2. Bölüm
Sabahın soğuk ve gri ışıkları, şehirde henüz tam uyanmamışken Ahmet olay yerinde işini bitirmişti. Sokakta hâlâ sabahın serinliği vardı; beton ve asfalt üstünde hafif bir nem, güneşin doğuşunu bekler gibiydi. Üzerindeki montunu düzeltti, cebinden sigarasını çıkardı ama yakmadı.
Memur genç ve deneyimsizdi. Elindeki dosyaya bakarak, sessiz adımlarla Ahmet’e yaklaştı.
“Komiserim, raporlar hazır sayılır. Ekipler delil topladı, fotoğraflar çekildi. Geri kalan işlemler için talimatınızı bekliyoruz.”
Ahmet başını salladı. “Tamam, güzel iş çıkardınız,” dedi sessizce. İçinden bir şeyler kıpırdıyordu ama yüzünde belli etmedi. “Ama şu cinayetten... kurtulmam lazım. Bulsalar... bitmişim,” diye düşündü.
Tam arabasının kapısını açacakken, arkasından bir ses geldi:
“Komiserim, durun!”
Ahmet dondu, yavaşça döndü. Karşısında genç bir polis memuru vardı, biraz heyecanlı ama ciddi.
“Ne oldu?” dedi Ahmet, sesi sakin ama altında ince bir gerginlik vardı.
Memur derin bir nefes aldı, dosyayı gösterdi.
“Komiserim, olay yerine yakın bir tekel bayi var. Oradaki çalışanla konuştum. Dün gece geç saatlerde 30’lu yaşlarında bir adam gelmiş, beş tane bira almış. Dediğine göre adam sinirliymiş.”
Ahmet’in gözleri büyüdü. İçine soğuk bir korku çöktü. “Ne?” diye bağırdı, sesi sert ve ani çıktı.
Memur, “Evet, komiserim. Ayrıca adamın yüzünü az da olsa hatırlıyormuş tekelci. Eğer isterseniz gidip kendiniz konuşabilirsiniz.”
Ahmet’in kalbi deli gibi atmaya başladı. İçinden, “Bu adam benim yüzümü hatırlıyor... Boku yedim,” diye geçirdi.
Bir an sustu, sonra kendini zorlayarak konuştu.
“Tamam... Ben karakola gitmeliyim şimdi. Sen de işini bitir, tamam mı?”
Memur başıyla onayladı. “Tamam, komiserim.”
Ahmet memurun yanından ayrıldı ve arabasına doğru yürüdü. Yürürken, yüzünde korkuyla boşluk arasında sıkışmış bir ifade vardı. Göz bebekleri titrer gibi dalgalanır, sanki gördüğü her şey bulanık bir camın ardından yansıyordu. Az önceki polisle geçen konuşma, kulaklarında yankı olurken bastığı her adım, beton zeminden kopmuş gibiydi.
Arabanın kapısını açtı, sürücü koltuğuna oturdu. Anahtarı kontağa taktığında eli bir anlık duraksadı. Motorun soğuk sesi çalıştı ama Ahmet'in içindeki uğultu daha da büyüdü.
Yola koyuldu. Camdan dışarı baktığında İstanbul’un sabah griliği henüz dağılmamıştı. Sokak lambalarının titrek parıltısı yerini loş gün ışığına bırakırken, Ahmet’in yüzü aydınlanmaz; gölgelenirdi.
Trafik ışıklarında durduğunda, gözleri kısa bir süre dikiz aynasında kendi yansımasına takıldı. Tanıyamaz gibi oldu. Bir yüzdür o; yaşadığı geceden artakalan, tanıdık ama yabancı bir yüz.
Dün gece...
O bayideki adamın gözleri geldi aklına. Baktı ona. Uzun baktı. Ellerini silerken küçük bir duraksama. Sıradan bir müşteriye bakar gibi değildi. Bir şey sezmiş gibi.
Ahmet’in elleri direksiyonun üstünde kasıldı. Parmak boğumları beyaza keserdi. "Hayır," dedi içinden, ama kelime bile tam çıkmaz zihninden. Sadece yankılanırdı.
Bayideki adam... Tanıyabilir mi ki beni?
Yüzü mü hatırlar mı acaba? Arabanın plakasını gördü mü?
Beni görünce bir şey söyler mi?
Yoksa... susar mı?
Bu şehir çok sesli bir yerdi. Ama tehlike, hep sessizlikten doğardı.
Kafasını camdan dışarı çevirdi. Karakol birkaç ışık ötede. Ama her metre, içindeki ağırlığı arttırıyordu.
Tinerciyi öldürdüğü için korkmuyordu Ahmet. Ne suçluluk, ne pişmanlık. Sadece... yakalanmaktan korkuyordu, insanların ona "onun oğlu" demesinden korkuyordu.
Sanki her şey şimdi başlayacakmış gibi hissetti bir an.
Ahmet karakola gelmişti.
Ahmet’in arabası karakol binasının önünde yavaşça durdu. Motor sustu. Ama içindeki uğultu... o susmuyordu.
Elini direksiyondan çekti, alnını kaşıdı. Derin bir nefes aldı. Sanki burnundan değil, içinden bir yangını söndürmeye çalışıyordu. Sonra kapıyı açtı.
Sabahın rüzgârı, keskin bir bıçak gibi yüzüne vurdu. Soğuk öyle sıradan değildi — deri altına işler, kemikleri ısırır cinstendi. Gömleğinin yakasını kaldırdı ama fayda etmedi. İçerideki huzursuzlukla dışarıdaki soğuk birbirine karıştı.
Binanın mermer basamaklarına ağır adımlarla çıktı. Ayakkabılarının topuk sesi karakolun betonuna yankı yaptı. Kapıyı itip içeri girdiğinde, karakol sabahına özgü o yorgun keşmekeş hemen karşılayıverdi onu:
Telefon çaldı bir yerlerden. Klavye tıkırtısı bir başka odadan duyuldu. Biri çay karıştırdı. Diğer taraftan bir memur küfreder gibi mırıldandı. Ahmet, bu karmaşada görünmeden geçmenin rahatlığını yaşadı. Ama o rahatlık, sadece dıştan. İçerisi çoktan infilak etmişti zaten.
Merdivenlerden çıkarken, göz ucuyla sağa sola baktı. Kimse ona dikkat etmiyordu. Belki de iyi bir şeydi bu. Belki de daha kötü. Kimin umurundaydı?
Üst kata çıktı. Ofisin kapısı açıktı.
İçeriden sert, net sesler geliyordu.
Bir tartışma değildi bu; daha çok bir çözüm arayışı.
Ahmet, kapının kenarına yaslandı. İçeri adım atmadan izledi.
Siyah tahta, odanın merkezindeydi.
Üzerinde kırmızıyla çizilmiş kelimeler:
“AĞIR CEZA HÂKİMİ CANER YILMAZ – 18:20 / 9MM / TEK ATIŞ”
Komiser Mert, elleri cebinde, gözlerini tahtadan ayırmıyordu. Kaşları çatık, alnında gece boyu silinmemiş bir çizgi vardı.
Buglem, kollarını göğsünde kavuşturmuş, duvara yaslanmıştı. Gözleri daralmış, çenesini hafif sağa yatırmıştı. Düşünürken hep böyle yapardı.
Cem, tahtanın önündeydi. Elinde bir kalem, rastgele ama bilinçli çizgiler atıyordu tahtaya. O an konuşuyordu:
> "Arkadaşlar, kurban ağır ceza hâkimi Caner Yılmaz. Kafasının arkasından 9 milimlik tek kurşunla vurulmuş. Anında düşmüş. Olay saati akşam 18:20. Cinayet evde işlenmiş. Eşi eve 2 saat sonra gelmiş. Eve geldiğinde cesedi koltuğun önünde bulmuş.”
Tam o sırada, ağır adımlarla bir gölge odaya girdi.
Başkomiser Sarp.
Üzerinde siyah bir mont, boynunda siyah ince atkı. Yüzünde tıraşsız bir sertlik, gözlerinde geçmişe gömülmüş tecrübelerin karanlığı.
Kapı eşiğinde durdu, gözlerini hepsine bir bir gezdirdi.
> “Evet çocuklar,” dedi. Sesi tok, ama dipten bir yorgunlukla çatlamıştı. “Anlatın olayı baştan bana.”
Cem, elindeki kalemi bırakıp tahtaya yöneldi.
Sanki öğrencilik günlerinden kalma bir titizlikle:
> “Tahminimiz, bu iş doğrudan mafya bağlantılı başkomiserim. Bilal Meşe... geçen ay organize şubenin baskınında uyuşturucudan yakalanmıştı. Hâkime rüşvet teklif ettikleri konuşuluyordu. Kadını da konuşturduk. Kocası parayı reddetmiş. Onlara göre mesele bu kadar basit... Parayı almazsan, kafanı alırlar.”
Sarp gözlerini kısmıştı.
Ceketinin düğmesini çözmeden arkasına yaslandı, sonra kafasını Mert’e çevirdi:
> “Delil?”
“Somut bir şey çıkar mı sizce?”
Mert, bir klasörü açarak öne çıktı.
Konuşurken gözlüklerini yukarı itti. Cümleleri netti:
> “Tek fiziksel delil, mermi kovanı. Balistiğe verdik. Ama silah kaçak gibi görünüyor. Seri numarası yok. Yani eşleşme zayıf.”
“Parmak izi yok, ayakkabı izi yok, kumaş parçası yok. Kamera desen, olaydan üç saat önce devre dışı. Elimizde görüntü de yok.”
Kısa bir sessizlik oldu.
Sarp alnını ovuşturdu.
Yüzünde “bunu yapan biri biliyor ne yaptığını” ifadesi vardı.
> “İyi, çok iyi çalışmışlar...” dedi alayla.
“Yani bize kalan tek şey, çevredeki kameraları taramak. Banka, market, kahve, apartman... ne bulursanız. Gidin, kapı kapı dolaşın.”
Birkaç adım attı, sonra döndü:
> “Bugün bir şey bulamazsak, bu cinayet buz gibi olur.”
Kapıdan çıkarken ayağının sesi yankılandı. Odanın havası bir anlığına hafifledi.
Buglem, arkasından sessizce homurdandı:
> “Yine başladık... boş dosya, boş talimat. Elimizde yok, yok, yok. Ama bulacağız. Neyi bulacağız?”
Cem, klasik Cem tonuyla araya girdi:
> “Boş ver be Buglem. Belki gerçekten bir şey çıkar. Kamera, komşu, ne bileyim... elimizdeki tek umut zaten ‘belki’.”
Ahmet, köşede durmuş tüm konuşmaları dinliyordu.
Ama hâlâ kapının kenarındaydı. Ne içeri tam girmişti ne dışarı çıkmıştı.
Gözlerini hepsinden çekti.
Sanki kalabalık bir rüyayı geride bırakır gibi yavaşça yürüdü masasının olduğu köşeye.
İçinden sessizce mırıldandı:
> “Herkes bu cinayete gömülmüşken... ben şu bayi işini sessiz sedasız temizlemeliyim.”
Masasına oturdu.
Bilgisayarı açtı. Ekran açılırken gözleri karakolun penceresinden dışarıya kaydı.
Bayideki adam geldi aklına.
O göz teması.
O kısa an.
Bir saniyelik ama yılları sorgulatan o bakış.
Sadece bir ‘acaba’ yetiyordu.
Eğer hatırladıysa... her şey biterdi.
Eğer hatırlamadıysa... şimdilik yaşıyordu.
Ama Ahmet’in yüzünde yine o donuk maske vardı.
Ne korku gösterirdi, ne huzur.
Sadece soğuk.
İçinden geçen her şey, gözlerine hiç yansımıyordu. Ve işine gömüldü.
Öğle vakti yemek arası gelmişti.
İçerisi loştu.
Ofisin floresan ışıkları titreyerek yanıyordu, sanki tavan bile Ahmet’e güvenmiyordu artık. Herkes yavaş yavaş yemek molasına çıkarken, Ahmet sandalyeye gömülmüş hâlde, gözlerini masasında duran eski bir dosyaya dikmişti.
Ama aklındaki dosya bu değildi.
Bayideki adam... Eğer beni tanırsa.
Ahmet başını kaldırdı. Çıkış kapısından ayrılan silüetlere baktı sessizce. Gidenler, kahkahalar atanlar... Onlara yabancıydı artık.
Bir yabancıya dönüşmüştü.
Işık gölgeleri kırıyordu.
Ofis soğuktu.
Kalbi hâlâ hızlı atıyordu.
Yavaşça kara tahtanın önüne yürüdü.
Titrek parmaklarını cebinden çıkardı, gözünü tahtadaki isimlere dikti.
— “Caner Yılmaz... ölmüş.” dedi kendi kendine fısıltıyla.
Sonra kalemi eline aldı. Tahtaya bastıra bastıra yazdı:
Şüpheli: Bilal Meşe
— “Unutma Ahmet... Bilal Meşe’yi unutma. İşine yarayabilir.”
Tam o sırada, arkasından bir ses yankılandı.
"Komiserim?"
Ahmet’in omuzları bir anda kalktı. Göz bebekleri büyüdü.
Kalbinde bir yumruk sıkıştı.
Yüz ifadesi dondu.
İçinden bir ses fısıldadı:
— “Kontrolü kaybetme.”
Yavaşça arkasını döndü, yüz kaslarını zorlayarak bir gülümseme takındı.
— “Efendim Selim?” dedi.
Genç polis, ceketini henüz iliklemişti. Biraz tedirgin ama görev bilinciyle konuştu:
— “Sabahki olay yerinden tekel bayideki adam geldi komiserim. Tinerci cinayetindeki şüpheli adamı görmüş olabileceğini söylüyordu ya. İfadesini almanız lazım.”
Ahmet’in bedeni o an yerle bir oldu.
İçinden bir çığlık yükseldi.
“Hayır. Hayır. Hayır!”
Göğsü daraldı. Gözleri bir an boşluğa baktı.
Ama sesi sakindi:
— “Ah... Tekel bayi... şey... Selim, benim annem... hastaydı. Eve gitmem lazım. Önemli bir şey. Şey... rahatsız, yani...”
Gözleri cama kaydı.
Gökyüzünde daireler çizen bir grup kuşu izledi.
“Kaç.”
“Uzaklaş.”
“Yaklaşıyorlar.”
Selim, anlayışla başını salladı.
— “Pekâlâ komiserim. Teyzeye selamlar, geçmiş olsun.”
Ahmet başını zorla salladı.
— “Sağ ol.”
---
Lavaboya girdi.
Aynadaki yansımasına baktı.
O gözler, artık bir komiserin gözleri değildi.
Bir yabancının, belki de bir canavarın.
Musluğu açtı.
Soğuk suyu yüzüne çarptı.
Ama su sadece tenine değil, ruhuna da değiyordu.
Kalp atışlarını duyuyordu.
Tıpkı bir tabanca gibi.
Her atış bir tehdit.
Her atış bir yalan.
İç ses:
— “Gardını indirme Ahmet.”
— “Zayıflarsan yakalanırsın.”
— “Sakin ol... Sakiiin ol...”
Ama ne su onu arındırıyordu,
Ne aynadaki yansıma inandırıcıydı.
---
Lavabodan çıktı.
Boş koridorlardan yürüdü.
Duvarlardaki çatlaklar bile üzerine doğru eğiliyordu sanki.
Karakoldan çıktı.
Gökyüzü griydi.
Hava sıkıcı.
Boğucuydu.
Arabaya bindi.
Ellerini direksiyona koydu.
Bir an, her şeyi bırakıp gitmek istedi.
Ama yapamazdı.
Düşünceleri bir kenara bırakıp eve doğru sürdü.
APARTMAN ÖNÜ — ÖĞLE SAATLERİ
Ahmet, arabasını apartmanın önüne yanaştırdı. Direksiyonu sıkarken avuç içi terlemişti. Motoru kapattı, bir an gözlerini dikiz aynasına dikti. Kendine baktı ama bir şey göremedi. Suratında yorgunluk, içinde birikmiş başka şeyler vardı.
Arabanın kapısını kapatırken anahtarı cebine attı, dudaklarının arasında sigara izmaritinin tadı kalmıştı. Başını kaldırdı, apartmanın pencerelerine şöyle bir baktı.
Ahmet (mırıldanır):
“Burası bile üstüme üstüme geliyor lan artık...”
Kapıyı ağır bir sesle açtı, içeri girdi. Adımları boş binada yankılandı. Asansörün düğmesine bastı, sonra beklerken başını sağa sola çevirdi. Tavan, rutubet kokuyordu.
Asansör geldi. İçeri girdi, 3. kata bastı. Kapı kapanırken derin bir nefes aldı.
Ahmet (dişlerinin arasından sessizce):
“Bir gün rahat yaşayamayacak mıyız lan...”
Asansörün kapısı açıldı. Evine doğru yürüdü.
Ahmet kapıyı açtı. İçeriden burun yakan bir koku yükseldi. Bira, eski yemek, sigara... ve biraz da umursamazlık.
Girişteki halının üstünde cips kırıntıları, mutfağın orada taşmış çöp kutusu, lavaboda birikmiş bulaşıklar... Masada bir kahve bardağı, yan tarafında devrilmiş iki bira şişesi. Salonda yere atılmış ceket, dağınık yatak, banyo kapısı yarım açık.
Ahmet içeri girdi, ceketini kapının arkasına fırlattı. Salondaki koltuğa çöktü, kafasını arkaya yasladı. Tavanı izledi bir süre. Gözleri boş bakıyordu.
Ahmet (kendi kendine):
“Ev mi lan bu? Mezbelelik gibi...”
Derin bir nefes aldı. Ellerini yüzüne sürdü.
Ahmet:
“Bayi çözüldü mü... burası da kendine gelir. Önce o... sonra ben.”
Bir süre kıpırdamadı. Sonra kumandaya uzandı, televizyonu açtı. Ekranda yangın görüntüleri vardı. Altta yazı geçiyordu:
---
TELEVİZYON SPİKERİ (haber sesi, aceleyle):
“Konya’da çıkan yangında tarihi bir konak tamamen kül oldu. Ev sahiplerine henüz ulaşılamadı. Yetkililer kayıpların peşinde.”
Ahmet gözünü ekrandan ayırmadan izledi. Alevler arasında kaybolan taş duvarlara bakarken dudak kenarı hafifçe kıpırdadı.
Ahmet (düşünerek):
“Hah... işte böyle olur. Kimse neyin ne olduğunu anlamaz. Herkes ‘yangın’ der geçer.”
Bir anda doğruldu. Koltuğun ucuna oturdu. Gözleri daha net bakıyordu şimdi.
Ahmet (kendi kendine, daha sessiz):
“Sigorta kutusu... öyle bir yerden çıksın ki... kimse şüphelenmesin. Çat... fiş attı derler. Duman bastı, itfaiye geç geldi. Yangın aldı yürüdü. Bitti.”
Sustu. Düşündü. Gözleri yere kaydı.
Ahmet:
“Ama biri içeride olacak... adam ölecek lan. Bildiğin cayır cayır. Aklın başında mı senin?”
Kalktı, salonun ortasında bir iki tur attı. Ellerini ovuşturdu, sinirli sinirli mırıldandı.
Ahmet (sert, kendiyle kavga eder gibi):
“Psikopat mıyım lan ben? Ben polisim... Sessiz sakin... ortalıkta cesetlere bakarım. Ama bu... bu başka.”
Bir an durdu. Başını tavana kaldırdı. Dişlerini sıktı. Sonra sesi alçaldı:
Ahmet (yorgun bir teslimiyetle):
“Yapmak zorundayım. Tinerciyi öldürmek zorundaydım. Yoksa o beni temizleyecekti. Aynısı bunun içinde geçerli. Sistem böyle işliyor. Ya yersin ya yenirsin...”
Koltukta yere çöktü. Sigara paketine uzandı. Son kalanları kokladı, içinden bir tane çekti. Çakmağı çakarken elleri titredi. Derin bir nefes aldı, sonra gözleri saate takıldı.
Saat: 12:48
Öğle yemeği vakti neredeyse bitmişti.
Bir anda ayağa kalktı. Ceketini aldı, hızla kapıya yöneldi.
Ahmet (dişlerinin arasından):
“Tamam lan tamam... Sakin olmalıyım. Madem öyle... olsun bitsin.”
Merdivenlerden hızlıca indi. Ayak sesleri apartmanda yankılandı.
Arabasına bindi. Camdan dışarı bakarken bir an aynaya göz attı. Gözlerinde, bir kararın ağırlığı vardı. Ne rahatlamıştı, ne de hazırdı.
Ama gidiyordu.
Ahmet, karakolun önünde arabasını durdurdu. Motorun uğultusu, sokaktaki sessizliği bozuyordu. Derin bir nefes aldı, kendine sertçe mırıldandı:
— “Hadi bakalım...”
Kapıyı kapattı. Ayakları ağır adımlarla beton merdivenleri tırmandı. Soğuk zeminin ayak tabanlarına soğuk bir his verdiği halde, yüzünde hiçbir şey yoktu. İçinde kopan fırtınayı saklıyordu.
Koridorda yürürken, ofis kapısından sızan loş ışık daha da kasvetli bir hava kattı. İçeri girdiğinde, ortam her zamankinden farklıydı. İnsanlar yoktu ama gerilim, havada asılı kalmış gibiydi. Masasına doğru ilerledi, paslı sandalyeye oturdu. Bilgisayarını açtı. Ekranın soğuk mavisi yüzüne vurdu.
Dosyayı açtı: “Sokak Cinayeti”.
Dudaklarının arasından, dün gece yaşananları düşünür gibi mırıldandı:
— “O bağımlı... Beni buraya sürükledi, amına koyayım...”
Fareyi hareket ettirirken gözleri boşluğa takıldı. Arkasından hafif bir ses geldi:
— “Ahmet?”
Dönüp baktı; Buglem, gölgesi gibi arkasında duruyordu. Yüzünde ifade yok ama gözleri sertti.
— “Ne var?” dedi soğuk.
Buglem, ceketinin yakasını düzeltti, yaklaşırken sesi alçaktı ama netti:
— “Yeni bir ihbar var. gidip halletmen gerekiyor.”
Ahmet gözlerini devirdi, yorgun bir tebessümle:
— “Ben mi? Hâlâ şu ölen bağımlı ile uğraşıyorum. Adamın boğazına bıçak sokmuş psikopatın biri."
Bir an duraksadı, düşünür gibi baktı.
— “Selim gitsin.”
Buglem, kaşlarını çattı, ama hiçbir şey söylemeden uzaklaştı.
Birkaç dakika sonra Selim sessizce yaklaştı. Gözlerinde hafif bir korku vardı.
— “Komiserim, bayideki adamın ifadesini almanız gerekiyor.”
Ahmet, sertçe döndü:
— “Oğlum, sen kendin almadın mı?”
Selim çekingen ama kararlı:
— “Hayır komiserim. İlk ifadem olacak. Bir profesyonelle almak istedim. Sizi bekliyorum.”
Ahmet derin bir nefes aldı, kendini tutarak:
— “Selim, sen iyi çocuksun ama... benim gitmem lazım. Olay var, sıcak.”
Selim ısrar etti:
— “Ama komiserim...”
Ahmet ayağa kalktı, boğuk bir sesle:
— “Buglem! Olayın adresini at, gideceğim!”
Buglem geri döndü, kaşlarını kaldırarak:
— “Ama Selim—”
Ahmet araya girdi:
— “Evet, gidiyorum. Ve evet, Selim ifade alacak. O yüzden ben gidiyorum. Konumu at.”
Buglem telefonunu çıkardı, kısa bir mesaj yolladı.
Ahmet, Selim’e döndü:
— “Senin için görev. O adamın ifadesini al. Soruları iyi hazırla.”
Selim başıyla onayladı.
Ahmet dışarı çıktı. Karakolun soğuk önünde yere çöktü, gözlerini kapattı ve sessizce kendi kendine tekrar etti:
— “Hassiktir... Hassiktir... Hassiktir... Az kalsın..."
Birkaç saniye derin nefes aldı, kendini sakinleştirmeye çalıştı:
— “Sakin ol Ahmet... Üstesinden geleceksin. Bu iş senin işin...” dedi güvensizce.
Arabaya bindi, kontağı çevirdi. Motorun titrek sesi yankılandı. Camdan dışarı bakarken, aklı sisli sokaklarda, karanlık köşelerdeydi.
Ahmet’in arabası, eski bir sitenin önünde yavaşça durdu. Motorun sesi kesildi. Elini direksiyondan çekti, başını geri yaslayıp birkaç saniye gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı.
> "Hadi bakalım..."
Kapıyı açıp indi. Elinde çantası ve dosyası vardı. Etraf kalabalıktı: birkaç komşu, iki muhabir, sarı şeritlerin arkasında toplanmış meraklı bakışlar… Birkaç polis de kalabalığı uzak tutmaya çalışıyordu.
Ahmet ağır adımlarla ilerledi, polis şeridine yaklaştı.
Bir polis kolunu kaldırarak durdurdu:
— “Durun beyefendi, sadece yetkili personel geçebilir.”
Ahmet gözlerini dikti, cüzdanından kimliğini çıkardı ve sessizce gösterdi.
Polis hemen toparlandı.
— “Pardon komiserim, buyurun lütfen.”
Ahmet başını hafifçe salladı, sitenin girişinden içeri girdi. Merdivenleri tırmanırken parmak uçlarıyla duvara hafifçe vuruyordu. Aklında hâlâ başka şeyler vardı ama yüzünden bir şey okunmuyordu.
Daireye gelmişti.
Kapı açıktı. İçeride metalik bir koku vardı; demirle toprak arasında bir şey. Salonun ortasında bir adam, sırt üstü yatıyordu. Gömleği kanla bulanmıştı. Karnından tam yedi kez bıçaklanmıştı. Gözleri açıktı, ama cam gibi donmuştu.
Adli tıp ekibi çalışıyordu. Fotoğraflar çekiliyor, numaralı kartlar yerlere yerleştiriliyordu. Parmak izi uzmanı kapı kollarını tarıyordu. Odanın bir köşesinde iki polis not tutuyordu.
Ahmet içeri girdi. Polislerden biri onu görünce hafif irkildi, sonra toparlanıp yaklaştı.
— “Hoş geldiniz komiserim.”
Ahmet gözlerini cesetten ayırmadan konuştu.
— “Durumu anlat.”
Polis cebinden notlarını çıkardı, kısaca özet geçti:
— “Adnan Aybaba. 41 yaşında. Sitenin daimi sakini. Dairenin sahibi. Komşulardan biri sabah kapı açık görünce şüphelenip içeri girmiş. Cesedi salonda yerde bulmuş. Karnından 7 kez bıçaklanmış. Tahmini ölüm zamanı dün gece 23:00 – 01:00 arası. Evde zorlama yok. Kapıda kırık yok. İçeriden tanıdığı biri olabilir.”
Ahmet gözlerini kısıp etrafı inceledi. Masada iki bardak vardı. Birinde hâlâ iz bırakacak kadar kırmızı şarap kalmıştı.
— “Karısı var mı?”
— “Evet komiserim. Eşi Aslı Aybaba. Şu anda yönetim ofisinde, ifadesini almak üzere bekletiyoruz kadını.”
Ahmet boğuk bir şekilde mırıldandı:
— “Belli yani... Kadın kesmiş adamı.”
Polis göz ucuyla baktı:
— “Ben de öyle düşünüyorum komiserim. Evin içinde mücadele izi yok. Adam otururken saldırıya uğramış gibi duruyor.”
Ahmet, balkona yöneldi. Ceketinin iç cebinden sigarasını çıkardı. Uzun zamandır bırakmaya çalışıyordu ama bugünlük bahanesi vardı. Bir an balkondan dışarı baktı, sonra çakmağı çaktı.
İlk nefesi içine çekerken dudaklarından şu sözler döküldü:
> “Salak saçma cinayetlerden bıktım artık... Aynı döngü. Aynı çürümüşlük.”
Bir an sustu. Dumanı gökyüzüne savurdu. Sonra döndü, içeri adım attı. İşine odaklandı.
İÇ MEKAN — CİNAYET MAHALLİ
Delil torbaları hazırlanıyordu. Ayakkabı izleri not edilmişti. Adli tıp, cesedi çıkarmaya hazırlanıyordu. Ahmet, mutfağa göz attı. Çekmecelerden biri yarım açıktı. İçinde mutfak bıçakları vardı. Eksik olan bir taneydi.
Ahmet yanındaki polise dönerek:
— “O bıçak bulunmadan raporu teslim etmeyin. Mutfağın içini didik didik edin. O bıçak burada bir yerde. Ya da kadın dışarı attı.”
Polis başını salladı.
Ahmet kapının önünde durdu, eve son bir kez baktı. Kan, bardak, boşluk... Hepsi bir şey söylüyordu ama henüz net değildi.
Güneş batmaya yüz tutmuştu. Sitenin önünde kalabalık azalmıştı. Ahmet, elindeki dosyayı koltuğunun altına sıkıştırdı. Vardiyası bitmişti. Bugünlük fazlasıyla yeterdi.
Arabaya bindi. Kontağı çevirdi. Radyoyu açmadı. Sessizliği tercih etti.
Sürerken kendi kendine mırıldandı:
> “Kimin kimi bıçakladığı önemli değil artık. Herkes birbirini yiyor. Ben de seyrediyorum... temizliyormuşum gibi.”
Evine gelmişti
Anahtar sesi duyuldu. Kapı açıldı. Ahmet içeri girdi. Ceketini bir kenara attı. Yerdeki koltuğa oturdu. Elindeki dosyayı masaya bıraktı. Üzerine eğildi, gözlerini kapadı. Yüzünde sadece yorgunluk yoktu… içinde bir şeyler çatlıyordu.
> “Bitmiyor...” dedi sessizce.
Bir bardak su içti. Sırtını koltuğa yasladı. Gözleri tavana kaydı.
Ahmet gözlerini kapatmış, koltuğa gömülmüş halde dakikalardır hareketsizdi. İçinde dolanan düşünceler, karanlık bir bataklık gibiydi… her şeyi yutuyordu. Cinayet mahallinin görüntüleri, kanlı gömlek, şarap bardakları, donuk gözler… ve bir yüz. O tekelcinin yüzü.
Birden gözleri açıldı. Nefesi hızlandı. Kaşları çatıldı, dudakları aralandı:
— “Bekle… şu tekelci...”
Bir anda yerinden fırladı. Koltuğun yayları gıcırdadı. Elinde olmadan titreyen parmaklarıyla telefonu kavradı. Rehberden “Selim”in ismine bastı. Hattın diğer ucunda birkaç saniye sessizlik oldu.
— “Alo?”
— “Selim! Bayinin ifadesini aldınız mı?”
Sesinin tonu karışıktı: panik, merak ve bastırılmaya çalışılan bir öfke.
— “Evet komiserim. Bugün öğleden sonra aldık.”
Ahmet birkaç saniye duraksadı. Nefesi burnundan ağır çıktı. Sonra bastırarak sordu:
— “Peki… tekrar alınacak mı? Yani… yeniden çağıracak mısınız?”
— “Muhtemelen alırız komiserim. Ama adam-
Tık.
-Komiserim
Ahmet telefonu çoktan kapatmıştı.
Salonda bir süre olduğu yerde durdu. Gözleri telefona kilitliydi. İçinde yükselen bir şey vardı. Tanıdık ama yabancı bir şey. Suçlulukla karışık bir rahatlama… ve heyecan. Evet, ikinci bir cinayet daha… ama bu sefer ilkinden çok daha temiz olmalıydı.
---
Saat: 01:46.
Evde ışıklar kapalıydı. Ahmet, salondaki küçük dolabı açtı. Tornavida, pense ve birkaç eski kablo… hepsini çantasına yerleştirdi. Ardından yatak odasına geçti. Eski kar eldivenlerini taktı, koyu renkli montunu giydi. Kapüşonunu başına geçirdi, aynada yüzüne baktı: yabancı birine benziyordu.
Mutfağa döndü. Birkaç kuru dal parçası, eski bir kumaş rulosu ve çakmağı aldı. Son bir kez eşyalarını kontrol etti. Gözlerini kapattı. İçinden saydı: “Üç… iki… bir…”
Çıktı.
---
Ay ışığı silikti. Sokak sessiz, rüzgâr durmuştu. Tekele yürüdü. Yolun karşısında durdu. Caddenin köşesindeki ağacın arkasına gizlendi. İçeri baktı. Adam görünmüyordu ama ışıklar hâlâ yanıyordu.
— “Bu son... Başka yolu yok.”
Ahmet karanlıkta eğildi, sigorta kutusunun paslı kapağı önündeydi. Kulağı, şehirden geriye kalan sessizliğe odaklıydı; rüzgâr bile çekilmişti. Duvardaki kutuya dokundu. Soğuktu ama içinde bir şey çalışıyordu—elektriğin nabzı.
Tornavidayı çıkardı. Vidaları gevşetti. Son klik sesinden sonra kapağı açtı. İç kısımda kalın bakır iletken kablolar, kaçak akım rölesi, üçlü sigorta blokları ve güç giriş terminali vardı. Üst kısımda tozla kaplı bir pano etiketi: “DİKKAT — 380V”.
Nefesini tuttu. Penseyi çıkardı. Gözleri direkt faz kablosuna takıldı—siyah olan. Plastik yalıtımı dikkatlice sıyırdı. Ardından nötr kablosundan da küçük bir bölüm açtı. Araya yerleştirmek için çantasından eski, pamuk bazlı bir kumaş parçası çıkardı. Kuruydu ama yanmaya hazırdı.
Sonra bir tutam ince çalı dalı aldı, küçük çapraz bir kama gibi o pamuklu kumaşın kenarlarına tıkıştırdı. Teller neredeyse dokunuyordu ama hâlâ temassızdı. Tetikteydi.
Ahmet'in alnından bir damla ter düştü. İçinden geçirdi:
> “Bu sadece kısa devre… Sadece bir hata gibi görünecek. Bir kıvılcım… gerisi çürük yapı işi.”
Çakmağını çıkardı. Ateşi kumaşa uzattı. İlkte tutmadı. Sonra... hafif bir alev kıvılcımlandı. Kumaş yanarken, yanan lifler çıplak bakır tellerle temasa geçti.
O an her şey oldu.
“CZZZT—KRRRZ!”
Kutunun içinden yüksek voltajlı bir cızırtı patladı. Ahmet geri çekildi. Kıvılcım saçıldı. Kutunun içindeki sigorta barası yandı, metal panel karardı. Alev, kumaşla birlikte kutunun üst kısmına sıçradı. Elektriksel ark kısa süreliğine göz kamaştırıcı bir parlamaya yol açtı.
Tüm dükkânın içi bir anda karardı. Led ışıklar sönmeden önce birkaç kez titredi. Ardından içeriden gelen ses:
— “Ne oluyor lan?! Şalter mi attı?!”
Ahmet gözlerini kısmıştı. Kapaktaki delikten içeri bakarken duman yükseldiğini gördü. Sigorta kutusu artık kendi içinde yanan bir ocağa dönüşmüştü.
Ve sonra, beklenmedik bir şekilde, kutunun kenarındaki ince kabloların biri alevle temas etti. O kablo, doğrudan içerdeki soğutucuya bağlıydı.
İçerideki buzdolaplarının motorları patladı.
“PAT!”
“BUM!”
Ahmet başını geri çekti. Kafasının içi uğulduyordu. İçeriden koşuşturma sesleri geldi. Tekel sahibi, panikle dış kapıya koştu.
— “A... ne oluyor lan?!”
Ahmet bir an nefesini tuttu, sonra geri çekilip köşeye sindi.
Tekel sahibi panikle kapıya koştu. Kapı kolunu çevirdi, ama açılmadı.
— “Açıl lan! Siktir... kapı sıkıştı!”
Ahmet yavaşça ortaya çıktı. Yüzü gölgede kaldı ama gözleri parlıyordu. Sessizce bir kuru dal parçasını aldı, kapının alt menteşe tarafına sıkıştırdı. Kapıyı içeriden zor açılacak hale getirdi.
İçeriden ayak sesleri, ardından yumruklar ve haykırışlar geldi:
— “İmdat! Yangın var!”
Alevler içeride yayılmaya başlamıştı.
Tekel sahibi panikle cebinden telefonunu çıkardı. Ekrana titreyerek dokundu.
— “Alo! abi içerideyim, kapı açılmıyor! Patlama oldu, bir şey kıvılcım attı! Bilmiyorum, kablo muydu neydi… Nefes alamıyorum, yardım edin. Kapı falan açılmıyor lan!...”
Ahmet bu çırpınışları duydu. Gözlerini kısa bir süre kapattı. Sonra gözlerini açtı, çantasını omzuna attı ve sessizce sokaktan uzaklaştı.
Sakin... Sakin ol...
---
Eve geldiğinde saatin kaç olduğuna bakmadı. Kapıyı açtı, içeri girdi. Üzerinden hâlâ duman kokusu geliyordu. Montunu çıkarmadı, kapüşonunu da. Ayakkabılarını bile çıkarmadan koltuğa oturdu.
Derin bir nefes aldı. Yüzü gölgede kaldı. Dudakları aralandı:
— “Yaptım… gerçekten yaptım.”
Elini yüzüne götürdü. Parmakları hâlâ hafifçe titriyordu. Gözlerini aynaya kaldırdı. Odanın kenarındaki aynaya doğru yürüdü. Kendine baktı.
Ve o anda… istemsizce bir gülümseme belirdi yüzünde. Korkunç bir tebessümdü. Dudaklarının kenarları yukarı kalkmıştı ama gözleri hâlâ buz gibiydi. Kendisi bile bu gülümsemeye irkildi.
— “Ben neyim lan…”
Kendi sesinden bile ürktü. Banyoya geçti. Yüzünü soğuk suyla yıkadı. Aynada yine o tebessüm vardı. Bu sefer silmeye çalıştı ama içten gelen bir şey, yüzünü kontrol etmeye direndi.
Salona döndü. Koltuğa uzandı. Gözleri boşluğa kaydı. Kafasını sağa çevirdi. Göz kapakları ağırlaştı.
Vücudu gevşedi. Kalbi yavaşladı. Sadece bir düşünce kaldı zihninde:
> "Bundan keyif alamam."
Sonra sessizlik.
Ahmet, koltuğun kenarına doğru kaydı…
Ve orada, karanlığın içinde sessizce sızıp kaldı.
Sabah olmuştu.
Ahmet’in göz kapakları ağır ağır aralandı. Tavan bulanık, odanın havası ise ağırdı. Üzerine çöken yorgunluk, sanki bedenine değil de ruhuna sinmişti. Koltukta uyuyakaldığını fark etti. Etraf darmadağınıktı; yerde boş şişeler, sehpanın üzerinde sigara izmaritleri, yarısı içilmiş bir bardak su.
Elini yavaşça sehpadaki telefonuna uzattı. Ekrana baktı: 06:38.
İşe gitmesine yalnızca 22 dakika kalmıştı.
Derin bir iç çekti. Dün geceki kapüşonunu üzerinden çıkardı. Banyoya gitti. Soğuk suyu yüzüne çarptı. Aynaya baktığında, geceki o uğursuz tebessüm yoktu; sadece boş gözlerle kendine bakan, sıradan bir adam vardı karşısında.
Yatak odasına geçti. Dolabından koyu renkli bir kazak ve düz bir pantolon çıkardı, hızlıca giyindi. Kahvaltı yapmadan, masanın kenarındaki ceketini aldı. Anahtarlarını cebine attı ve apartmandan indi.
Arabaya binerken zihni tamamen sessizdi. Ne hüzün, ne korku, ne pişmanlık… Sanki otomatik pilotta gibiydi.
Anahtarı kontağa taktı, dikiz aynasına baktı. Bu sefer o gözlerde tekelci yoktu, sadece kendi bakışı vardı. Dudaklarının arasından fısıltı gibi çıktı:
> “Benim suçum değildi…”
Vites kolunu itti, motor homurdandı. Karakola doğru sürdü.
---
Karakola vardığında hava kapalıydı. Gökyüzü gri, yağmur her an başlayacak gibiydi. Girişteki merdivenleri çıktı. İçeri girdiğinde, bir an eski günlerdeki gibi hissetti—üstünde hiçbir baskı yoktu. Sanki kimse onu görmüyor, o da kimseyi görmüyordu.
Ofise geçti. Masasına oturdu. Bilgisayarını açtı. Ekranda “Sisli Sokak Cinayeti” dosyası açıldı. Ahmet, ekrandaki yansımasına baktı. Dudakları kıpırdadı:
> “İki cinayet işledim… ama zorundaydım. Ben kötü biri değilim.”
Tam o sırada, arkasında Selim belirdi.
— “Komiserim…”
Ahmet’in içi kımıldamadı. Ne korku, ne heyecan… Dün gece ölümüne korkmuştu, şimdi ise bomboştu. Yavaşça başını kaldırdı. Selim yanına yaklaştı.
— “Dün geceki tekelcinin dükkânı… yanmış.”
Ahmet kaşlarını kaldırdı, şaşırmış gibi yaptı.
— “Nasıl? Neden? Suikast gibi bir şey mi?”
Rolü kusursuzdu. Tonu tam olması gerektiği gibiydi.
Selim başını salladı.
— “Hayır komiserim. Sigorta patlamış. Araştırma ekibi öyle diyor.”
Ahmet, üzgün rolünü devam ettirdi.
— “Tüh… Allah kahretsin. Gitti desene bizim dava.”
Selim omuz silkti, sesi yorgundu.
— “Zaten size onu diyecektim. Dün telefonda konuşmanın yarısında kapattınız ama… adamdan bir şey çıkmayacaktı.”
Ahmet’in yüzü bir anda değişti. Bu sefer rol değil, gerçekti.
— “Ne?”
Selim, umursamaz bir ifadeyle:
— “Evet komiserim. İkinci ifade sadece prosedürdü. Birkaç formalite. Zaten sizin yetkinizdeydi. Adam… hiçbir şey hatırlamıyormuş. Aptal herif boşuna bizi uğraştırdı.”
Ahmet sert bir ses tonuyla:
— “Lan o zaman neden bana farklı söyledin?”
Selim biraz şaşkın, biraz savunmacı:
— “Ben yanlış anlamışım komiserim… sadece olayı anlatmak için gelmiş. Şüpheli bile sayılmamış adam.”
Ahmet’in bakışları Selim’in üzerinde dondu. Göz bebekleri büyüdü. Boğazı kurudu. Dudaklarının kenarı titredi.
— “Yani… adam… hiçbir şey mi bilmiyordu?”
— “Aynen komiserim. Hiçbir şey.”
Kısa bir sessizlik oldu. Ahmet derin bir nefes aldı. Sesi neredeyse fısıltıydı:
— “Tamam… sen git.”
Selim kısa bir duraksamanın ardından çıktı.
---
Ahmet masasına oturdu. Gözleri cama kaydı. Dışarıda kuşlar yoktu. Gökyüzü griydi, ama yağmur da yağmıyordu. Fırtına öncesi sessizlik gibiydi Her şey. Parmak uçları masaya hafifçe vuruyordu.
İçinden geçen cümle beyninde yankılandı:
> “Ben… sebepsiz yere mi insan öldürdüm?”
Başını yavaşça bilgisayar ekranındaki yansımasına çevirdi. Bir süre o yabancı yüzü seyretti. Dudaklarından, kendi kendine mırıldandığı sözler döküldü:
— “Sırf olabilir diye… yaptım.”
Masaya eğildi, alnını ellerinin arasına aldı. Yüzünü görmeden bile, ağzının kenarındaki o kıvrımı hissediyordu. Birkaç saniye sessizlikten sonra hafifçe güldü. Neşeli değildi, öfke de değildi. Garip, boş bir ses.
> “Belki de… artık kim olduğumun önemi yok.”
Yavaşça doğruldu, ekrana bir kez daha baktı.
Ve dudakları, farkında olmadan yukarı kıvrıldı.
Yine o gülümseme…
Soğuk. Sebepsiz.
Sanki yeni bir şey düşünüyormuş gibi.
2.BÖLÜM BİTER
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı