Bölüm 9
Gece saat 11’e yaklaşmıştı ve cinayet masasında kalanlar, ışığın soluk titremesi altında adeta hayaletleşmiş gibiydi. Floresan lambanın zayıf ışığı, odadaki her nesneyi sert, cansız gölgelerle çevreliyor, masaların üzerindeki kağıtlar, bilgisayar ekranları ve kahve fincanları sanki nefes almayan bir sessizlik içinde duruyordu. Duvarlardaki gölgeler uzun ve çarpıcı çizgiler çiziyor, her köşe, her kenar karanlığın ağırlığını hissettiriyordu. Oda, ışığın yetersizliği ve karanlığın yoğunluğu arasında, hem boğucu hem de ürkütücü bir atmosfer yaratıyordu; sanki zaman da burada yavaşlamış, nefes almak bile zorlaşmış gibiydi.
Hava soğuk ve donuktu; her adımın sesi metalik bir yankı bırakıyor, klavye tıklamaları ve kağıt hışırtıları bile gerilimi artırıyordu. Polislerin yüzleri solgun ve yorgun, göz altlarındaki morluklar ve omuzlarındaki ağırlık, gecenin ve mesainin yükünü görünür kılıyordu. Her bakış, her hareket, hem yorgunluğu hem de sessiz bir umutsuzluğu anlatıyor; odada sadece insanlar değil, karanlığın ve mesainin baskısı da vardı. Ahmet ise, bu sessiz ama boğucu atmosferin ortasında, kendi karanlığıyla baş başa kalmıştı; zihni geçmişin ve suçun ağırlığıyla dolup taşıyor, titreyen elleri ve sıkışmış nefesi, görünmez bir fırtınanın habercisiydi.
Sarp raporları okurken, kahvesinden aldığı küçük yudumlar bile onu bir an olsun ayakta tutamıyordu. Yorgunluğu sadece yüzünde değil, omuzlarında, ellerinde ve adımlarında da hissediliyordu; sanki her parça vücudu ayrı ayrı tükenmişti. Bilgisayar ekranının soğuk mavi ışığı, onun solgun tenini ve gölgelenmiş yüz hatlarını daha da keskinleştiriyor, cansız bir hayalet gibi odanın ortasında durmasına neden oluyordu.
Sabah sekizden beri aralıksız çalışıyorlardı. Ek mesai, birikmiş yorgunluğun ve zihinsel ağırlığın yükünü daha da derinleştiriyordu. Gözlerinin altındaki morluklar, sadece uykusuzluğun değil, yaşanan olayların ve çözülmemiş cinayetlerin yarattığı ruhsal ağırlığın da göstergesiydi. Sarp’ın zihni, kağıtlardaki her detayı ezberlerken kendi içindeki korkuları ve tükenmişliği fark ediyordu; her rapor, her fotoğraf, onun yavaş yavaş tükenen direncini hatırlatıyordu.
Oda sessizdi ama sessizlik de baskıcıydı; her nefes, her tıkırtı, zihninde bir yankı oluşturuyor, yoğun bir gerginlik havası yaratıyordu. Sarp, sadece fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da yorulmuş, yorgunluk ve umutsuzluk arasında sıkışmıştı; ek mesai, artık sadece bir zorunluluk değil, bir sınav, bir işkenceye dönüşmüştü.
Selim dosyaları doldururken, parmakları sayfalar arasında mekanik bir ritimle dolaşıyordu; her hareketi neredeyse refleks gibiydi, zihni ise çoktan kağıtların ötesine, olayların ve cinayetlerin karanlık labirentine kaymıştı. Gözleri dikkatliydi, ama yorgunluğu, bakışlarındaki boşluk ve kasların gerginliğinde kendini ele veriyordu; sanki her sayfa, her dosya, ruhunun derinliklerinde bir fırtınayı tetikliyordu. Her belge bir uyarıydı, her fotoğraf bir hatırlatma; Selim, bu belgelerle savaşırken kendi içindeki çelişkilerle de baş başa kalıyordu.
Cem, ağzında tüten sigarasının dumanını yavaşça üflerken, cesetlerin fotoğraflarına bakıyordu. Morluklar, yorgunluğun ve uykusuzluğun yalnızca fiziksel izi değildi; gözlerinin altındaki gölgeler, görmeye zorlandığı karanlık gerçeklerin ve zihninde yankılanan fısıltıların bir yansımasıydı. Sigaranın acı tadı ve dumanın boğuk kokusu, odadaki sessizliğe eklenen başka bir ağırlıktı; her nefes, her bakış, Cem’in ruhundaki çatlağı daha da derinleştiriyordu.
Diğer polisler masalarında sessiz ve bitkin bir hâlde oturuyordu. Ellerindeki kağıtlar ağır, gözlerindeki boşluk ise daha da belirgindi; sanki elleri ve gözleri aynı yükü taşıyor, ama zihni çoktan tükenmişti. Yüzlerinde mesleklerine dair bir pişmanlık, görevlerinin ağırlığı ve çözemedikleri davaların verdiği çaresizlik birbiriyle karışmıştı. Oda sessizdi, ama sessizlikten yükselen bir ağırlık vardı—nefesler, kağıtların hışırtısı, bilgisayar fanlarının uğultusu… Hepsi, polislerin ruhunu ezip geçen görünmez bir baskı yaratıyordu.
Ahmet’in gözleri, bu sessiz yorgunluk denizine bakarken bile, kendi içindeki fırtınayı bastırmak için kıvranıyordu. Herkesin yüzündeki tükenmişliği gördükçe, kendi karanlığının ağırlığı daha da belirginleşiyordu; geçmişin suçları, işlenen cinayetler ve daha yapılması gerekenler… O an, odadaki herkesin sessizliğiyle birleşen bir içsel çığlık gibi yankılanıyordu.
Ahmet’in nefesi ağır ve düzensizdi; her soluk alışında göğsü sanki kaburgalarının arasına sıkıştırılmış bir taş gibi inip kalkıyordu. Elleri masanın kenarına sıkıca kenetlenmiş, parmak uçları beyazlamıştı; titremesi sadece fiziksel değil, içindeki sapkın bir korku ve hazın ritmi gibiydi. Bilgisayar ekranındaki fotoğraflar yanıp sönüyordu gözlerinde, kırmızı lekeler damarlarında bir adrenalin seli gibi dolaşıyor, beynini delice sarsıyordu.
Her nefesinde kendi kalp atışını duyuyor gibiydi; “küt-küt, küt-küt…” Her atış, bir uyarı, bir tehdit, ama aynı zamanda bir çağrıydı: “Kontrolünü kaybetme, Ahmet…” İçinde, uzun zamandır bastırdığı şeyler yüzeye çıkıyordu: babasının gölgesi, geçmişin acıları, adaletin kırıntıları ve sapkın bir güç arzusu, hepsi birbirine karışıyordu.
Ahmet dudaklarını ısırdı, istemsiz bir gülümseme belirdi; o gülümseme iğrenç, insanın içini ürperten türdendi, ölümün soğuk elini hissettiren bir tebessüm. Başını kaldırdı, boşluğa baktı; gözleri bulanıktı ama odadaki karanlığı, kendi içindeki fırtınayı net bir şekilde görüyordu. Ter damlaları alnından süzüldü, boynundan ve saçlarının arasından inci gibi düşüyordu, her damla sanki kendisini uyaran bir işaretti: “Patlayabilirsin.”
Ahmet’in elleri, farenin üzerinde gezinirken titredi; her kareyi inceliyor ama aynı zamanda kendini izliyordu, sanki kendi aklının içini parçalıyor, kendi deliliğini filme çekiyordu. Her fotoğraf bir davetti, kan ve kırılmış bedenler ona hem korku hem sapkın bir haz veriyordu.
Bir an geldi, başını hafifçe eğdi ve gözleri bilgisayar ekranının mavi ışığında parladı. Titreyen elleri masayı kavrıyor, dişlerini sıkarak kendini durdurmaya çalışıyordu ama bu çaba sadece daha çok enerjisini boşaltıyor, içindeki fırtınayı besliyordu. Saatlerdir devam eden mesai, gözlerinin altındaki morluklar, bedeninin yorgunluğu artık zihninin önünde hiçbir şey ifade etmiyordu; tek bir şey vardı: kendi karanlığı.
Ahmet’in kalbi artık sadece atıyor değildi, patlıyordu; damarlarındaki adrenalin damarlarının içinde yankılanıyor, beyninin en karanlık köşelerine vuruyordu. Her nefes alışında, her bakışında bir sonraki hareketi hesaplıyor, bir yandan kendini durduruyor, diğer yandan bu karanlık çağrıya yanıt vermek istiyordu. Ve Ahmet bunu biliyordu: bir sonraki an, bir sonraki nefes, onu tamamen serbest bırakacaktı.
Tam o sırada, karakolun önüne siyah bir araba yanaştı. Siyahın koyuluğu, gecenin karanlığıyla birleşmiş, neredeyse görünmez bir gölge gibi duruyordu. Şoför kapıyı arka kapıdan açarken, hareketleri ölçülü ve dikkatliydi, sanki karanlığın içine adım atıyor gibiydi.
Arka kapıdan bir kadın çıktı; siyah pantolon, beyaz gömlek ve siyah ceketiyle hem zarif hem soğuk bir siluet oluşturuyordu. Topuklularının her adımı sert bir ritimle zemine vuruyor, karakolun sessizliğini parçalıyor ve atmosferi ağır bir gerginlikle dolduruyordu. Kadın, karakolun giriş kapısına doğru yaklaştıkça, bakışları keskin ve hesaplayıcıydı; etrafındaki her detayı tarıyor, gölgelerle oynuyor, adeta bulunduğu alanı kendi oyun alanına çeviriyordu.
Kadın ağır ve ölçülü adımlarla merdivenleri tırmanıyordu; her basamak, sanki binanın içine kazınan bir yankı gibi, gecenin sessizliğini parçalıyor ve zamanı büküyordu. Karakola girdiğinde topuklarının sesi sadece kulaklara değil, içerideki insanların sinir uçlarına dokunuyordu. Koridorda ilerlerken, polisler refleksle selam verdi; kadının yüzünde beliren hafif tebessüm, sıcaklıktan çok hesaplı bir mesafe taşıyordu. O tebessüm, bir anlık nezaket görüntüsünün arkasına gizlenmiş bir hâkimiyet duygusuydu. Onu görenler, istemsizce duraksadı; gözlerinde hem saygının, hem de açıklanamayan bir huzursuzluğun gölgesi belirdi.
Yukarı kata çıktığında, floresan ışıkların sert beyazı onun siluetini neredeyse keskin bir bıçak gibi ortaya koyuyordu. Siyah ceketi ve beyaz gömleği, kontrastın ötesinde bir “karar” gibi duruyordu; sanki varlığı, mekânı yeniden tanımlıyor, koridoru kendi ritmine sokuyordu. Cinayet masasının kapısına geldiğinde, durdu. O an zaman uzadı; içeridekiler, henüz farkında olmadan nefeslerini tuttu. Kadının bakışları kapının eşiğinden içeri süzüldü; her bir yüzü tek tek tararken, sanki sadece insanlara değil, onların yorgunluklarına, sırlarına ve en gizli korkularına da bakıyordu. O gözler, görülmekten çok görmek için vardı—ve gören, bakışların ağırlığını kendi ruhunda hissediyordu.
Kadın ofisin önünde durduğunda, içerideki polisler tamamen işlerine gömülmüş, ekranların soğuk mavi ışığında kağıtlara gömülmüştü. Yorgunluk omuzlarından sızıyor, her nefesleri neredeyse ağır bir taş gibi havayı dolduruyordu. Kadın, onların dikkatsizliğine aldırış etmeden, ağır ve ölçülü adımlarla ofise doğru ilerledi; topuklarının sert zemine vurduğu her ses, koridorun sessizliğinde yankılanıyor, havadaki titreşimi neredeyse elle tutulur hâle getiriyordu. Her adımıyla mekânı kendi ritmine göre şekillendiriyor, varlığı odadaki enerjiyi sessiz ama kesin bir şekilde değiştiren bir aksan gibi hissediliyordu.
Ofisin içinde Sarp, özel odasında kağıtlara gömülmüş, göz altları morarmış, yorgun ve tükenmiş bir hâlde oturuyordu. Kafasını kaldırmadan ekrana bakıyor, parmakları kağıtlar arasında yavaşça gezinirken, zamanın ve mesainin ağırlığı her hareketine sinmiş gibiydi. Kadın kapıya yaklaşırken, duraksamadan hafifçe tıklattı; tıklatma sesi, Sarp’ın dikkati dağılmış zihninde kısa bir titreme yarattı.
“Gir,” dedi Sarp, sesi yorgun, kesik kesik, sanki her kelimeyi zor çıkarıyormuş gibi.
Kadın kapıdan içeriye adımını attı; duruşu hâlâ sakin, emin ve kontrollüydü. Adımlarının ritmi, odadaki sessizliği parçalıyor, Sarp’ın yorgunluğunu bir anda daha belirgin kılıyordu. Sarp kağıtlara gömülmüş, ekranın mavi ışığı yüzüne vururken, yorgun ama tetikte bir sesle mırıldandı:
“Noldu… ne anlatacan?”
Havada kısa bir duraksama vardı; kadının bakışları odadaki her detayı süzüyor, Sarp’ın yorgunluğu ise sessiz bir direniş gibi odanın köşelerinde duruyordu. Sessizlik, ikisi arasındaki gerilimi daha da yoğunlaştırıyor, kelimeler henüz söylenmeden psikolojik bir oyun başlamış gibiydi.
Kadın, zarif duruşunu bozmadan Sarp’a bakarken, dudaklarının kenarında neredeyse fark edilmeyecek kadar hafif bir tebessüm belirdi. Sesindeki sakin ton, odadaki sessizliği kırıyor, ama bir yandan da mesafe ve hakimiyet hissi veriyordu. “Uzun zamandır sizi bu kadar yorgun görmemiştim, komiserim,” dedi. Söyledikleri hem bir gözlem hem de ince bir yorum gibiydi; sıradan bir cümle değildi, arkasında sessiz bir merak ve hafif bir takdir saklıydı.
Sarp, aniden başını kaldırdı; gözleri kadının bakışlarıyla karşılaştı. Gözlerinde kısa bir şaşkınlık ve yorgunluk, adeta birleşerek titrek bir sesin çıkmasına neden oldu: “D-Derya…”
O an odadaki hava değişmişti. Kadın, gözleriyle Sarp’ı süzerken, bir yandan da karşısındakini çözmeye çalışan dikkatli bir analist gibi duruyordu. Sessizliği, içerdiği hem merak hem de hafif bir onayla ağırlaşmıştı. Sarp, derin bir nefes aldı, omuzlarını toparladı ve resmi tavrını yeniden kazanmaya çalıştı. “Hoş geldiniz, Derya Hanım. Sizi burada beklemiyordum. Buyurun, gelin, oturun,” dedi; sesi artık biraz daha sağlam, ama hâlâ yorgunluğun izlerini taşıyordu.
Derya, sessiz ve kontrollü adımlarla sandalyeye oturdu. Hareketleri zarif ve ölçülüydü; oturuşu bile güçlü bir duruş sergiliyordu. Odanın sessizliği, kadının nefes alışındaki ritimle hafifçe dalgalandı. Sarp, zarif bir nezaketle, yorgun ama samimi bir ses tonuyla sordu: “Bir şey içmek ister misiniz?”
Derya başını hafifçe salladı, dudakları kıpırdamadı; sesi soğuk, kontrollü ve netti: “Bu saate ne yerim ne içerim.”
Sarp, hafifçe omuz silkti; sesindeki yorgunluk ve kabullenmişlik karışımıyla cevap verdi: “Pekala… siz bilirsiniz.”
Bir anlık sessizlik, odanın içine ağır bir örtü gibi çöktü. Bilgisayar ekranlarının mavi ışığı, kağıtlara gömülmüş Sarp’ın yüzündeki yorgunluğu hafifçe aydınlatıyordu; gözlerinin altındaki morluklar ve hafif düşüklük, uzun mesainin yükünü saklamaya yetmiyordu.
Sarp, derin bir nefes alarak tekrar sordu, sesi hâlâ yorgun ama daha sabırlıydı: “Peki… ne için geldiniz?”
Derya, sandalyesinde zarif bir duruşla otururken, odadaki tüm ayrıntıları hızlı bir şekilde taradı. Raflardaki dosyalar, masa üzerindeki kahve fincanı lekesi, duvarda asılı eski polis rozetleri… Her detay, onun hesaplı bakışında bir bilgi kırıntısı haline geliyordu. Soğukkanlı, kontrollü ve ölçülü bir tonla konuştu: “Bir dava var. 21 yıl sonra ortaya çıkan yeni bir seri katil… Sizi bu mesaiyi bırakmaya iten dava. İlginç buldum. Birkaç detayı konuşmak ve ofisi gezmek istiyorum. Uygun görür müsünüz?”
Sarp, hafifçe başını eğdi; saygısı ve hafif yorgunluğu bir araya gelmişti. “Tabii… Derya Hanım. Karakolumuzun en büyük destekçisi için bu gayet makul bir talep. Peki, ne öğrenmek istiyorsunuz?”
Derya, masanın kenarına doğru eğildi, gözleri bilgisayar ekranında duran ceset fotoğraflarında takılı kaldı. Her kare, onun için bir veri noktasıydı; yüzünde tek bir ifade vardı: soğuk, hesaplı ve merak dolu. Sesinde herhangi bir heyecan yoktu, ama kelimeleri kadar keskin bir merak gizliydi. “Katilin stili… yöntemleri… bıraktığı izler… Her ayrıntı ilgimi çekiyor,” dedi.
Sarp, bu soğukkanlı ve detaycı ilgiyi görünce kısa bir an duraksadı. Gözleri Derya’nın bakışlarını ölçüyor, bu talebin arkasındaki gücü ve kararlılığı anlamaya çalışıyordu. Odadaki sessizlik, iki zihin arasındaki ölçülü bir oyunun ilk hamlesi gibi gerilmişti; konuşulmayan sözler, bakışların içinde akıyor, hava adeta titreşiyordu.
Derya, tek kelimeyle odadaki havayı kontrol ediyor, sessiz ama etkili bir güç uyguluyordu. Sarp, hafifçe öne eğildi, dosyaları kapatmadan ve bakışlarını ekrandan ayırmadan cevap verdi: “O zaman başlayalım…
Sarp, dosyaların arasından başını kaldırdı. Gözleri, uykusuzluktan kızarmıştı ama bakışları hâlâ dimdikti. Derya’nın gözleriyle çarpışırken sesinde soğuk bir ton vardı; fakat kelimelerin ardında gizlenmiş, derinlerde kaynayan bir huzursuzluk hissediliyordu:
“Şu an için katilin kendine ait bir lakabı yok. Üç cinayet işledi. Ama yöntemleri… sıradan bir sapığın işi değil.”
Derin bir nefes aldı. Masanın üzerinde yayılmış fotoğraflara baktı; parmağı dosyanın kenarına dokunuyor, sinirsel bir tik gibi ritmik aralıklarla titreyerek vuruyordu. O ses, odadaki sessizlikte sanki boğuk bir kalp atışı gibi yankılanıyordu.
“Kurbanlarını öldürmeden önce kamera açıyor. Bazen onları konuşturuyor, günahlarını itiraf ettiriyor. Bazen de tek kelime etmeden, gözlerinin önünde yaşamlarını söndürüyor. Silah kullanıyor… Balistik raporlarına göre iki cesette aynı tabancaya ait mermiler bulundu. Ama bir başka kurban… onu bıçakla paramparça etmiş. Göğüs kafesini açmış, organlarını dışarı çıkarmış. Orada yalnızca bir ölüm değil… bilinçli bir mesaj var. Sanki cesetler onun imzası.”
Sarp’ın sesi boğazında bir an düğümlendi, kelimeler zorlanarak çıktı. Yutkundu, titreyen parmaklarıyla dosyanın içinden bir fotoğraf çekip Derya’nın önüne itti.
“Hikmet Oral…” dedi, nefesi ağır ve kesik kesikti. “Mafya babası. Olay yerinde bir kaset bulundu. Kaydı izlediğimizde… alnına susturuculu tabancayla tek kurşun sıkıyor. Yere yığılıyor. Kamera orada kapanıyor. Ama asıl… asıl olay, kamera kapandıktan sonra yaşanıyor.”
Sarp’ın gözleri bir anlık boşluğa kaydı; sanki gördüklerini tekrar görüyormuş gibi.
“Adli tıpa göre… cesedin üzerinde izler var. Katil, silahı bıraktıktan sonra şömine demirini eline almış. Ve… vurmuş. Defalarca. İlk darbe kafatasını çatlatmış. İkinci darbe, kanı fışkırtıp duvarlara sıçratmış. Sonraki darbelerle birlikte kemikler kırılmış, beyin dokusu masaya yapışmış. Her vuruşta yüz biraz daha yok olmuş. Çene kemiği parçalanmış, göz çukurları çökmüş. O kadar şiddetle vurmuş ki… kafatası ezildikçe et, kemik ve kan birbirine karışıp yapışkan bir çamura dönüşmüş.”
Sarp parmaklarıyla dosyanın köşesine vuruyordu; tak, tak, tak… sesi odada yankılandı.
“Yüz diye bir şey kalmamış. İnsan sureti silinmiş. Geriye kalan sadece… tanınmaz halde, hamur gibi ezilmiş bir kafa. Beyin, kemik ve et… birbirinden ayırt edilemeyen bir kitle. Sakız gibi yapışmış, duvarların ve fayansların üzerine bulaşmış. İnsanlıktan geriye… sadece bir yığın kalıntı.”
Sarp sustu, derin bir nefes aldı. Göz kapakları ağır bir şekilde düştü, sanki anlattığı her kelime zihninde tekrar canlanıyordu. Odanın havası daha da ağırlaştı; bir süre yalnızca bilgisayarın uğultusu ve floresanların kesik kesik titreyişi duyuluyordu. Sonra fotoğrafı eliyle geri itti, yeni bir dosyayı çekip Derya’nın önüne koydu.
“Sevil Güneş…” dedi kısık, boğuk bir sesle. “Sinema sektöründen. Tanıyorsunuz... Yüzünü, sesini… herkes tanır. Ama biz onun son hâlini gördük.”
Sarp’ın sesi titrekleşti.
“Onu da silahla öldürmüş, evet… ama öncesinde, yüzüne tek bir yumruk atmış. O yumruk… sıradan bir darbe değil. Çene kemiği kırılmış, dişleri darmadağın olmuş, ağzı kanla dolmuş. Dudakları parçalanmış, yanak kemiği çatlamış. O kadar sert vurmuş ki… suratının yarısı şişip mosmor kesilmiş. Ve o an… kayıtta.”
Sarp masanın üzerinde duran eski model bir kaseti parmağıyla işaret etti.
“Dijital değil… hafıza kartlı, eski tip bir video kamera kullanmış. Görüntü karanlık, titrek… bir televizyonun çekmeyen kanalı gibi uğultulu. Işık loş, gölgeler bilerek oynanmış gibi. Kamera odanın bir köşesine sabitlenmiş. Görüntü bilinçli olarak bulanık bırakılmış; Sevil’in yüzü seçiliyor ama detaylar sürekli dalgalanıyor, sanki bir kabusun içindeymişsin gibi.”
Sarp’ın gözleri karardı.
“Ve o videoda… Sevil suçlarını itiraf ediyor. Ses titriyor, kelimeler arada boğuluyor. Dudaklarının arasından kan süzülürken, gıcırdayan dişlerinin kırık parçaları kameranın önüne düşüyor. Arkada katilin nefesi duyuluyor… kısa, sakin, kontrol altında. Sanki Sevil’in her kelimesini, her gözyaşını, her kan damlasını keyifle izliyormuş gibi.”
Sarp sustu. Kelimeler boğazında taş gibi birikti, nefesi göğsünde ağırlaştı. Sessizlik, odanın içine çökmüş bir ceset kokusu gibi ağırdı. Duvarların bile üzerine eğilip dinlediğini hissetti.
Elini titreyerek uzattı, masadaki diğer fotoğrafı çevirdi. O an kalbi, kaburgalarının içinden sökülüyormuş gibi şiddetle çarptı. Midesi aniden kasıldı, ağzına ekşi bir sıvı yürüdü. Burnunun direği öyle bir sızladı ki gözlerinden yaş geldi. Kaçmak istedi, gözlerini kapamak… ama başaramadı. Gözleri fotoğrafın karanlığına zincirlenmişti.
Sesi ince bir fısıltı gibi çıktı:
“Ve Burak… Sevil’in sevgilisi…”
Parmakları fotoğrafın kenarında kasılıp kaldı. Dudakları titreyerek aralandı. “Bu katil… insan değil. İnsan olamaz. Bir insan ağlar, utanır, pişman olur… ama bu, gözyaşı yerine kan kusmuş. Bu cesede bakmak… beni kendi mesleğimden, kendi inancıma kadar sorgulatıyor. Sanki karşımda bir cinayetin değil… başka bir varlığın işareti var.”
Derin bir nefes aldı, ama nefesi içeri değil, boğazında sıkışıp kaldı. Sesindeki titreme giderek büyüdü.
“Onun cesedi…” dedi kısık, boğuk bir sesle. “Bunu tarif edecek kelime yok. Katil, onunla oynarken acıyı bir sanat gibi işlemiş. Vücudu… bıçak darbeleriyle lime lime. Deri yırtılmış, kaslar kat kat açılmış. Bunlar öfkenin darbeleri değil, iştahın darbeleri… zevk için açılmış yarıklar. Organları yatağa taşmış, kan her yeri sıvamış. Duvarlar bile nefes alıyor gibi… sanki kanın buharı odanın ciğerlerine dolmuş.”
Sarp’ın eli titriyordu, fotoğrafı bırakacak gibi oldu ama bırakamadı.
“Göğüs kafesi… çekiçle ezilmiş. Kemikler birbirine karışmış, kaburgalar ters dönmüş, sanki içeriden biri çıkmaya çalışmış gibi. Kalbi… kalbi yok. Paramparça. Çekip almış, parçalara ayırmış. Bağırsaklarını ise… öylesine çıkarmamış. Koparmış, didiklemiş. Sanki hayvanın sakatatını elleriyle yolmuş. İnce ince parçalamış, şerit şerit kıymış. Yatakta kan değil… kıyma gibi et var. Bir insan değil, bir et yığını… bir işkence tablosu.”
Birden fotoğrafın kenarında kahverengiye dönmüş kan lekesini gördü. Boğazındaki düğüm öyle sıkıştı ki nefesi kesildi.
Başını eğdi. Dudakları titreyerek son sözleri fısıldadı:
“Bu… cinayet değil. Bu, karanlığın kendisi. Bu… ölümün ötesi.”
Sarp gözlerini kapadı, alnını elleriyle sıktı. Parmaklarının arasında ter birikti; derin çizgilerle dolu yüzü sanki birkaç dakika içinde onlarca yıl yaşlanmış gibiydi. Çenesi titriyordu, nefesi düzensizdi. Göğsünde bir basınç, boğazında düğümlenen kelimeler vardı. Kendini toparlamak için birkaç kez yutkundu ama faydasızdı. İçinde biriken korku, kelimelere sığmıyordu.
Bir süre odada ölüm sessizliği hüküm sürdü. Sadece bilgisayarın fanı hafifçe uğulduyor, ama o uğultu bile kulaklarında işkence gibi yankılanıyordu. Sonunda başını kaldırdı, gözleri kızarmış, sesi boğuk ama tuhaf bir kararlılıkla Derya’ya döndü:
“Bu adamın amacı hâlâ tam olarak belli değil…” dedi titrek bir nefesle. “Ama kamera yöntemi… bariz. Görülmek istiyor. Medyaya sızmak istiyor. Bütün bunları… izlenmek için yapıyor. Bir performans gibi…”
Dudaklarını ısırdı, gözleri boşluğa kaydı. Sesinin tonu kararıp çatallaştı:
“Ama bir şey açık: bunlar sadece cinayet değil. Bu… öfkenin, nefretin, karanlığın ayini. Her darbe, her kurban… sanki kendi lanetini kurbanın bedenine işliyor. Eğer durdurmazsak… daha çok beden parçalanacak. Daha çok yüz… silinecek.”
Odanın havası ağırlaştı. Nefes almak güçleşti; sanki oksijen tükeniyor, görünmez bir el boğazlarını sıkıyordu. Bilgisayar ekranında donmuş kare gözlerinin içine kazındı: kan sıçramış duvar, titrek bir ışığın aydınlattığı gölgelerin arasında bulanık bir silüet. O kare, ölümün bir resmi değil… bizzat ölümün kendisiydi.
Sarp’ın gözleri ekrana kaydı ama zihni Derya’ya dönüktü. Kadının yüzünü inceliyordu; orada merak mı, tiksinti mi, yoksa… daha karanlık bir şey mi vardı?
Derya, fotoğrafı soğukkanlı bir şekilde inceledi. Dudakları kıpırdamadı, ama gözlerinde anlık bir parıltı yakalandı: bir gölge gibi gelip geçen bir hayranlık. Bu kadar vahşeti duyduktan sonra bile korkmamıştı; tam tersine, bir yerinde gizlenmiş bir ilgi vardı. O an, Sarp’ın midesi bir kez daha bulandı. Derya’nın ifadesi, insanın yüreğini buz kesen türdendi.
Sarp ellerini saçlarına götürdü, parmakları köklerine gömüldü. Gözlerini kapattığında sahneler yeniden canlandı; organlar, kan havuzları, çekiç darbeleri. Zihni, karanlık bir ekrana dönüşmüştü; her karede yeni bir çığlık, yeni bir ölüm yankılanıyordu.
“Ben…” diye fısıldadı, sesini zor çıkararak. “Ben artık bununla baş edememekten korkuyorum. Onun karanlığı… içime sızıyor. Her dosyada, her fotoğrafta biraz daha içime işliyor. Belki de… belki de bu yüzden bu adamı anlayamıyorum. Çünkü ben de o boşluğun kenarındayım.”
Derya’nın dudakları hafifçe kıvrıldı, neredeyse belirsiz bir gülümseme. Sarp’ın çöküşünü izlerken gözleri merhamet değil, başka bir şey söylüyordu: sanki içinde gizlediği, ama bu vahşetle beslenen bir hayranlık, bir yakınlık.
O an karakolda iki farklı karanlık vardı: biri işlenen vahşetin sahibi ahmet, diğeri ise sessizce Derya’nın gözlerinde kıvılcımlanan ateş.
Ve Sarp, ilk kez karanlığı ayırt edemedi.
Derya, gözlerini Sarp’a dikmişti. Yüzünde sakin ve güven veren bir maske vardı; ama içinden yükselen karanlık nefret, o maskenin ardında gizlenmiş bir zehir gibi kaynıyordu. Yine de sesini öyle bir ayarlamıştı ki, en küçük bir çatlak bile yoktu. Yumuşak, güven dolu, hatta samimiyet hissi veren bir tonda konuştu:
“Size güveniyorum komiserim… Artık eski günlerdeki gibi değil. Teknoloji gelişti. Kamera kayıtları, balistik raporları, DNA testleri… Hiçbir şey karanlıkta kalmaz artık.”
Sarp başını kaldırdı. Kızarmış gözleri, loş ışıkta daha da derin görünüyordu. Yorgun, kırılmış, ama hâlâ dimdikti. O bakış, Derya’nın yüzüne saplanıp kaldı; içinde şükranla beraber tarifsiz bir yorgunluk da vardı. Gözlerinin altındaki morluklar, dudaklarının kenarındaki çizgiler… hepsi yılların yükünü anlatıyordu. Dudaklarından boğuk, ağır bir teşekkür döküldü:
“Teşekkür ederim, Derya Hanım.”
Bir an odada sessizlik oldu. Sessizlik, kelimelerden daha güçlüydü. Bilgisayar ekranının mavi ışığı, iki yüzü de sert hatlarla aydınlatıyor, floresanın bozuk titreyişi sanki kalplerinin ritmine eşlik ediyordu.
Derya gözlerini Sarp’tan ayırmadan hafifçe başını yana eğdi, dudaklarında neredeyse görünmez bir tebessüm belirdi. Sonra, sakin ama içinde kıpırdayan bir merakla sordu:
“Eee… peki, ofisi gezebilir miyim?”
Sarp gözlerini ovuşturdu, alnına inen ter damlasını silmeye bile uğraşmadan derin bir nefes aldı. Sesinde hem yorgunluğun hem de çaresiz bir kabullenişin izi vardı:
“İstediğiniz gibi yapabilirsiniz, Derya Hanım.”
Sarp’ın ses tonu, öyle sıradan bir izin gibi çıkmıştı ki, Derya’nın dudaklarının kenarında kısa süreli bir memnuniyet kıvılcımı dolaştı. Sandalyeden kalktı; hareketi zarifti ama ayak sesleri odanın gerginliğini kesen ağır bir ritim gibiydi. Topuklarının sesi, sanki odaya gizli bir hüküm dağıtıyordu.
Kapıya doğru yürürken Sarp, onun sırtına baktı. Derya’nın uzun saçları, her adımda hafifçe savruluyor, ince omuzlarının hatlarını daha da belirginleştiriyordu. Loş ışık, onun beyaz tenine soğuk bir solgunluk katmıştı.
Kapının önüne geldiğinde elini uzattı. Metal kapı kolu, buz gibi soğuktu; o an tenine saplanan bu soğukluk, tüm vücuduna yayılan ince bir ürperti gönderdi. Derya’nın dudaklarının kenarı belli belirsiz kıvrıldı, ama gözleri değişmedi: soğuk, keskin ve sakladığı bir sırrın parıltısıyla doluydu.
Parmakları kapı kolunu sıktığında tüyleri diken diken oldu. Kapıyı ağır bir şekilde açtı; menteşelerin çıkardığı hafif gıcırtı, odadaki sessizliği kesen bir çığlık gibiydi. ofisin aydınlık ve geniş görüntüsü, kapı aralandığında içeri sızdı.
Derya, arkasına dönmeden, kapının eşiğinde bir an durdu. Derin bir nefes aldı; nefesinin sesi bile odadaki gerginliğe ince bir bıçak gibi saplandı. Sonra hiçbir şey söylemeden kapıdan çıktı. Kapı, arkasından ağır bir şekilde kapandı; metalin çarpması, odada yankılanıp uzun süre dağılmayan bir uğultu bıraktı.
Sarp yalnız kaldı. Ellerini yüzüne götürdü, parmaklarının arasından süzülen ter damlalarını hissetti. Gözlerini kapattı; odanın ağır havası, sanki Derya’nın bakışlarından kalan bir gölge gibi içinde dolaşıyordu.
Derya, Sarp’ın özel ofisinden çıkıp cinayet masası ofisinin içine doğru ilerledi. Topuklu ayakkabılarının sert tıkırtısı, sessizliğin içinde yankılanıyordu; tıklamalar sanki ofisin sessizliğini delip geçen birer uyarı niteliğindeydi. Ayakları, halının ince dokusunu bastığında hafif bir sürtünme sesi çıkardı; bu küçük detay, Cem’in dikkatini çekti. Başını kaldırıp arkasına baktığında bir an irkildi, nefesi bir anlığına durdu. Kalbindeki heyecan ve merak birbirine karışmıştı. Derya’nın silüeti, ofisin ortasına doğru ilerlerken ışığın altında neredeyse bir hayalet gibi beliriyor, çevresindeki gölgeleri kendi karanlığıyla oynatıyordu.
Cem, ayağa kalktı ve adımlarını Derya’ya doğru attı. Duruşu kendinden emin ama hafifçe gergindi; elini uzattı, sesi hafifçe titriyordu ama kararlıydı:
“Hoş geldiniz, Derya Hanım.”
Derya başını eğmeden Cem’in elini sıkıca tuttu. Bu küçük temas, odadaki sessizliği bir anda doldurdu. Diğer polisler, Derya’nın sesini duyunca başlarını kaldırdılar; gözlerindeki merak ve samimiyet, saygıdan çok doğal bir ilgiyle birleşmişti. Hepsi, yavaşça ve kendi iradeleriyle Derya’ya doğru yürüdü; yüzlerinde gergin ama aynı zamanda sıcak bir ifade vardı. Derya, tek tek polislerin yanına gidip göz göze selamlaştı; bazıları hafifçe başını eğdi, bazıları ise sessiz bir gülümseme ile karşılık verdi.
Masasına döndüklerinde neredeyse herkes işine geri döndü; fakat Cem, Derya’nın yanında kaldı. Hafifçe öne eğildi, gözleri kararlı ama içten bir ifade ile Derya’ya bakıyordu:
“Derya Hanım… sanırım neden geldiğinizi biliyorum.”
Derya, hiçbir titreme göstermeden sakin bir sesle yanıtladı:
“Seri katil… kamera ile kaydeden, psikopat. Sevil Güneş’i öldürdüğü için geldim. Kardeşim gibiydi.”
Sözcükler soğuk ve ölçülüydü; yüzü üzgün bir ifade taşısa da, gözlerinin derinliklerinde Sevil’in ölümü karşısında bastırılmış bir memnuniyet vardı. Cem, bir an tereddüt etti ama samimi bir tonda konuştu:
“Davayı anlatmamı ister misiniz?”
Derya, hafifçe başını salladı, gözleri Cem’in yüzüne takıldı:
“Detayları Sarp Komiser’den aldım ama yine de sağ ol… Ben sadece yeni bir şeyler var mı diye geldim. Bulabildiniz mi?”
Cem’in yüzü kısa bir süre düştü; içinde bir burukluk vardı, ama bunu belli etmedi. Derin bir nefes aldı, soğukkanlılığını koruyarak yanıtladı:
“Maalesef, Derya Hanım… adam hiçbir şey bırakmamış. Arkasında sadece bir kamera ve et yığınları kaldı.”
Derya, kısa bir süre sustu. Gözlerini odanın içinde dolaştırdı; sonra Cem’e hafifçe bakarak mırıldandı:
“Yine de teşekkür ederim…”
Cem, içindeki yorgunluğu belli etmeden, hafifçe başını eğdi ve yanıtladı:
“Rica ederim, Derya Hanım.”
Ardından yavaş adımlarla masasına döndü. Sandalyeye otururken, elleri hala hafifçe titriyordu; ekranda şüphelilerin kamera kayıtlarını ve davayla ilgili detayları izlemeye devam etti. Bilgisayarın mavi ışığı, Cem’in yüzünü keskin gölgelerle bölerken, odanın atmosferini daha da gergin ve boğucu hâle getiriyordu.
Derya ise ofisin ortasında duruyordu. Başını hafifçe yana çevirdi; köşedeki masada sessizce oturan Ahmet’i fark etti. Ahmet’in duruşu kayıtsız ve hareketsiz görünüyordu, ama içinde fırtınalar kopuyordu. Dışarıdan bakıldığında, bir düşünce içinde gibi, hiçbir şey düşünmüyormuş gibi görünüyordu; aslında korkuyor, istiyor, acı çekiyor, ama bunu asla göstermiyordu. Her nefesinde biraz daha derin bir karanlık salınıyordu odanın üzerine; sanki Ahmet’in içindeki sapkın ve bastırılmış dürtüler, Derya’yı fark etmesin diye gölgelerle saklanıyordu.
Derya’nın gözleri Ahmet’e takıldı; hafifçe kaşlarını çattı ama yüz ifadesi hâlâ mükemmeldi, bozulmamıştı. O an bir sessizlik çöktü aralarına. Sanki hava bile nefes almak istemiyor, zaman yavaşlamış gibi duruyordu. Derya, Ahmet’e yaklaşmadan, göz ucuyla odanın detaylarını süzdü; masalarda duran dosyalar, bilgisayar ekranları, ekranlarda duran kırmızı lekeler, boş kahve fincanları… Hepsi bir karanlık tablonun parçaları gibi birleşiyordu.
Ahmet’in gözleri, Derya’yı fark etmesine rağmen titremiyor, duygusuz görünüyordu. Ama içindeki karanlık, nefes alırken bile hafifçe yayılan bir tehdit gibi oradaydı. Derya, hafifçe gülümsedi; o gülümseme, sanki karanlıkla flört eden, gizli bir merakı yansıtan, insanın içini ürperten bir ifade taşıyordu.
Derya’nın duruşu hâlâ güvenli ve sakin görünüyordu, ama içindeki gerçek duygu – Sevil’in ölümü karşısındaki karanlık tatmin – gözlerinden kaçmıyordu. Ahmet’in sessizliği ile Derya’nın sakin ama ölümcül varlığı, odada görünmez bir enerji yaratıyordu. Sessizliğin ağırlığı, her nefeste biraz daha bastırıcı hâle geliyordu; sanki ofisin duvarları bile onların arasında sıkışmıştı ve zaman orada duruyordu.
Derya, Ahmet’in masasına doğru ağır adımlarla ilerledi. Topuklu ayakkabılarının sert tıkırtısı, odadaki sessizliği yırtarcasına yankılanıyor, her tıklama Ahmet’in içindeki fırtınayı daha da şiddetlendiriyordu. Ahmet, Derya’yı tanıyordu; onu gördüğünde kalbi istemsizce hızlandı ama yüzü hâlâ donuk, gözleri mavi bir boşluğa saplanmıştı. Bu kadın onun için sadece birisi değildi; soğuk bir kabus, bastırılmış öfkenin ve nefretin somutlaşmış hâliydi.
Ellerini masanın üzerinde dümdüz bırakmıştı; klavyeye, dosyalara, hatta soğumuş çay bardağına dokunacak enerjisi yoktu. Kulakları Derya’nın yere bastığında çıkan tıkırtıları algılıyor, ama bu sesler zihninde çelik bir duvar gibi geri dönüyordu; onu etkilemesine izin vermiyordu. Derya’nın yaklaşmasını istemiyor, varlığını yok saymaya çalışıyordu. Fakat her adım, her titreşen topuk sesi, içindeki bastırılmış öfkeyi ve gizli merakı tetikliyordu.
Derya ise sessizliğin içinden, kendinden emin bir flörtözlükle ilerliyordu. Adımlarını bilinçli olarak yavaşlatıyor, odadaki gölgelerle oynuyor, masaların arasından süzülen silüeti sanki görünmez iplerle Ahmet’in üzerine sarılıyordu. Gözleri Ahmet’in gözlerindeki boşluğuna takıldı; yüzünde sadece merak ve ölçülü bir alay vardı. Sanki, onun ruhundaki çatlağı arıyordu ve her çatlak, ona daha fazla keyif veriyordu.
Ahmet’in bakışları hâlâ boşluğa saplanmış, ama içindeki karanlık titremeye başlamıştı. Bir yandan Derya’ya karşı duyduğu nefret, diğer yandan bastırılmış bir çekim duygusu birbirine karışıyordu. Bu kadına asla güvenmeyecek, ama gözlerini ondan alamayacaktı. Kalbi, sessiz bir çığlık gibi göğsünde patlıyor, nefesi hafifçe düzensizleşiyordu. İçindeki psikopat dürtüler, fark etmeden parmak uçlarına, ellerine, hafifçe titreyen bacaklarına sızıyordu.
Derya, Ahmet’in omzuna hafifçe dokundu; dokunuşu öylesine samimi ve flörtözdü ki, masum gibi görünen bu temasın altında, zekice planlanmış bir merak ve ince bir manipülasyon vardı. Yüzünde hafifçe kıvrılmış, karanlık ama şüphe uyandırmayan bir gülümseme vardı; sanki hem davet ediyor hem de tehdit ediyordu. Sessizliğin içinde, sesi yumuşak ve melodik bir tonla çıktı:
“İyi akşamlar… Dava hakkındaki görüşünüz nedir acaba? Eee…”
Derya bir an duraksadı; çünkü Ahmet’in ismini bilmiyordu. Bu küçük hata, onun için tehlikeli bir boşluk gibi görünüyordu, ama yüzünde bir kaygı izi yoktu. Gözleri hâlâ hafif oyunbaz, meraklı ve dikkatliydi; bir flörtözlük ile ölümcül bir merakı aynı anda taşır gibi.
Ahmet, Derya’yı fark etti; gözleri kadının yüzüne kaydı ama bakışları hâlâ donuk, boş ve soğuk kalmaya devam etti. İçinde fırtınalar kopuyordu: korku, öfke, istemli reddediş ve istemsiz bir çekim… Tüm bu çarpışan hisler, onu içten çökertiyor, her nefesini biraz daha gergin hale getiriyordu. Derya ise bunu fark edemiyordu; onun için Ahmet hâlâ görünmez bir gölge, dikkat çekmeyen bir varlıktı.
Derya, hafifçe yana eğildi; yüzünü Ahmet’in omzuna yaklaştırdı, nefesinin hafif sıcaklığı Ahmet’in tenine değdi. Bilgisayara bakıyor gibi görünüyordu ama her adımı, her hareketi kasıtlıydı. Ahmet, bu yakınlıktan rahatsızdı, tüyleri diken diken oldu ama bir yandan da istemsiz bir şekilde etkileniyordu. Neden bu kadın özellikle ona bu kadar yaklaşıyordu? Her bir bakış, her bir nefes, onun içinde bastırılmış duyguların kıvılcımını tutuşturuyordu.
Ahmet sonunda derin bir nefes aldı; ellerini masanın kenarına bastı ve kafasını kaldırdı. Yüzündeki bulanık, silik ifade yavaşça dağıldı; yerine sakin ama güçlü, kararlı bir duruş geçti. Sanki içindeki karanlık ve bastırılmış duygular, sadece bu kadının varlığıyla dizginlenmişti. Ahmet’in bakışları artık netti; yüzündeki değişim Derya’nın dikkatinden kaçmadı.
Derya’nın kalbi bir an hızla çarptı; sanki bir oyun başlatmıştı ve karşısındaki adam, onun oyununun farkına varmıştı. Ahmet’in yüzündeki ifade bir anda değişti; gözleri Derya’ya odaklandı ve güven verici, samimi bir gülümseme belirdi. Bu gülümseme anne şefkati kadar sıcak, tatlı ve içten görünüyordu; ama altında buz gibi keskin bir gerilim gizleniyordu. Herhangi bir yanlış adımda patlayabilecek bir potansiyel…
Derya bu değişimi fark etti; gözleri parladı, dudaklarının kenarında hafif bir kıvrım belirdi. İçten içe, Ahmet’in karanlık tarafını dizginleyebildiğini hissetmek, ona ayrı bir haz veriyordu. Flörtöz tavrı, merakı ve dikkatlice seçilmiş her hareketi, Ahmet’in psikolojisi üzerinde ince bir dans gibi etkisini gösteriyordu.
Ofisin sessizliği, ikisinin etrafında yoğunlaşmış bir gerilim alanına dönüştü; Derya’nın flörtöz merakı ile Ahmet’in bastırılmış psikopat iç dünyasının çatışması, odadaki gölgeleri bile titretir gibiydi. Her bakış, her nefes, sessiz bir savaşın parçasıydı; kelimeler olmadan, sadece varlıkları ve bakışlarıyla birbirlerini test ediyor, manipüle ediyor ve etkiliyorlardı.
Ve o an, hem Derya hem Ahmet, kendi karanlık yanlarını birbirine açmış, görünmez iplerle birbirlerine bağlı bir oyun başlatmış gibiydiler.
Ahmet derin bir nefes aldı, sessizliği bozmaya karar verdi; yüzünde güven veren, tatlı bir ifade vardı, ama gözlerinin kenarında kontrol altına alınmış bir öfke ve bastırılmış bir karanlık saklıydı. Her kelimesi, odadaki havayı daha da yoğunlaştırıyordu.
“Öncelikle hoş geldiniz, Derya Hanım,” dedi. Sesi yumuşaktı ama her kelimesi keskin bir titizlik taşıyordu. “Hakkında pek bir şey yok şu an için… Tek düşündüğüm, bu katilin… bir canavardan farksız olduğu.”
“Canavar…” kelime boğazında düğümlendi. Bir an için midesi bulandı; bu itiraf, kendi ağzından çıkan bir gerçeğin acı tadı gibiydi. Ahmet’in yüzündeki gölgeler bir anlık titredi; gözlerinde bastırılmış korku, öfke ve istemediği bir arzu çarpıştı.
Ama sonra derin bir nefes aldı, kendini topladı. Gözlerini Derya’dan ayırmadan, sakin ama derin bir tonla ekledi:
“İsmimi merak ettiyseniz… Adım Ahmet Duman. Cinayet masasında beş yıldır görev yapıyorum.”
Derya dondu kaldı. Bu ani değişim, o kontrollü gülümseme, bir anda yüzünde beliren sıcaklık ama içinde saklı keskinlik… Hepsi bir tuzak gibi, hem çekici hem de korkutucuydu. Gözleri Ahmet’in bakışlarını süzerken, içten içe bir oyunun içine çekildiğini hissetti; karşısındaki adamın psikolojisi, sessiz ama acımasız bir savaş alanıydı.
Derya’nın dudaklarında beliren ince bir gülümseme, hafifçe yana kaymış kaşları… Ahmet’in bastırılmış öfkesini ve kontrolünü hafifçe titretmişti; ama o, bunu belli etmeden, sadece derin bir nefesle karşılık verdi. Sessizlik, odada daha da yoğunlaştı; her ikisinin nefesi, her bakışı bir güç mücadelesine dönüşüyordu.
Her kelime bir tuzak, her bakış bir testti. Ahmet’in güven veren ama buz gibi keskin gülümsemesi, Derya’nın flörtöz, meraklı ve manipülatif tavırlarıyla çarpışıyor; ortaya hem çekici hem de ölümcül bir psikolojik savaş çıkıyordu.
Derya, bir süredir içinde tuttuğu gerilimi kontrol altında tutuyordu ama sabrı taşmak üzereydi. Sesi titremiyor, kelimeleri keskin ve net bir ritimde çıkıyordu:
“Yüz ifadeniz neden bir anda değişti?”
Ahmet, kaşlarını kısarak hafifçe gerildi. Bu kadınla daha fazla yakınlaşmak istemiyordu; ama sessizliğin yükünü bir an daha taşımak imkânsızdı. Nefesini derinleştirip sakin bir tonda yanıtladı:
“Efendim… Davanın ağırlığı beni yordu. Saatlerdir buradayız… belki de o yüzden.”
Derya kısa bir baş sallamasıyla yanıt verdi:
“Pekâlâ… teşekkür ederim.”
Bir anlık duraksama oldu; Derya, Ahmet’ten uzaklaşmanın zamanının geldiğini hissetti. Ona yaklaşmaya devam etmek, Ahmet’in sınırlarını zorlayacak, kendi iplerini de riske atacaktı. Ama aynı zamanda içindeki merak, onun karakterinin derinliklerini çözme arzusunu körüklüyordu.
“Benim gitmem lazım. Sana kolay gelsin,” dedi, sesi hâlâ soğukkanlı ama arkasında hafif bir şüphe bırakarak.
Ahmet başını hafifçe salladı, sessiz bir onayla:
“Teşekkür ederim, Derya Hanım.”
Derya, masadan uzaklaşırken adımları yavaş ve ölçülüydü; sanki her hareketi, odadaki havayı ve görünmez sınırları hissediyor, onların üzerindeki etkisini hesap ediyordu. Ofisin köşelerindeki ışıklar, onun siluetini keskinleştiriyor, Derya’nın sakin ve soğukkanlı tavrı ile Ahmet’in karanlık ama kırılgan duruşu arasında bir denge kuruyordu.
Ahmet, masasında hâlâ sessizdi. Gözleri Derya’nın arkasından ayrılmıyor, her hareketini, her nefes alışını izliyordu. İçinde yükselen karmaşa, korku ve merak birbirine karışıyor, bir yanda bastırılmış bir öfke diğer yanda çözülmemiş bir arzu oluşuyordu. Odanın sessizliği, bu iki zihnin birbirine kurduğu görünmez gerilimi daha da yoğunlaştırıyor, her an patlamaya hazır bir enerji yayıyordu.
Derya, kapıya yaklaşırken geriye dönüp kısa bir bakış attı; o bakış, bir soru, bir meydan okuma ve bir davet üçlüsünü birden taşıyordu. Ahmet, o anın ağırlığını hissetti, ama hiçbir tepki göstermeden, gözlerini hala Derya’dan ayırmadan masasında kaldı. Bu sessizlik, ikisinin arasında görünmez ama keskin bir bağ yaratmıştı; bir güç dengesi kurulmuş, oyunun kuralları sessizce belirlenmişti.
Aradan bir hafta geçti.
Bu süre içinde Derya ne karakola uğradı ne de davanın gidişatıyla ilgilendi. Sanki ortadan kaybolmuş gibiydi; yokluğu, Ahmet’in zihninde tuhaf bir boşluk bırakıyordu. Kadının sessizliği, Ahmet için bir rahatlama değil, bilinmez bir tehlikeydi. Onun dönüp dönmeyeceğini, döndüğünde neyle karşılaşacağını kestiremiyor, ama her ihtimali kendi içinde bir gölge gibi büyütüyordu.
Ahmet ise o hafta boyunca hiç kimseyi öldürmedi. Ellerini kana bulamadan geçen günler, kendi içinde garip bir dinginlik ve aynı anda ağır bir sıkışma yaratıyordu. Masum bir insan gibi görünüyordu; işine gidiyor, dosyaların arasında kayboluyor, sıradan bir polis gibi davranıyordu. Ama geceleri, zihninin derinliklerinde, o karanlık dürtü hâlâ kımıldıyordu.
Her gece yatağa uzandığında göz kapakları ağırlaşıyor, fakat uyku ona yaklaşmıyordu. Loş odanın köşelerinde belirsiz gölgeler kıpırdıyor, bazen ona doğru eğiliyor gibiydi. Kendi nefesini dinledikçe, içeriden gelen başka bir nefes varmış gibi hissediyordu. Zihninde, susturmaya çalıştığı sesler çınlıyordu:
“Bırak kendini… Tekrar yap. O huzuru hatırla…”
Sabaha kadar sağa sola dönüyor, alnından soğuk terler boşalıyordu. Bazen gözlerini kapadığında, kurbanlarının yüzleri sanki yastığının altından çıkıyormuş gibi beliriyordu. Çaresizce derin nefes alıyor, kendi kendine fısıldıyordu:
“Bir daha olmayacak… bir daha kimseyi öldürmeyeceğim.”
Ama aynı cümlenin sonunda, istemsizce dudaklarından şu ekleniyordu:
“…zorunda kalmadıkça.”
Ve işte tam da bu “zorunda kalmak”, Ahmet’in ruhunu diri tutan tek kıvılcımdı. Çünkü derinlerde, bir gün yeniden “zorunda” kalacağını çok iyi biliyordu.
Sıradan geçen haftanın ardından
Ahmet, karakoldan çıkıp eve dönerken her şey rutin gibi görünüyordu. Motoru susturup arabayı apartmanın önüne park ettiğinde derin bir nefes aldı. Ama gözleri karşı kaldırımdaki siyah jeepe takıldığında, kalbinin ritmi tekledi. Camların ardında iki adam oturuyordu: aynı kalıptan çıkmış gibi, koyu takım elbiseli, gözlüklü, kel kafaları sokak lambasının solgun ışığında parlıyordu. Sanki sadece onu izlemek için oradaydılar. Ahmet’in midesine buz gibi bir taş oturdu. Bakışlarını hızla kaçırdı, başını öne eğdi. Adımlarını ağırlaştırarak apartmana girdi.
Asansör, dar bir tabut gibi hissediliyordu. Metal yüzeylerdeki yansıması kendi yabancı siluetine dönmüştü: gözleri yorgun değil, tedirgin ve suçlu görünüyordu. Yumruk yaptığı ellerinde eklemler beyazlamıştı, ama titremeyi engelleyemiyordu. “Sakin ol…” diye fısıldadı, sesi kendi kulağına bile yabancıydı.
Koridora çıktığında ayak sesleri fazla yankılanıyordu, her adımda kalbi kaburgalarına çarpıyordu. Kapısına ulaştığında anahtarı kilide soktu. Klik. Fakat o tatmin edici kilit sesi yerine, kapı yavaşça aralandı.
Ahmet’in damarlarından çekilen kan yerini soğuk terlere bıraktı. Boğazında bir şey düğümlendi. Kapıyı ittiğinde evinin içine yayılan sessizlik ona yabancıydı; canlı değil, uğursuzdu.
Salon darmadağındı: halılar kaymış, kıyafetler yerlere saçılmış, çekmeceler zorla açılmıştı. Birileri buradaydı. Kalbi öyle hızlı çarpıyordu ki, sesini kulaklarının içinde duyuyordu. Yatak odasına koştu. Dolabın kapağını açtığında bacakları boşaldı. Çanta yoktu. Cinayetlerinde kullandığı çanta. Yanında kamerayla birlikte.
“Hassiktir…” diye mırıldandı, ama sesi boğazına sıkıştı. İki eliyle kafasını kavradı. O an odanın havası bile daralmış gibiydi. Kaçacak bir yer yoktu.
Titreyen adımlarla salona yürüdü. Ve orada, kabusunun en keskin hâlini gördü:
Sehpanın üstünde bütün sırları dizilmişti: silahları, ekipmanları, çantası… Hepsi düzenli, alaycı bir şekilde sergilenmişti. Sanki birisi, “Artık her şey açığa çıktı” der gibi gözünün içine sokmuştu.
Ve koltukta oturan bir figür.
O an Ahmet’in kalbi duracak gibi oldu. Kadın, bütün bu sessizliği sahiplenmiş gibiydi. Saçlarından hâlâ sıcak buhar yükseliyordu; evinde duş almıştı. Üzerinde Ahmet’in bornozu vardı. Onun en mahrem alanında, en gizli sırlarının ortasında, evin efendisi gibi oturuyordu.
Bacak bacak üstüne attığında, o hareket bile bir tehdit gibi geldi. Yüzündeki gülümseme sıcak değil, acımasızdı; bıçak gibi ince ve keskin. Gözleri Ahmet’in içini deşiyor, onu çırılçıplak bırakıyordu. O bakışlarda ölümün soğukluğu vardı, ama aynı zamanda karşı konulmaz bir cazibe de gizlenmişti.
Ahmet’in boğazı düğümlendi. Nefesi, ciğerlerine dolmadı. Konuşmayı denedi ama dudaklarından ses çıkmadı.
Kadının sesi, odanın bütün duvarlarını kaplayan karanlık bir yankı gibi yayıldı:
“Ben de seni bekliyordum… Komiserim.”
9. Bölüm Sonu
BÖLÜM NOTU
Son iki bölüm uzun ve sıkıcı oldu ama sonrasındaki olayların alt yapısı o yüzden kusura bakmayın
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı