Bölüm 1
Bir Kapı yavaşça açılır.
Apartman boşluğundaki sessizlik, bir mezarlık gibi ağırdır. Kapının gıcırtısı loş koridora yayılırken, içeriden gelen ses sadece adamın ıslak ayakkabılarının parkeye çarpan o boğuk, ritimsiz şapırtısıdır.
Dairenin içi karanlık. Sokak lambasının solgun ışığı, perdelerin arasından sızarak zemine çizgiler düşürür. Tozlar havada asılı, hareketsiz. Hava bayat, sessizliğin içine sinmiş.
Adam içeri girer. Elinde yarım dolu bir votka şişesi. Gömleği buruş buruş, yakası açık, kravat yok. Saçları terle karışık dağılmış. Omuzları düşük, adımları sersem. Ayakkabılarını çıkarmayı düşünmeden geçer salona. Kapı ardından ağır ağır kapanır, “tık” sesi odanın içinde yankı gibi kalır.
Bir süre hareketsiz kalır. Sanki eve değil de, mezarına girmiş gibidir. Başını yavaşça kaldırır, tavana bakar. Gözleri kan çanağına dönmüş. Derin bir nefes çeker burnundan, ama yetmez… içindeki boşluğu doldurmaz.
Yavaşça yönelir odanın köşesindeki dolaba. Ellerini yukarı uzatır. Üst raftan bir video kamera çıkarır. Eski tip, ağır. Üzerindeki toz katmanını silmeden bile tanır onu. Plastik yüzeyin tam ortasında sararmış, yıpranmış bir etiket. El yazısıyla tek bir cümle:
“Babandan sana.”
Gözlerini kısmadan bakar. Parmağının ucuyla etiketi düzeltir ama altındaki yazıya dokunmaz. Ne bir küfür, ne bir iç çekiş… Sadece sessiz kabul.
Salona geçer. Kamerayı sehpanın üzerine koyar, açar. Kırmızı ışık yanar. Kayıt başlar.
Adam, ağır hareketlerle koltuğa oturur. Birkaç saniye boyunca kameraya sadece bakar. Yüzünde ne öfke, ne acı… Ama içinde ikisinin de izleri.
Dudaklarını aralar, hiçbir şey söylemeden kapatır tekrar. Şişeyi kafasına diker. Gözleri duvarın bir köşesine kayar, sonra konuşur:
“Bu gece yine içtim. Ama fark etmez. İçmesem de aynı hissediyorum zaten.”
Sesi yumuşak, yorgun. Kendine konuşur gibi.
“Kendimi bildim bileli, susmak en güvenli yoldu. Konuşunca… kırılan şeyler daha fazla oluyordu. Sustum. Erken sustum. Ve sonra hep sustum.”
Bir süre sessizlik. Şişeyi avucunun içinde döndürür. Etiketini inceler gibi bakar.
“Küçüktüm. Babam gittiğinde… ortalık sessizleşti. Ama iyi bir sessizlik değildi bu. Yerine biri geldi. Onun gürültüsüyle tanıştım sonra. O gürültünün içinde büyüdüm.”
Cümle düz, ama içi kanar gibi. Yüzünde bir sertlik belirse de, hemen kaybolur. Sözleri bıçak gibi kısa.
“Her gece aynı korkuyla yattım. Geceler geçmek bilmedi. Sabahlar bile karanlıktı bazen.”
Başını eğer. Elini göz altına götürür ama silinecek yaş yoktur.
“Annem... bana bakarken başka birini görürdü. 'Sen de onun gibisin' derdi. Aynı gözler... aynı suskunluk. Aynı bakış.”
Yavaşça koltuğun arkasına yaslanır. Yorgun bir adam değil, ağırlıkla ezilmiş bir adam gibi. Gözleri lensin üzerinden bir noktaya dalar.
“Bu mesleği... belki de biri bir gün 'Sen farklısın' der diye seçtim. Komiser oldum. Ama hâlâ aynı odadayım. Sadece duvarlar değişti. Yüzler de… ama bakışlar hep aynı.”
Dudakları seyirir. Yutkunur.
“Geçmişim... unutan olmadı. Herkesin dilinde aynı fısıltı: ‘O’nun oğlu.’ Ve ben… susuyorum. Çünkü susmasam, parçalanırım. Ya da…”
Duraksar.
“...ya da birilerini parçalarım.”
Derin bir nefes verir. Gözlerini kapatır. Elini alnına dayar. Sanki bir süre sadece nefesinin sesi duyulur.
Sonra gözlerini aralar, kameraya tekrar döner. Bu sefer doğrudan lensin içine bakar.
“Benim adım...”
Yutkunur.
“Ahmet. Ahmet Duman.”
Gözlerinde kısa bir yansıma olur. Hafifçe burun direği titrer. Son cümleyi neredeyse bir fısıltıyla söyler:
“Ve bazen... fark ediyorum... ona benzemekten korktuğum kadar, ona dönüştüğüm yerler var içimde.”
Kamera kayıttadır. Kırmızı ışık yanıp sönmeye devam eder. Ahmet, koltukta hareketsiz durur. Boş şişeyi yanına bırakır. Kamera birkaç saniye daha kaydeder, sonra yavaşça kararır.
ERTESİ GÜN – SABAH
Ahmet koltukta doğrulurken yüzü yorgunluktan sarkmış gibidir. Göz altları kararmış, bakışları donuktur. Elleriyle yüzünü ovalar, bir an öylece kalır. Ardından yavaşça ayağa kalkar ve sessizce mutfağa geçer.
Kahve makinesini çalıştırır. Damlama sesi mutfağın boşluğunda yankılanır. Sandalyeye oturur, başını geriye yaslar. Derin bir nefes alır ama içine tam çekemez. Göğsündeki ağırlık dağılmamıştır.
Tam o sırada telefonu titrer.
Ekranda: BAŞKOMİSER SARP
Hiç düşünmeden açar. Sarp’ın sesi patlar gibi gelir:
“Ahmet! Dün gece bitirmeni söylediğim dosyalar nerede lan?! Sabah olmuş hâlâ masam boş!”
Ahmet gözlerini kısar. Yorgun ama sakin bir sesle cevap verir:
“Efendim...”
Sarp bağırmaya devam eder:
“Ulan ben sana ne dedim?! Masama düzgün teslim et dedim! Her gün seninle mi uğraşacağım ben?! Aynı hataları yapıp duruyorsun!”
Ahmet bir an başını öne eğip gözlerini kapatır. Sesi titrek ama belli belirsiz yükselmiştir:
“Çekmecenize koydum!... Oradalar.”
Bir sessizlik olur. Ardından Sarp’ın sesi bu kez daha alaycı bir tondadır:
“He... gördüm şimdi. Ama bak lan, bir daha bana sesini yükseltme! Bi daha böyle konuşursan, seni o karakola sokmam! Kapat!”
Telefon kapanır.
Ahmet bir süre telefonu elinde tutar. Sonra masaya bırakır. Kahvesine dokunmaz. Ellerini yüzüne kapatır, içinden bir şeyler mırıldanır:
“Bi kere dinlesen...”
Ceketini alır, hızlıca kapıya yönelir. Sokak sabah serinliğindedir. Arabasına biner.
Karakola doğru sürerken ne etrafındakileri görür, ne de sesleri duyar. İçinde biriken her şey, yüzüne vurmaz.
KARAKOL – GÜN
Karakol kalabalıktır ama sessizdir. Herkes işine gömülmüş, göz teması yoktur. Klavye sesleri, kahve makinesi uğultusu, telsiz cızırtıları duyulur. Ahmet kapıdan girer.
Üzerinde kırışık bir gömlek, göz altları mor. Bakışları boş. Masasına doğru yürür. Oradakiler kısa bir bakış atar ama selam veren olmaz.
Ahmet sandalyesine çöker gibi oturur. Elini alnına koyar. Bilgisayar ekranında şu yazar: DOSYA: RUMELİHİSARİ CİNAYETİ
Yakın bir masadan bir ses yükselir. Genç bir
memur.
Halil(alaycı bir tavırla)
"Usta, uyandın mı sonunda? Dün gece fazla mı içtin yine?"
Ahmet cevap vermez. Bilgisayara bakar. Farenin ucunu oynatır ama ekrana anlamadan bakar.
Halil devam eder.
"Bir gün sarhoş gelip karakolu yakacaksın diye korkuyorum bak...
Yakındaki birkaç kişi güler. Ahmet göz ucuyla bakar ama tepki vermez. Derin bir iç çeker.
İçinden geçirir.
Keşke... keşke şu an silahımı çıkarıp hepsini sustursam. Bir saniyelik sessizlik için... ama yok. Zaten suç bende. Benim doğamda bir şey eksik.
---
ÖĞLE SAATLERİ – EMNİYET BİNASI
Saat öğleni biraz geçmiş. Emniyet binasının içinde klima çalışıyor ama nafile… hava yine ağır, havasız. Tavan vantilatörü dönüyor ama döndükçe daha da bunaltıyor insanı. Ortalık kalabalık ama sessiz. Herkes kendi masasında, yüzler asık, kimse kimseye bakmıyor bile. Kimi kahve almış eline, kimi bilgisayar ekranına kilitlenmiş kimide yemekhaneye gitmiş. Gözleri açık ama ruhu yok gibi.
Ahmet sandalyesinden kalkıyor. Siyah gömleğinin yakası ter içinde. Kravatını çoktan çözmüş. Göz altları çökmüş, bakışları bitkin. Kalabalığın ortasında ama herkesten uzak.
Kendi kendine konuşmaya başlıyor, sesi alçak ama içinde biriken dolulukla:
“Yine herkes kendi kafasında. Selam veren yok, yüzüne bakan yok. Herkes bir tayfa tutturmuş… hani insan bir ‘günaydın’ der lan, bir ‘ne haber’ der...”
Burnundan solur, omuzlarını silker.
“Yemekhane de tıklım tıklım. Gidip otursam, kimse başını kaldırıp bakmaz ki. Yüzüne bakmadan önündeki yemeği yiyip kalkıyor millet... Ne lan bu, askeri kamp mı? Bok var sanki masalarda... Neyse.”
Ceketini omzuna atar, belindeki silahı hafifçe düzeltir. Eli cebine gider, araba anahtarını çıkarır. Anahtardaki plastik eskimiş, anahtarlık zinciri sarkıyor.
Kapıya yönelirken bir polis ona doğru gelir gibi yapar ama sonra rotasını değiştirir. Ahmet, adamı süzer, sonra gözlerini kaçırır. İçinden konuşmaya devam eder:
“İnsan içine giriyorsun, daha da yalnız hissediyorsun lan. Bari çıkıp iki lokma dışarıda yiyeyim, kafamı toparlarım... Burda nefes bile alınmıyor.”
Kapıyı açar, dışarı çıkar. Sıcak hava suratına vurur ama içerideki o yapış yapış boğuculuktan sonra neredeyse ferah gelir. Sert adımlarla otoparka yönelir. Güneş altındaki asfalt kokusu burnuna gelirken, cebindeki anahtarı kavrar. O an tek düşündüğü: biraz sessizlik, biraz mesafe, ve belki birkaç dakika kimseyle konuşmamak.
Her zaman gittiği dönerciye sürer arabasını.
Ahmet dönercisinden dürümünü alıp arabaya geçer. Koltuğa oturur oturmaz paketi açar, sıcak et kokusu yayılır. Elleriyle dürümü kavrar, bir ısırık almak üzereyken cebindeki telefon titrer.
📞 BUGLEM ARIYOR...
Bir anda yüzü düşer. Gözlerini gökyüzüne dikip burnundan verir nefesi. Dürümü koltuğa bırakır, telefona öylece bakar.
Ahmet (kendince)
"Bide bununla uğraş şimdi."
Ahmet telefona isteksizce uzanır. Ve açar
Ahmet ( yorgun bir şekilde)
"Buyur."
Buglem (soğuk, direkt):
"Cinayet var. Bi kadın ölü bulunmuş, arka sokaklardan birinde. Attım konumu, hemen geç."
Ahmet gözlerini kısar, başını sallar ama sesi hâlâ dalgın:
Ahmet:
"Ne olmuş? Yine aynı yöntem mi?"
Buglem:
"Boğularak. Ama detaylarda farklılık var gibi. Git, incele, rapor hazırla. Acele et."
Ahmet yüzünü buruşturur, arkasına yaslanır.
Ahmet:
"Bi sakin ol noluyor. Bide neden her pis iş bana kalıyor. Ne zaman bi düzgün dosya denk gelecek acaba?"
Buglem (umursamazca):
"İşini yapıyorsun işte Ahmet. Ne vereyim sana, politika suikasti mi? Bu vakalar senlik, değil kafanı yorma. Git işini yap."
Ahmet’in gözleri bir an donuklaşır. Telefonu kulağından çekip sessizce kapatır. Konsola bırakır. Dürüm hâlâ kenarda, buharı sönmüş.
Ön panele eğilir, konuma bakar. Motoru çalıştırırken alçak bir sesle, sinirini zor bastırarak söylenir:
Ahmet:
"Amınakoyduğum karısı ya... Herşeyi biliyon demi."
Direksiyona daha sıkı sarılır. Araç ağır ağır otoparktan çıkar, sokakların arasına karışır. İçindeki öfke, dışardaki sıcak havadan bile daha yakıcıdır.
---
Olay yerine vardığında, emniyet şeridi sarılmış, birkaç polis memuru başında bekliyordu. Havanın rutubetli kokusu, asfaltın sıcaklığıyla karışmış, oraya ayrı bir ağırlık vermişti.
Bir memur hafifçe başını eğip selam verdi:
“Hoş geldiniz Komiserim.”
Ahmet, kısa bir selamla karşılık verdi:
“Hoşbulduk. Gösterin bakalım, facianızı.”
Memurlar Ahmet’e eşlik ederek cesedin bulunduğu yere götürdü. Kadın, yere yüzüstü serilmişti. Boğazında belirgin morluklar, vücudunda ise birkaç çürük vardı. Güneş ışığı, polis şeridinin ince refleksleriyle karışıyordu. Orada, sessiz ama yoğun bir hikâye duruyordu.
Ahmet diz çöküp kadını dikkatle inceledi:
“Boğulmuş… Ama bu izler önceki vakalardan farklı. Sanki bu daha aceleye gelmiş, öyle… üstünkörü yapılmış gibi.”
Yanındaki memur etrafa bakındıktan sonra:
“Komiserim, çevrede kamera yok gibi.”
Ahmet hafifçe kaşlarını çatarak cevap verdi:
“Her zamanki gibi... Tam teşekküllü salaklık. Ama siz yinede kamera varmı yokmu araştırın."
Eldivenli eliyle kadının kolunu nazikçe tuttu, parmak uçlarıyla morlukların üzerini gezdirdi. İçinden geçiriyordu:
“Katili tanımıyordu bu kadın... Acemi biri bu… ya da öfke patlaması… Ama bu iş fuhuş meselesi değil, tamamen sinir boşaltımı.”
Cep defterini çıkarıp notlarını aldı. Yanındaki memurlara birkaç talimat verdi, toparlanmaya başladı.
Son bir kez cesede baktı, derin bir nefes aldı ve arkasını dönüp olay yerinden ayrıldı.
Ahmet karakola geri döner
---
Ahmet kapıdan içeri girer. Ofisteki hava durgundur. Eski dosyaların kokusu, floresan ışıklarının uğultusuna karışmıştır. Vardiya saatinin bitmesine dakikalar gösterse de içeride bir ağırlık vardır.
Koridordan geçerken topuklarının sesi boğuk yankılarla duvarlara çarpar. Gözleri etrafı tarar — kimse görünmez. Bilgisayar ekranlarının soluk ışığı dışında hiçbir hareket yoktur.
Ahmet, içeri adımını atar.
Ahmet:
"Diğerleri nerde?"
Bir köşede, ışığın zar zor vurduğu bir masada oturan memur, bilgisayar başında dik oturmuş ama yorgun düşmüş bir haliyle, Ahmet’in sesine başını kaldırmadan cevap verir. Parmakları klavyede yavaşça gezinmektedir. Gözaltları çökmüş, ifadesi yılgın.
Memur (yorgun ve bıkkın):
"Cinayete gittiler abi."
Ahmet’in kaşları çatılır, sesindeki şaşkınlık yüzüne de vurur. Ceketinin cebine elini sokar, ayakta dikilir.
Ahmet:
"Ne? Bi cinayete üç komiser ne zaman gitti?"
Memur, ekranın ışığında solgun görünen yüzünü yarım çevirir ama göz teması kurmaz. Tonu nötr gibi görünse de içinde gizlenmiş bir iğne vardır. Konuşurken sesini ne alçaltır ne yükseltir; bilerek soğuk tutar.
Memur (sıkılmış sesle, kafasını kaldırmadan):
"Ağır ceza hakimi öldürülmüş. Herkes oraya aktı."
Ahmet’in yüzü donuklaşır. Dudaklarını ısırır gibi yapar, bir an nefes almayı unutur gibi olur. Gözleri boşluğa kayar.
Ahmet:
"İyide o zaman beni niye çağırmadılar?"
Memur, klavyedeki parmaklarını durdurur. Başını biraz daha kaldırır ama hâlâ Ahmet'e doğrudan bakmaz. Sanki cümleleri sadece Ahmet duysun istemiş gibi, soğuk ama zarif bir tonla lafı bırakır:
Memur (gözlerini Ahmet’e dikmeden, ekrana bakarak, sakin ama hafif iğneleyici bir tonda):
"Abi yanlış anlama Senin gibi sessiz kalan biri... bazen ses getiren işlerin uzağında kalır abi. Haksızlık gibi ama öyle."
Bir anlık sessizlik olur. Bilgisayar fanının sesi, odadaki tek hayat belirtisidir.
Ahmet (sessizleşir, iç ses):
"Yine dışlandım... Ben bu teşkilatın neresindeyim?"
Dudaklarını sıkar, bakışları bir süre sabit kalır. Ceketini düzeltir, başını eğer ve hiçbir şey söylemeden dönüp kapıya yönelir.
Kapı kapanırken arkasından soğuk bir rüzgâr gibi gelir memurun sesi... ama artık yankılanmaz. Ahmet binadan çıkar. Sokak sessizdir. Arabasına biner, içeri oturduğunda elleri direksiyonda öylece kalır. Gözleri boşluğa bakar, zihni çok daha karanlık bir yere akmaktadır.
Motor çalışır. Evine doğru sürer.
Arabasını sürerken gözleri karanlıkla birlikte ağırlaşıyor. Camlara düşen sokak lambalarının ışığı aralıklarla yüzünü aydınlatıyor. Radyoda cılız bir caz ezgisi dönüyor. Şehir sessiz değil; ama o, sessizlikten daha gürültülü bir şeyin içinden geçiyor.
Ahmet (iç ses):
“Herkesin sustuğu bir bok çukurunun içinde debeleniyoruz. Kimse doğruyu duymak istemiyor. Gerçeği dile getiren deliye çıkıyor, susan yükseliyor. Bu mu yani? Bu mu hayat?”
Aniden frene basar. Araba sarsılır. Solundaki küçük, köhne bir tekel bayii dikkatini çeker. Neon ışığı titreyerek yanıp sönüyor.
Ahmet:
“Bari iki bira alayım... Belki yutkunurum biraz.”
Arabayı evinin önüne park eder. Kapıyı sertçe kapatıp tekele doğru yürürken ayakkabılarının altı kaldırıma öfke gibi basar. Hava nemli, şehir kirli, Ahmet’in yüzü gölgeli.
İçeri girdiğinde burnuna ağır, bayat bir alkol ve deterjan kokusu gelir. Raflar paslı, floresanlar uğultulu. Tezgahta oturan yaşlı adam başını kaldırmadan konuşur.
Ahmet:
“Beş tane bira ver abi.”
Tekelci (şüpheli bir ses tonuyla):
“Yav evladım beş ne... Fazla gelmesin? Gençsin daha, yazık lan sana.”
Ahmet (sert, yorgun):
“Lazım. Sen ver abi.”
Tekelci gözlüğünü indirip yüzüne bakar. Yorgun ama bastırılmış öfke dolu bir adam görür. Sataşmak ister gibi bir an bekler, sonra çeker bıçağı:
Tekelci (yorgun,bitkin):
“Al lan... Herkes kafayı sıyırdı zaten. Delirtmişsiniz ulan birbirinizi. Erkekler de karı gibi oldu be.”
Ahmet bakışlarını bir an sabitler. Tepki vermez. Ama gözlerindeki durgunlukta bir fırtına kıpırdanır. Cüzdanından parayı çıkarıp tezgâha bırakır, bir şey demeden dışarı çıkar.
Dışarıdaki hava içeriye göre bile daha ağır gelir ona. Bir elinde poşet, diğerinde anahtar, kaldırımdaki çatlaklara basmadan yürümeye çalışır. Gökyüzü simsiyah değil ama yıldızsızdır.
---
Ahmet’in adımları dengesiz ama kontrollü. Sol elinde poşet; içinde beş şişe bira, çınlayarak birbirine değiyor. Başını hafif eğmiş, sağ eli cebinde. Ayakkabılarının altı asfaltla her buluştuğunda çıkan cızırtılı ses, sokakta yankılanıyor. Sokak lambası loş. Uzaktan gelen bir sokak köpeği havlaması gecenin sessizliğine karışıyor.
Bir apartmanın önünde tinerci çocuk beliriyor. Üstünde kirli bir eşofman altı, beli ipten çözülmüş gibi aşağı sarkmış. Sol elinde çakmak, sağ elinde paslı, kısa bir bıçak var. Burnunun çevresi bembeyaz, dudakları kabuk tutmuş.
Tinerci (sersem bir şekilde):
Abi paran varmı be şu gariban kardeşine yardım et. Yanlış düşünceye kapılma kötü bişeyler almayacam.
Ahmet (duraksar, başını kaldırmadan):
Git yoluna, işim gücüm var.
Tinerci:
Oğlum ver diyorum lan! (Elindeki bıçağı yere doğru sallar gibi yapar) Yeminle saplarım ha!
Ahmet poşeti sıkıca kavrar. Gözlerini yere dikmiş, nefesi hafif hızlı. Tinerci bir adım yaklaşır.
Tinerci:
Noldu lan adam değil misin? hadi! Korkak mısın? Oğlum Paranı ver o zaman!
Ahmet sessiz kalır. Sadece içinden bir şey kıpırdanır. Elini ağır ağır cebinden çıkarır, tinerci hamle yapar gibi olur ama Ahmet refleksle poşeti bırakıp çocuğun bileğini kavrar. Ani bir boğuşma başlar. Çocuk direnir. Bıçak yere düşer. Ahmet çocuğu iter, çocuk yere kapaklanır. Ahmet nefes nefese. Gözleri yerdeki bıçağa kayar. Saniyelik bir duraksama.
Sonra eğilir. Bıçağı kavrar. Çocuk ayağa kalkmaya çalışırken birden Ahmet, bıçağı boğaz hizasına saplar. Çocuğun gözleri fal taşı gibi açılır. Nefes almaya çalışır ama çıkmaz. Boğuk bir ses gelir sadece.
Ahmet (titreyerek):
..."Adamlık mı?.. Ben ondan kurtulalı çok oldu."
Çocuk yere düşerken bir kan gölü yayılır. Ahmet bir süre kıpırdamaz. Sadece nefes alır. Sadece bakar. Etraf sessiz. Gece, yeniden sanki hiçbir şey olmamış gibi devam eder.
Ahmet anahtarı zorla deliğe sokar. Kapı gıcırdayarak açılır. İçeri girer. Ayakkabılarını çıkarmadan mutfağa geçer. Bıçağı musluğun altına tutar. Su akarken kan hafifçe çözülür, lavaboya yayılır.
Bir yandan dolaptan havlu çıkarır. Bıçağı dikkatle kurular. Sonra çekmeceyi açar. En arkadaki kıvrımlı çorapların arasına sokar bıçağı. Kapatır. Derin bir nefes alır. Biraya uzanır. Bir tanesini açar. Koltuğa geçer. Oturur. Sessizce televizyonu açar. Bir reklam dönüyor:
"Daha fazla özgürlük, daha fazla cesaret… Sınırları sen belirlersin!"
Ahmet, biradan bir yudum alır. Gözlerini kısıp ekrana bakar. Yüzü ifadesiz. Düşünmüyor gibi. Belki de tam tersi, içinden hiçbir şey çıkmıyor gibi.
elleri hala hafif titriyor. Gözleri boşluğa bakıyor, sanki etrafındaki her şey donmuş gibi. Boş bir sesle, kendi kendine mırıldanıyor.
“Neden yaptım bunu?”
Bir an duraksıyor. Parmaklarını dizlerinin üzerine koyuyor, sıkıca kavrıyor.
“Zaten cüzdanında para yoktu... tarihi geçmiş bir kredi kartı, birkaç lira... Başka ne vardı ki?”
Bir nefes alıyor, gözlerini tavana dikip odanın köşelerine bakar gibi bakıyor.
“Öldürdüm. Birini... Bunu nasıl sindirebilirim? Nasıl açıklayabilirim kendime?”
Yüzündeki ifade donuk, gözlerinde karmaşık bir fırtına var.
“Bu değil, olması gereken değil... O çocuk, daha önce gördüğüm yüzlerden biri değildi. Hiçbir sebep yoktu...”
Bir yudum bira alıyor. Dudakları titriyor.
“Ama işte... işte bir şey değişti içimde. O an... Bambaşka bir şey... Sanki bedenimden koptum. Kontrol elimden çıktı.”
Kısa bir sessizlik. Derin nefes alıyor, sanki bir ağırlığı üstünden atmak ister gibi.
“Bir yandan pişmanım, bir yandan... garip bir tatmin var içimde. Sanki, yıllardır kaybettiğim bir şeyi buldum. Ama bu ‘bir şey’ ne?”
Elleri hâlâ titriyor, gözleri dolmaya yakın ama engelliyor.
“Yalnızlık... Korku... Öfke... Hepsi bir arada... Ve o çığlık"
Yüzünde zor anlaşılan, ama derinlerde yatan bir acı beliriyor.
“O bana ‘Adam değil misin?’ dedi... Ve ben... evet, değilim. Böyle biri değilim artık. O kadar değilim ki...”
Bir kez daha birayı kaldırıp içiyor.
“İnsan, kendi kendini anlamaya çalışırken bu kadar karanlıkta kaybolursa... Ne kalır geriye?”
Kendi sesinden korkar gibi fısıldıyor:
"Yanlız hissetmiyorum artık...”
Bir yandan düşünceler içinde boğulurken, bir yandan da aldığı biralarla kendini toparlamaya çalışıyor. Gözlerini kapatıyor, etrafındaki sessizliği dinliyor, kendi kalp atışlarını duyuyor. içer
---
Sabah – Saat 07:00
Ahmet’in cep telefonu çalar. Yorgun, uykusuz ve hâlâ üzerindeki alkolün etkisinde. Ekranda bir isim:
📱 SARP ARIYOR...
Ahmet telefonu açar. Sesi kısık, bezgin:
Ahmet:
“Alo?”
Sarp (aceleyle, ciddi):
“Ahmet cinayet var. Senin mahallene yakın. Şu an gönderecek başka komiser yok, hemen çık.”
Bir anlık sessizlik olur.
Ahmet’in yüzü donar. Gözleri yavaşça açılır. Boğazı kurur.
Kafasının içinde bir uğultu yükselir. Çünkü biliyordur.
Kendi cinayeti… bulunmuştur.
---
Ahmet’in ayak sesleri beton zeminde yankılanır. Olay yeri şeridi, birkaç polis, bir memur not alıyor. Ceset, bir binanın duvar dibinde. Etrafında inceleme yapılıyor.
Ahmet yürürken iki tanıdık siluet fark eder. Buglem ve Cem.
Kaşlarını çatar, sesi yorgun ama serttir:
Ahmet:
“Ne işiniz var burada?”
Cem (omuz silkerek, vurdumduymaz):
“Yoldan geçiyorduk. Kalabalığı gördük. Merak işte. Ama ben kaçtım, başka davalarım var, görüşürüz.”
Cem uzaklaşır.
Buglem (Ahmet’e yaklaşarak):
“Bekle… Yine mi içtin sen?”
Ahmet (gözleri donuk, sesi boğuk):
“İçtim.”
Buglem bir şey demeye çalışır ama Ahmet yürümeye devam eder. Cesede yaklaşır.
Yavaş, dikkatli adımlarla…
Gözleri yere bakar.
Sonra o yüze...
Kendi yaptığı... o cinayet.
Elleri hafifçe titrer ama yüzü donuktur. Yüz ifadesi buz gibi.
---
AHMET – İÇ SES
“Bu cesetten kurtulmam lazım. Delil bırakmadığımdan eminim. montu yıkadım. Bıçak... temiz. Çekmecede.”
Yavaşça başını kaldırır. Çevresine bakar. Kimse şüphelenmiyor gibi.
Ama içindeki o fısıltı başlar yeniden...
“Bu çok saçma... Korkmam gerekirdi. Pişmanlık duymam gerekirdi... değil mi? Ama hayır... Duymuyorum
Gözleri cesede kilitlenir.
“Hafif hissediyorum. Rahat. Bu beni ürkütüyor.
Böyle hissetmemem lazım.”
Elini hafifçe montunun cebine siler. Bir titreme beklerken fark eder:
“Ellerim... sabit. Kalbim atıyor ama panik değil bu.
Bu başka bir şey.”
“Şimdi herkes konuşuyordur. ‘Bu adam deli’ diyorlardır. Belki de haklılar.
Ama... tuhaf bir güven çöktü içime.
Sanki bir sınırı geçtim ve artık kimse beni geri çeviremez.”
Derin bir nefes alır. Burnundan çeker. Çektiği hava bile ona farklı gelmiştir.
"güç bu mu?
İnsan, korksa bile durmaması mı?
Bilmiyorum. Ama ilk defa kendi sesimi bastırmıyorum.”
Gözlerini bir süre cesetten ayıramaz. Sonra yavaşça başını çevirir. Buglem uzaktan ona bakıyordur.
Ama o artık bakmıyordur kimseye. Sadece içine…
“Yalnız hissetmiyorum.
Bu, en garibi.
Hiçbir şey yolunda değil... ama
ilk defa... tamamen yalnız değilim gibi.”
Dudaklarının kenarında belli belirsiz bir kıpırdanma olur. Ne tam bir gülümseme, ne tamamen kontrol.
Ama bir şey kırılmıştır.
Gözlerinde o karanlık ışık yanıp sönmeye başlar.
---
1. BÖLÜM BİTER
BÖLÜM NOTU
Umarım beğenirsiniz
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı