmiş gibi. Babasının göğsüne yüzünü bastırdı, kalp atışlarını duydu. O küçücük elleriyle, tüm gücüyle sarıldı.
Annesi o an eline kamerayı aldı.
— “Hadi pastanın başına geçin de şu mumu üfleyelim,” dedi gülerek.
Ahmet pastanın önüne geçti, mumların titreyen ışığı yüzüne vuruyordu. Babasının eli omzundaydı, sıcak, koruyan bir dokunuş. Ahmet derin bir nefes aldı, gözlerini kapattı ve mumu üfledi. Mumun dumanı ince bir çizgi halinde tavana doğru yükseldi. Tam o anda annesi deklanşöre bastı, flaş patladı.
O kare… Ahmet’in hayatındaki en saf, en gerçek mutluluktu.
Babası gururla, kalın sesiyle,
— “On birinci yaş günün kutlu olsun oğlum,” dedi.
Ahmet bir kez daha annesine ve babasına sarıldı. Kalbinin bütün sıcaklığını kollarına döktü.
“İşte o gün… Ahmet’in hayatında kutladığı son doğum günüydü. O andan sonra zaman, doğum günlerini değil, başka şeyleri saymaya başladı. Yıllar birbirine karıştı; mumların ışığı yerini karanlığa, kahkahalar yerini sessizliğe bıraktı. Ve Ahmet, tam yirmi bir yıl boyunca… kendi doğumunu bile hatırlamak istemedi.”
Parlak stüdyo ışıkları, buz gibi bir beyazlıkla masayı yutuyordu. Masanın üzerinde tek bir kâğıt, tek bir kalem yoktu; boşluk, sessizlikten daha ağır bir şekilde izleyicilerin gözlerine çarpıyordu. Arkadaki dev ekranda İstanbul’un gece manzarası vardı: sisin boğduğu köprü, karanlığın içinde sönükleşmiş ışıklar, adeta şehrin nefes alamayan bir yüzü… Ve o manzara bir anda kararıyor, yerini kan lekeleri bulanıklaştırılmış salonlara, polis şeritleriyle mühürlenmiş apartman girişlerine, gri torbalara gizlenmiş ceset görüntülerine bırakıyordu.
Spiker, koyu lacivert takım elbisesi içinde dimdik oturuyordu. Sesi ölçülüydü; ne yüksek, ne alçak… Ama her kelimesi, izleyenin ensesine buz gibi bir nefes gibi çarpıyordu. Kameraya gözlerini dikti, tek bir kez bile kırpmadan konuşmaya başladı:
— “Sevgili izleyicilerimiz… İstanbul’da son bir ayda arka arkaya işlenen üç cinayet, şehirde kelimenin tam anlamıyla bir korku dalgası yarattı. İlk kurban, yeraltı dünyasının karanlık ismi Hikmet Oral. Ardından ünlü dizi-film sekreteri, son dönemde kara para aklama iddialarıyla gündeme gelen Sevil Güneş. Ve aynı gece, onun evinde vahşice öldürülen Burak Dağ…”
Arkadaki ekranda fotoğraflar sırayla belirdi: Hikmet Oral’ın bulanıklaştırılmış dosya fotoğrafı, Sevil Güneş’in kırmızı elbiseli, donmuş bir gülümsemesi, Burak Dağ’ın gece kulübünde çekilmiş sıradan bir karedeki yüzü. Her görüntü, bir polis dosyası gibi ekrana seriliyor, sonra yerini diğerine bırakıyordu.
Spiker’in sesi ağırlaştı, kelimeler yavaşladı:
— “Bu cinayetlerde dikkat çeken ortak nokta… her kurbanın ölüm anının kaydedilmiş olması. Hikmet Oral, bir kasetle. Sevil Güneş’in evinde bulunan eski model bir kamera, tüm korkunç anı saniye saniye gösteriyordu. Ve Burak Dağ… aynı evde, paramparça edilmiş halde bulundu. Organize Şube, bu olayların bir örgüt işi olduğuna dair hiçbir kanıt bulamadı. Aksine, bu cinayetlerin tek başına hareket eden, soğukkanlı bir katilin işi olduğundan şüpheleniliyor.”
Ekran yavaşça değişti. Tozlu, gri dosya kapakları belirdi; üzerinde büyük harflerle “ORGANİZE ŞUBE”, “DELİL”, “OTOPSİ RAPORU” yazıyordu. Dosyalar yıllardır açılmamış gibiydi; üzerlerine biriken toz ve sararmış kağıtlar, sanki sessiz bir korkunun, unutulmuş dehşetin gölgesini taşıyordu. İzleyici, kendi evinde değil; devletin en gizli, en sessiz, en karanlık arşiv odasının ortasında oturuyormuş gibi hissetti. Hafif bir uğultu vardı; belki klimalardan, belki uzak bir sirenin donuk yankısından… ama o uğultu, tüyleri diken diken edecek kadar derin ve sinsi bir ürperti yayıyordu.
Spiker, derin bir nefes aldı. Gözlerini kırpmadan kameraya kilitledi; cümleleri sessizliğin içinde ağırlaştı, her kelime, odanın soğuk havasına sanki bir bıçak gibi işliyordu:
— “Türkiye’nin gördüğü son seri katil vakası… 21 yıl önceydi. 1989’dan 2004’e kadar, İstanbul’un gölgelerinde yaşayan bir canavar vardı; halk arasında ‘gece bekçisi’ olarak biliniyordu. Tam 263 kurban… çoğu paramparça edilmiş cesetlerle bulundu. Kurbanlar seçiliydi; genellikle yalnız yaşayan, kimsenin fark etmediği insanlar. Katil, öldürdükten sonra cesetleri parçalar, geriye sadece korku ve bir şehri titreten sessizlik bırakırdı. O dönem polisler çaresizdi; ellerinde yalnızca kan lekeleri, parçalanmış deliller ve korkuyla donmuş tanık ifadeleri vardı.
Bu katil soğukkanlıydı; planları görünmezdi, cinayetlerini aylar hatta yıllar süren bir sabırla işlerdi. Günlükler, notlar, çöp torbalarındaki ipuçları… hepsi dikkatlice yerleştirilmiş, hiçbir delil ele vermezdi. Tanıklar, dehşet içinde bile doğruyu söylemekten korkardı; çünkü İstanbul Kasabı şehrin her köşesini sessizce izlerdi.
15 yıl boyunca gözlerden kayboldu. Polisler yıllarca iz sürdü, binlerce dosyayı inceledi, her ipucunu değerlendirdi, ancak hiçbir bağlantı kuramadı. Nihayet, 2004 Mayıs’ında katilin yakalanmasına sebep olan tek bir hata gerçekleşti: Kasabın, uzun süreli saklanma planına rağmen, kurbanlarından birinin yakın bir akrabası tarafından gözlemlenen sıradan bir hareketi. Bu kişi, şüpheli bir adresi polise bildirdi. Polisler, yılların tecrübesi ve sabrı ile bunu değerlendirdi; adresi takip ettiklerinde katilin evinde, cinayetlerden kalan bir dizi fiziksel kanıt ve kimliği doğrulayan belgeler bulundu.
Baskın titizlikle gerçekleştirildi; katil hiç beklemediği bir anda yakalandı. Fakat dehşet verici bir şekilde, sadece iki ay sonra hücresinde intihar etti. Arkasında, açılmamış, kilitli dolaplarda bekleyen, şehre dair korkunç dosyalar bıraktı: planlar, notlar, haritalar ve bazı kurbanlarının seçiliş nedenleri… hepsi İstanbul’un karanlık tarihine işlenmiş birer iz olarak duruyordu.”
Stüdyo sessizliğe gömüldü; ışıklar, spikerin sert hatlarını gölgeye boğuyor, kelimeler izleyicinin omuzlarına ağır bir yük gibi iniyordu. Her cümle, İstanbul’un geçmişine işlenmiş kan lekeleri gibi yankılanıyordu.
— “Ve şimdi… tam 21 yıl sonra, yeni bir dosya açılıyor. Katil kim? Tek başına dolaşan bir gölge mi, yoksa görünmez bir örgütün soğuk planının parçası mı? Polisler hâlâ emin değil. Ellerinde somut ipuçları yok; deliller eksik, tanıklar korku ve dehşet içinde susuyor. Her bir cinayette… iz bırakılmamış. Geriye sadece dehşet, kan ve sessizlik kaldı. Bu sorular hâlâ cevapsız… ve İstanbul, gölgeler altında.”
Arkada, gri dosya kapaklarının gölgeleri hafifçe sallanıyor, her bir rapor, her bir delil, izleyiciye İstanbul’un karanlık geçmişini fısıldıyordu. Hafif bir uğultu hâlâ odada dolaşıyor, spikerin sesiyle birleşerek, adeta boğulmuş bir korkunun notalarını çalıyordu.
— “Organize Şube, bu dosyayı Cinayet Masası’na devretmek istiyor. Çünkü eldeki tablo… bir örgütün işine benzemiyor. Aksine, tek başına hareket eden ve sistematik bir şekilde öldüren birine işaret ediyor. Davaya atanacak savcı henüz belli değil, ancak şimdiden polis kaynakları, ellerinde neredeyse hiçbir somut ipucu olmadığını kabul ediyor. Bu, belki de işin en ürkütücü yanı…”
Spiker kısa bir duraksama verdi. Stüdyonun sessizliği, cümleleri daha ağır, daha soğuk hale getirdi.
— “Katil, ardında bir kan gölü bırakıyor… ama geriye tek bir ayak izi, tek bir parmak izi, tek bir iz bile bırakmıyor. Ne bir tanık var, ne de kameralar işe yarıyor. Katil, gölgelerden çıkıp vuruyor ve sonra sanki havaya karışıp yok oluyor. İşte bu yüzden, İstanbul’da kimse kendini güvende hissetmiyor. Çünkü bu şehirde yaşayan milyonlarca insanın arasında… o da var.”
Spiker’in gözleri karanlık bir ciddiyetle kameraya kilitlendi.
— “Belki yanınızdan geçen… metroda omzunuza çarpan… sokakta göz göze geldiğiniz kişi… ya da şu anda bu haberi sizinle birlikte izleyen biri… işte o katil olabilir. Bir canavar… Hem de sandığınızdan çok daha acımasız, çok daha iğrenç bir canavar.”
Kameralar ağır ağır uzaklaştı. Spiker’in yüzü küçüldü, ekranda kırmızı siren ışıkları ve “SICAK GELİŞME” yazısı kaldı.
O an stüdyo bir haber merkezi olmaktan çıkmıştı. Bütün şehir, canlı yayında kendi korkusunun tutanağını dinliyordu.
Sevil Güneş cinayetinden bir hafta sonra, İstanbul hâlâ kanlı bir sessizliğin gölgesindeydi. Cinayet Büro ofisi, bu sessizliğin ortasında adeta bir savaş alanını andırıyordu. Masalar düzensiz bir şekilde dağılmış, dosyalar üst üste yığılmış, kahve ve çay lekeleri kurumuş, kağıtların arasında silik bir karmaşa bırakmıştı. Bilgisayar ekranlarının mavi ışığı, yüzleri soluk ve yorgun gösteriyor, gözlerdeki uykusuzluk ve korkuyu daha da belirgin hale getiriyordu.
Polisler çay bardaklarından çıkan buharı üfleyip, gözlerini ovuşturuyor, birbirine bakmadan derin nefesler alıyordu. Dışarıda kuşlar yeni güne ötmeye başlasa da, ofisin havası ağır ve boğucuydu. Herkes bir sonraki adımı hesaplıyor, en küçük bir hata tüm düzeni alt üst edebilirdi. Eski kağıtların, kurumuş mürekkebin ve kahve kokusunun birleşimi odada boğucu bir koku oluşturmuş, toz zerreleri sabah ışığıyla dans ederken ofisin gergin atmosferine eşlik ediyordu.
Sarp, sessiz kaosun ortasında dimdik duruyordu. Tahtadaki kurban fotoğraflarına ve bağlantı şemalarına bakarken, yüzünde hem öfke hem de derin bir kararlılık vardı. Fotoğraflardaki kan lekeleri, parçalanmış yüzler ve boş bakışlar ona geçmişte yaşanan kabusun hâlâ taze olduğunu hatırlatıyordu. Kurbanların gözleri sanki onu izliyor, sessizliği ve odadaki ağırlığı daha da yoğunlaştırıyordu.
Masaların üstüne dağılmış dosyalar, üzerlerine serpilen kahve ve çay lekeleriyle adeta ofisin karmaşasını haykırıyor; bilgisayar ekranlarının titrek mavi ışığı, yüzlerdeki çizgileri ve gölgeli bakışları daha da belirginleştiriyordu. Hafif bir rüzgar pencere perdesini sallıyor, odadaki sessizliği ince bir uğultu gibi bölüyordu. Klavyelerin tıkırtısı, kalemin kâğıda sürtünmesi, bardakların hafif çarpması, ofisin karanlık ritmini oluşturuyordu. Her hareket, her nefes, bir sonraki adımın ağırlığını taşıyor; küçük bir hata, her şeyi alt üst edebilirdi.
Sarp, gözlerini ekip üyelerine kaydırdı. Ahmet’in dalgın bakışları, yaptığı her hareketin geri dönüşünü düşündüğünü belli ediyordu. Buğlem’in titreyen elleri ve hafifçe sıkılmış dudakları, içinde bir kaygı ve kararlılık çelişkisini yansıtıyordu. Cem’in öfke ile karışık endişesi, Mert’in sessiz ama keskin gözle etrafı tarayışı… Hepsi onun için okunacak detaylardı.
Derin bir nefes aldı, dudaklarının arasından sessizce “Hazır mıyız?” diye geçirir gibi oldu; ama sesi ofisin karanlık sessizliğiyle yutulmuştu. Sarp’ın bakışları, odadaki herkesin üzerinde ağır bir gölge gibi geziniyor, sessiz ama keskin bir baskı yaratıyordu. Herkesin nefesi, kendi korkusuyla karışmış, ofiste bir ölüm sessizliği hâlini almıştı.
Sarp, sessizliğin içinde kendine güç topladı. Tahtadaki şemalar, fotoğraflar, bilgisayar ekranları ve masalardaki dosyalar birer yük olarak gözlerinin önünde duruyordu. İstanbul’un gölgelerle dolu geçmişi, ofisin sessizliğinde yankılanıyor, bir sonraki cinayetin habercisiymiş gibi her nefesi ve bakışı ağırlaştırıyordu.
O an, herkesin ruhu gergindi; eller titriyor, gözler kayıyor, nefesler kesik kesikti. Sarp, ekibin gözlerinde hem korkuyu hem de kararlılığı hissettirmek için sessizce bekliyordu. Bu davanın ağırlığı omuzlarına binmişti; her bakış, her hareket, her sessizlik bir sonraki adımın ipuçlarını taşıyordu. Ve Sarp biliyordu ki, şimdi göstereceği kararlılık, ekibin hayatta kalmasını ve davayı çözmesini belirleyecek, İstanbul’un gölgelerinde kaybolmuş adaletin tek ışığı olacaktı.
Sarp derin bir nefes aldı, tahtadaki fotoğraflara bakarken ofisin sessizliği neredeyse boğucu hâle gelmişti. Gözlerini tek tek ekip üyelerine kaydırdı; Ahmet’in dalgın bakışları, Buğlem’in titreyen elleri, Cem’in öfkeli ama endişeli duruşu ve Mert’in sessiz ama dikkatli gözleri, hepsi onun için okunacak birer ipucuydu.
— “Arkadaşlar…” Sarp’ın sesi derin ve keskin bir tonla yankılandı. “Uzun zamandır böyle bir dava ile karşılaşmadık. En son… 21 yıl önce bir seri katil vardı.”
Ahmet’in gözleri Sarp’a kilitlendi. Nefesler yavaşladı, ofisteki sessizlik daha da yoğunlaştı. Masaların üstündeki kağıtlar, bilgisayarların titrek ışıkları ve eski dosyaların kokusu, sanki beklenen fırtınanın öncesindeki gerilimi daha da ağırlaştırıyordu.
— “Biliyorsunuz,” Sarp devam etti, sesi biraz yumuşadı ama hâlâ keskinti, “başta organize iş sanıldığı için dava Organize Şube’nin elindeydi. Ama şimdi… tek bir kişi yapıyor. Ve neden yapıyor? Kimse bilmiyor. Ama birlikte çözeceğiz. Birlikte…”
Ahmet, kendi içinde bir an durdu; nefesinin kesildiğini fark etti. Sarp’ın kelimeleri odada yankılanıyor, her harfi sanki ağır bir yük gibi omuzlarına biniyordu. Buğlem ellerini hafifçe ovuşturdu, gözlerini yerden kaldırıp Sarp’a baktı; yüzünde korku ile kararlılığın tuhaf bir karışımı vardı.
Sarp, öfkesini kontrol edememiş gibi, sesi sertleşti:
— “Olayı yürütecek olan savcıyla konuştum. Elimizde… hiçbir somut delil yok. O orospu çocuğu… arkasında tek bir iz bile bırakmamış!”
Ofiste bir sessizlik çöktü. Bilgisayarların mavi ışıkları yüzleri daha soluk gösteriyor, odadaki hava sanki daha da yoğunlaşıyordu. Sarp yere bakarak öfkesini dizginlemeye çalıştı; dudakları sıkıldı, gözlerindeki sertlik yavaşça yerini kararlı bir ciddiyete bıraktı.
— “Ahmet, Cem, Buğlem, Mert…” Sarp başını kaldırdı ve ekibin gözlerinin içine baktı. “Siz bu davadaki komiserlersiniz. Kalan iki komiserimiz başka olaylara bakacak. Sizden istediğim tek şey… dikkatli olmanız ve detaylara önem vermeniz. 21 yıl önce yaşanan fiyaskoyu tekrar yaşamak istemiyorum.”
Ofis sessizlik içinde donmuştu. Dışarıdan sirenler ve uzak adımlar geliyordu; ama Ahmet için her ses, bir fısıltı gibi kulaklarında çınlıyordu. Sarp elini kaldırıp Cem’e doğru işaret etti:
— “Cem, sen Mert’le ortak olacaksın. Buğlem, sen Ahmet’le.”
Buğlem Ahmet’e baktı. Ahmet ise tahtadaki kurban fotoğraflarına kilitlenmişti. Her bakışıyla geçmişini tartıyor, geleceğini ölçüyordu. Ama zihninde karanlık bir ses sürekli fısıldıyordu:
“Bir daha kimseyi öldürme… Kimseye zarar verme… Kuralları çiğneme… Ama içimdeki boşluk öyle büyüyor ki… Yoksa bir daha asla duramayacağım… Ahmet, yapma… Sen o adam gibi değilsin…”
Gözleri fotoğraflardan ayrılmıyordu; her kan lekesi, her boş bakış içindeki canavarı dürtüyordu. Elleri istemsizce sıkıldı, tırnakları avuçlarını yarıyordu.
Sarp sabrını kaybetti:
— “Ahmet! Dinliyon musun sen oğlum? İlk defa düzgün bir davaya bakıyorsun! Sana şans veriyorum burda, anlatıyorum lan, ama kafanı nereye takıyosun? Tahammülüm kalmadı, anlıyor musun?”
Ahmet irkilip Sarp’a baktı, kalbi göğsünü sıkıştırıyor, nefesi düzensizleşiyordu. Hemen kendini toparlamaya çalıştı:
— “P-Pardon komiserim… dalmışım…”
Ama içindeki fısıltılar daha da yükseldi:
“Dalmak değil… odaklanmak lazım… Sen iyi birisin… Öldürdüğün insanlar… Kötü insanlar… Yakalanmak istemiyorum… Ölmek istemiyorum… Yaşayacağım… ama durmalı, yapmamalıyım…”
Sarp gözlerini Ahmet’in üzerine dikti:
— “Bak Ahmet… düzgün dinle! Bu boş bir dava değil. Burada hata yok, bir adım bile yanlış olursa… tekrardan rezil olamayız! Anladın mı?”
Ahmet başını salladı, dudaklarını sıktı. İçindeki karanlık çığlıklar hâlâ susmuyordu:
“Bütün şehir gölgelerle dolu… ve ben o karanlıkta kaybolmamalıyım… Ama ya bir anlık boşluk… Ya bir hata…?”
Sarp tonunu yumuşatarak devam etti:
— “Bugün neredeyse yapacak hiç bir işiniz yok. Dosyaları yazın, inceleyin, her şeyi toparlayın. Ama yeni bir cinayet olursa… olay yerine bir saniye kaybetmeden gidin. Hiçbir bahaneniz yok. Anladınız mı?”
Ahmet tekrar fotoğraflara gözlerini dikti; kalbinde hem korku hem de kendini fren etme çabası vardı. Her nefes, içindeki karanlığı biraz daha bastırıyor, ama tamamen susturamıyordu.
Herkes başını salladı ve masalarına döndü. Ahmet tam yerine oturacakken, Buğlem hafifçe omzuna dokundu. Ahmet arkasına döndü; Buğlem gözlerini ona dikmiş, hafif sinirli ama alaycı bir tonla konuştu:
— “Artık ortağız, Ahmet. Biliyorum seninle çok yakın değiliz, ama düzgün bir iş çıkaralım, bu davadan birlikte kurtulalım. İkimiz de memnun değiliz ortak olmaktan, bunu biliyorum zaten. Sadece işimizi yapıp, defolup gidelim.”
Ahmet dudaklarında ince bir kıvrım oluşturdu; sahte bir gülümseme, yüzüne adeta yapışmıştı. İçinde ise bambaşka bir fırtına dönüyordu:
“Ona tahammül edemiyorum… Her bakışı, her hareketi… Ama rolümü kaybetmemeliyim. Her şeyi izliyor… O benim için önemsiz birisi.”
— “Nasıl olmasını istiyorsan, öyle olsun,” dedi Ahmet, umursamaz ama içtenmiş gibi görünen bir tonda. Sesinde ince bir alay vardı, Buğlem fark etmezdi.
Buğlem hafifçe kaşlarını kaldırdı, gözlerinde küçümseme vardı:
— “Hadi bakalım o zaman… Bakalım senin ciddiyetin bu işte ne kadar sürecek. İlk cinayeti incelemekle başlıyoruz, hazır ol.”
Ahmet başını salladı ve bilgisayarını açtı. Soğuk ekran ışığı yüzüne vururken, her fotoğraf ve not onun içinde hem fırsat hem tehdit yaratıyordu. Buğlem’e karşı hissettiği öfke ve tiksinti yüzüne yansımadı; rolünü mükemmel oynuyordu.
---Ahmet(iç ses)
Rol yap, Ahmet…
Onu seviyormuş gibi davran. Hiçbir şey hissetmiyorsun aslında, ama bunu fark etmemeli. Her bakışın, her sözün inandırıcı olmalı. Sadece işin bu. Rolünü kaybetme.
Gülümse, ilgileniyormuş gibi yap… sessiz kal, meraklı bak… ama unutma, kalbin boş. Ne sevgi var, ne bağlılık. Hepsi sahte, sadece yüzünün nasıl göründüğü önemli.
Bir gün fark ederse, ne olur? Şimdi fark etmesin yeter. Her şey kontrol altında. Rol yap, Ahmet… rol yap ve kimse gerçeği görmesin.
Ofis gri bir tonla boğulmuştu; ışıklar yorgun, floresan lambalar arada bir tiz bir uğultu çıkarıyor, bilgisayar fanlarının sesi kasanın ısınmasıyla birleşip hafif bir uğultu yaratıyordu. Koridorda polisler sessizce konuşuyor, ayak sesleri sertçe yalıtılmış duvarlardan yankılanıyordu. Masaların üzerinde sıcak kahve bardaklarından yükselen buhar, gri bulutlar gibi havada asılı kalıyor, ofisin havasını ağırlaştırıyordu.
Ahmet, kendi masasının kenarında oturmuş, ellerini dizlerinin üzerinde sıkmıştı. Gözleri bilgisayar ekranındaki dosyalarda geziniyor gibi görünse de, zihni tamamen farklı bir yerdeydi. İçinde yorgunluk, suçluluk ve bilinçaltının karanlık çığlıkları birbirine karışmıştı.
“Artık başka birini öldürmeyeceğim… Bir sınırım var bende bir insanım…"
Kafasında fısıldayan bu karanlık ses, odadaki gri tonlarla birleşiyor, Ahmet’in omuzlarına görünmez bir yük gibi çökmüştü. Her polis adımı, her uzak sohbet, her uğultu onun içinde gergin bir ritim oluşturuyor, kalbinin hızını artırıyordu.
Ahmet, derin bir nefes aldı; dudakları hafifçe titriyordu. Yorgunluk her zerresinde hissediliyordu; göz altları morarmış, elleri istemsizce masadaki kaleme dokunuyor, sonra geri çekiliyordu. İçinde bir savaş vardı: Kendi karanlığına boyun eğmemek ve rolünü sürdürmek zorundaydı.
“Artık durmalıyım… Bu sefer duracağım…
Ahmet’in gözleri, bilgisayarın soğuk ışığında donuk bir parıltı yakalıyor, gri ofisin içinde kaybolmuş polislerin arasında yalnızlığını daha da derinleştiriyordu. Her şey sessiz, her şey ağır, ve her şey onu kendi karanlığının kıyısında tutuyordu.
Birkaç saat sonra.
Saat öğleden sonrayı geçmişti. Ofiste yorgun bir uğultu vardı. Polisler ve komiserler masalarına dönmüş, ya yarım kalmış dosyaları karıştırıyor ya da öğlen aceleyle geçiştirdikleri yemeklerini soğuk soğuk yutuyorlardı. Bilgisayar fanlarının tekdüze sesi, floresan lambaların arada sırada çıkan cızırtısı ve kâğıt hışırtıları birbirine karışıyor; bütün bunlar cinayet masasının zaten boğuk ve bayat havasını daha da ağırlaştırıyordu.
Havanın içinde ağır bir kahve kokusu asılıydı; bayat ekmek kırıntıları ve yarısı içilmiş plastik bardaklardaki çayın keskinliğiyle karışıyordu. Açılmayan pencereler yüzünden odadaki hava ağırlaşıyor, toz zerrecikleri floresanın titrek ışığında asılı kalıyordu. Masaların üzerinde üst üste yığılmış dosyalar, zamana yenik düşmüş gri klasör kapaklarıyla sanki kendilerine bakan gözler gibiydi.
Öndeki tahtada Mert ve Cem, seri katil davasının detaylarını tartışıyordu. Kalemin tahtaya her vuruşu, odanın sessizliğinde yankılanıyor, tozlu yüzeyden çıkan gıcırtılar insanın dişlerini kamaştırıyordu. Tahtanın köşesine iliştirilmiş fotoğraflarda kurbanların donuk gözleri, sanki bütün odanın üzerine çökmüş bir sessizlik gibi orada asılı duruyordu.
Selim, elinde dosyalarla sürekli masalar arasında dolaşıyor, kalın klasörlerin köşeleri onun kolunu keser gibi iz bırakıyordu. Ayak sesleri, yerlerdeki eski linolyum kaplamanın üzerinde tekdüze ama huzursuz bir ritim tutuyordu.
Buğlem, önündeki tanık ifadelerine gömülmüş, dudaklarını bükerek satırların üzerine eğiliyordu. Sayfaların üzerinde kalemin bıraktığı hafif baskılar, cümlelerin altındaki öfkeyi ve korkuyu fısıldıyor gibiydi. Gözlerinin önünde satır satır akan sözler, odanın havasını daha da daraltıyordu.
Masanın kenarında, unutulmuş bir sigara izmariti, kül tablasında külünün yarısını yere dökmüş hâlde duruyordu. O an odada kimse konuşmasa bile, sessizlik kendi içinde uğulduyordu; sanki herkesin omzuna görünmez bir yük çökmüştü.
Ahmet masasına gömülmüştü, fotoğrafların kenarlarını parmaklarıyla yokluyor, ama kağıdın lifleri parmağında tüy gibi değil, bıçak gibi batıyordu. Çerçevelenmiş yüzler, boş gözler, dondurulmuş çığlıklar… hepsi üzerine çökmüş, sanki nefes almaya çalıştığı her saniye onların ağırlığını omuzlarında hissediyordu.
Boğazı düğümlendi, dudaklarını araladı ve neredeyse fısıltıyla, kendine bile korkunç gelen bir sesle mırıldandı:
— “Ne yaptın sen, Ahmet?… Ne zaman bu karanlığın içine düştün?… Hangi şeytani ellerin dokundu bunlara?”
O anda odanın uğultusu aniden kesildi. Masa, sandalye, bilgisayar… hepsi geri çekildi, sanki ağır bir sis tarafından yutulmuş, silik bir perde gibi gözlerinin önünden kayboldu. Havanın kendisi ağırlaşmış, nefes almak güçleşmişti. Kulaklarında çınlayan tek ses, kendi kalbinin gürültüsüydü; her atışı tokat gibi yüzüne çarpıyor, göğsünü delercesine karanlığa kazınıyordu. Her vuruş, geçmişin ve geleceğin birleştiği bir boşluğun kapısını aralıyordu.
İçindeki ses, derinlerden, adeta karanlığın kalbinden yükselen bir tonla konuştu; acımasız, keskin, tanıdık ama bir o kadar yabancı:
— “Adam değilsin. Hiçbir zaman olmadın. Kendini adam sanan bir gölgesin sadece… Onlar gibi başladın, belki onlardan da betersin. Her kesilen nefes, içindeki boşluğu biraz daha büyüttü… her çığlık, her yutkunma… hepsi senin içine işledi, seni içten kemirdi. Kaçtığını sandın, ama koştuğun yol… dairenin içinde dönüp duruyor. Ne kadar ilerlersen, o kadar geriye düşüyorsun; her adımın kendi üzerine bastığı bir gölge.”
Ahmet’in gözleri karardı. O an fark etti ki, karanlık sadece etrafında değil, içindeydi; kendi ruhunun derinliklerinde bir deniz gibi genişleyen, sinsi ve soğuk bir boşluk… ve ses, her nefes alışında daha da yakınlaşıyor, onun içine sızıyor, parçalıyor, kendine bakışını bile çarpıtıyordu.
Elleri istemsizce daha da sıkıldı; tırnakları avucuna saplandı ve ince bir kan çizgisi aktı, ama acıyı hissetmiyordu. Acı, geçmişin ağırlığı altında paramparça olmuş, çoktan yok olmuştu. Geriye sadece korkunç bir boşluk kalmıştı; bir boşluk öyle derin ki, içinde yankılanan tek şey kendi nefesinin boğuk, hırçın sesi ve sessiz çığlıklarıydı.
İçindeki ses, fısıltıdan daha fazlası, bir çığlık kadar keskin bir tonla konuştu:
— “Duracaksın… dedin… yemin ettin… ama içindeki kıpırtı… işte o… hiçbir zaman susmadı. Susmayacak da. Dua et… kendine söz ver… ellerin yine titrer, gözlerin yine kan arar… Sen bitiksin, Ahmet. Her zaman… istemesen bile… tekrar yapacaksın.”
Sözler, odanın köşelerine çarparak geri dönüyor, Ahmet’in beyninde bir yankı bombardımanı oluşturuyordu. Her kelime, kemiklerinin içine işleyen birer iğne gibi, her duraklama, yutkunmasıyla birleşip kalbine saplanıyordu. Gözleri istemsizce açıldı; etrafındaki hava ağır, karanlık ve canlı bir varlık gibi hareket ediyordu. Boşluk, sadece zihninde değil, odanın her köşesinde genişliyor, her nefeste daha da yaklaşarak onu içine çekiyordu.
Ahmet, kendi kanını izlerken fark etti ki, o boşluk, sessiz bir tetikçi gibi bekliyordu. Sadece gözlerini kırpıyor, ellerini titretmesini izliyor, bir sonraki adımı için hazır bekliyordu. Ve o an anladı: ne kadar kaçarsa kaçsın, karanlık sadece peşinden gelmiyor… o zaten içindeydi; ruhunun en derin köşelerinde, ellerinin her titremesinde, gözlerinde gördüğü her kırmızı ışıkta, nefesinin her daralmasında…
Ahmet gözlerini kapadı bir an. Karanlığın içinde yüzler dolaştı; nefes alıyor, fısıldıyor, onu suçluyordu. Sesler, çığlıkların arasına sinmiş birer gölge gibi vücuduna sızıyordu:
— “Senin yüzünden öldük. Senin yüzünden burada olduk. Sen bizimle yaşayacaksın, biz seninle öleceğiz.”
Her kelime, kalbinin derinliklerinde bir çivi gibi saplanıyor, ruhunu paramparça ediyordu. Ahmet birden irkildi, gözlerini açtı. Oda tekrar sıradan gürültüsüyle geri dönmüştü: klavyelerin tıkırtısı, kâğıtların hışırtısı, kahve bardaklarının masaya bırakılması… ama kalbi hâlâ o karanlık odada atıyordu. Her çarpışı bir kurbanın sesi gibi yankılanıyor, tüylerini diken diken ediyor, nefesini kesiyordu.
Başını eğdi. Dudakları titreyerek kendi kendine fısıldadı; sesi sadece kendi kulağına ulaşacak kadar yakındı, ama her kelimesi öfke, pişmanlık ve çaresizlikle doluydu:
— “Ben… polis değilim. Ben… hiçbir zaman iyi biri olmadım. Tek fark… hâlâ yakalanmadım. Ama bu…"
Bir an durdu. Fotoğraflara baktı; her biri bir suç, her biri bir lanet, her biri kendi elinin iziyle yazılmış bir kaderin sembolüydü. Lanetin ortasında tek başına duruyordu; yüzleşmenin ağırlığı omuzlarına çökmüş, kendi karanlığının içine gömülmüştü. Gözlerinde karanlık bir dinginlik vardı; ama bu dinginlik, fırtınanın ortasında saklanmış bir ölüm sessizliğiydi.
Ve o an, bir farkındalık çakması geçti zihninde: tüm suçlar, tüm ölümler, tüm karanlık arzular… hepsi onun bir parçasıydı. Kaçacak yer yoktu; geçmişin gölgeleri artık yalnızca hatıralarda değil, kendi içinde somutlaşmış, nefes alıyor, hareket ediyor, onu izliyordu. Kendi elindeki kanı, kendi çığlıklarını, kendi karanlığını gördü; hepsi birbirine karışmış, tek bir devasa, kıvrak ve acımasız canavar olmuştu.
Ahmet’in elleri fotoğrafların üzerinde durdu. Parmağını bir kareye bastığında, gözler ona dönmüş, sessiz ama keskin bir şekilde konuşuyordu. O an fark etti ki, artık ne suçlar bir son bulabilir ne de karanlık… sadece o vardı, ve o karanlık, Ahmet’in içinden dışarı taşmaya hazır, bekliyordu.
Ve birden… o sessizlik, o dinginlik… bir fırtınaya dönüştü. Kalbi, göğsü, aklı, ruhu… hepsi aynı anda çarpıyor, parçalanıyor, birleşiyordu. Ahmet fark etti: artık geri dönüş yok muydu, yoksa hâlâ bir umut kırıntısı var mıydı, bilmiyordu. Kendi canavarıyla yüzleşmiş miydi, yoksa onunla hâlâ savaşmak için son bir şansı mı kalmıştı, cevap belirsizdi. Sadece bir şey kesindi: ne yaparsa yapsın, o karanlık, bir şekilde hâlâ içindeydi ve bekliyordu.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı