3. Bölüm
Saat: 02:49
Oda karanlığa gömülmüştü.
Ay ışığı, ince bir çizgi halinde perde aralığından süzülüyor; yerdeki legoların, küçük askerlerin ve metal arabaların üzerinde donuk bir parıltı bırakıyordu.
Küçük çocuk, battaniyesine sarılmış, dizlerini karnına çekmiş, huzurlu bir uykudaydı.
Evde çıt yoktu.
Annesi ve babası da gecenin sessizliğinde uyuyordu.
Derken…
GÜM! GÜM! GÜM!
Kapı, öfkeyle sarsılıyordu. Bu, bir misafirin kibar tıklatması değil; içeri girmeye kararlı birinin yumruklarıydı. Her vuruş, evin duvarlarını titretiyordu.
Çocuğun gözleri açıldı. Kalbi hızlandı, nefesi hızla göğsüne vuruyordu. Daha ne olduğunu anlayamadan, bir tok ses daha geldi.
Yatak odasından annesi fırladı; saçları dağılmış, yüzünde uykunun verdiği şaşkınlık ve korku. Babasıysa yatağın kenarına oturmuş, başını ellerinin arasına almıştı. Gözlerinde, sanki çok uzun süredir beklenen bir an gelmiş gibi ağır bir teslimiyet vardı.
Çocuk, paniğin etkisiyle kapıya koştu.
— "Dur! Bekle!" dedi annesi, sesi ince ve titrek.
Ama korku, ayaklarını durdurmadı. Kapının soğuk metal koluna uzandığında, avuç içi sanki buz kesmişti. Kapı açılır açılmaz, siyah üniformalı, yüzleri sert, ellerinde silahlar taşıyan polisler sel gibi içeri doldu.
— "Gir! Gir! Burada olmalı!"
Çocuk, bir adım geri attı. Ayağı oyuncakların arasına takıldı, sendeleyip yere düştü. Kafasında tek bir soru çınlıyordu: Ne oluyor?
Annesi ona koştu, kolundan tutup kaldırmaya çalışırken gözleri yatak odasına kaydı. Polislerden biri kapıyı tekmeledi. Odanın içinden, babasının boğuk ve sert sesi duyuldu.
— "Yat yere! Ellerini arkaya koy!"
Adam, yüzü bembeyaz kesilmiş, gözlerinde öfke ile utancın karıştığı bir ifade, yere bastırıldı. Kelepçenin soğuk şakırtısı, odanın havasını kesti.
— "Hasan! Ne oluyor?!" diye bağırdı kadın, sesi hem korku hem öfke yüklüydü.
Bir polis, sert ama kontrollü bir tonla,
— "Abla, şuraya geçin. Hemen." dedi.
Çocuk, annesinin yanında duruyor, gözleri babasından ayrılmıyordu. Ağlamıyordu. İlk anda yakalayan korku, şimdi yerini ağır bir farkındalığa bırakmıştı: Bir şeyler geri dönülmez şekilde değişmişti.
Baba, gözlerini oğluna dikti.
— "Size sonra anlatacağım."
Polislerden biri, omzuna dokundu.
— "Gazetede okursun, çocuk. Merak etme."
Ama o merak etmiyordu. Meraktan çok, anlam veremiyordu.
Kapıya yönlendirilen baba, yürürken çocuk ileri atıldı.
— "Baba! Ne oluyor?!"
Adam, sakin olmaya çalışarak,
— "Sakin ol… Bir şey yok. Yanlış anlaşılma, Ahmet." dedi.
İşte o an, çocuğun adı ilk kez yankılandı gecenin içinde.
Sarılmak istedi. Polisler izin vermedi.
— "Bırakın! diye bağırdı çocuk, ama sesi boş duvarlarda yankılanmaktan başka bir işe yaramadı.
Baba, merdivenlerden inerken bir kez daha başını çevirdi. Gözlerinde hem veda, hem pişmanlık, hem de söyleyemediği yüzlerce kelime vardı.
Çocuk, cama koştu.
Dışarıda yağmur yağıyordu. Damlalar, sokak lambasının sarı ışığında parlıyor, camdan süzülüp aşağı kayıyordu. Polis araçlarının kırmızı-mavi ışıkları, odanın duvarlarında çarpık gölgeler oynatıyordu.
Baba, sokağa indi. Polisler iki yandan tutmuştu. Arabanın kapısı açıldı. Tam binecekken, başını kaldırdı, evin penceresine baktı. Gözleri oğlunu buldu. O an, zaman bir anlığına durdu.
Sonra kapı kapandı. Motor çalıştı. Yağmur sesiyle birlikte uzaklaştı.
Çocuk, arkasını döndüğünde annesi köşeye çökmüş, dizlerinin üstünde ağlıyordu. O ise boş bir bakışla annesine baktı. Sanki birazdan bir şey daha olacakmış gibi…
Ama artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı
KARAKOL-AKMŞAM VAKTİ
Ahmet, başını masanın üzerindeki dosyalara yaslamış, yarı uykulu bir haldeydi. Bir an, hafif bir titremeyle gözlerini açtı. Boğazında kurumuş bir tat, ensesinde masanın sert kenarının bıraktığı ağrı vardı.
Ofis neredeyse karanlığa gömülmüştü. Tavanın ortasında asılı floresan lambalar çoktan kapanmış, sadece koridorlardan sızan solgun sarı ışık, odanın içine güçsüz gölgeler serpiyordu. Pencerenin ardından yağmurun ince sesi geliyordu; rüzgârın hafif uğultusuna karışarak.
Koca ofiste tek başına kalmıştı. Saatine baktı: 20:20. Mesai biteli iki saat olmuştu. Demek ki sekiz, dokuz kişilik ekip çoktan evine gitmiş, onu uyandırmaya bile gerek görmemişti.
İçine bir ağırlık çöktü.
Burada yıllardır çalışıyordu ama bazen… sanki hiç var olmamış gibi hissediyordu.
Derin bir iç çekti. Elleriyle saçlarını düzeltti, parmaklarının arasından birkaç telin kopup düştüğünü fark etti. Sandalyesini geriye ittiğinde, tekerleklerin çıkardığı gıcırtı bile o sessizlikte yankılandı.
Koridora adımını atar atmaz, yere eğilmiş, elinde paspas tutan kırklı yaşlarında bir kadın başını kaldırdı. Kaşlarını çatarak:
— “Oğlum, yeni sildim buraları! Emek verene biraz saygı gösterin be!” dedi.
Ahmet, yorgun gözlerle baktı.
— “Pardon abla…”
Ama kadın durmadı.
— “Hem ne işin var hâlâ burada? Mesai bitti gitti. Çık git hadi, of Allah’ım…”
Ahmet cevap vermeden yürümeye devam etti. Adımlarının ıslak zeminde çıkardığı ses, kadını daha da sinirlendirmişti. Arkasından bağırdı:
— “Hey! Alooo! Sana diyorum!”
Ahmet bir an durdu. Derin bir nefes aldı, dişlerini sıktı. Sesi alçak ama öfkeyle doluydu:
— “Ulan… amına koyayım, bir de bu işsiz karıyla uğraşıyoruz…”
Kadına bakmadan kapıdan çıktı.
Dışarısı puslu ve ıslaktı. Yağmur, sokak lambalarının solgun ışığında gümüş gibi parlıyor, kaldırımlarda minik su birikintileri oluşturuyordu. Hava keskin bir soğukla yüzünü yaladı. O an, zihninde birden yıllar önceki o gece canlandı… aynı yağmur, aynı soğuk, aynı yalnızlık.
Adımlarını hızlandırdı. Yağmur, omuzlarından süzülerek gömleğine işliyordu. Arabasının kapısını açtı, içeri atladı. Metal kapı kapanınca dışarıdaki yağmur sesi boğuk bir uğultuya dönüştü.
Motoru çalıştırdı. İçeride soğuk hâlâ kemiklerine işliyordu, camlarda ince bir buğu vardı. Direksiyona ellerini koydu. Parmaklarının hafif titrediğini fark etti.
Derin bir nefes aldı, dikiz aynasından kendi yorgun yüzüne kısa bir an baktı.
Sonra vitesi takıp, sessizce evine doğru sürdü.
Apartmana gelmişti.
Apartmanın boşluğunda yankılanan tek şey, uzaktan gelen gök gürültüsünün boğuk uğultusuydu. Yağmur, sanki sokak lambalarının etrafında asılı kalmış gibi, ağır ağır yağıyordu.
Ahmet, yorgun adımlarla dairesinin önüne geldi. Ceketinin cebinden anahtarı çıkardı, bir süre kapıya bakakaldı. Sonra metal anahtarı yavaşça kilide soktu. Kapı, yıllardır bir sırrı saklıyormuş gibi gıcırdayarak açıldı.
İçeri girer girmez yüzüne vuran ağır hava, bayat alkol, eski yemek ve nem kokusunun karışımıydı. Loş sokak ışığı, pencerenin kenarından süzülüp salona vuruyor, yerdeki boş şişeler ve cips paketlerinin gölgelerini uzatıyordu.
Ahmet, ayakkabılarını çıkardı. Ceketini omzundan düşürüp koltuğun kenarına bıraktı. Gözleri odayı taradı:
Boş bira şişeleri... Ezilmiş bir pizza kutusu... Sehpanın kenarına yapışmış yağ izleri... Taşmış çöp kovası…
Bir an durdu. Derin bir nefes aldı. Dişlerinin arasından belli belirsiz bir fısıltı döküldü:
— "Yeter lan."
Mutfaktan çöp torbasını aldı, ağzını bağladı, kapının önüne bıraktı. Lavaboda bekleyen tabakları tek tek çıkardı, eline sünger aldı. Sertleşmiş yemek artıkları süngeri zorladı. Tırnaklarının içine köpük doldu. Tezgâhı sildi. Yağmurun sesi cama vururken dışarıya göz attı.
Salona dönüp şişeleri poşete doldurdu. Elektrik süpürgesini çıkardı, yerleri süpürmeye başladı. Koltuk minderlerini kaldırıp altlarını temizledi. Birkaç eski bozuk para ve toz yumağı çıktı. Her yer... içi gibi... dağınık, tozlu ve umursanmamıştı.
Yatak odasına geçti. Kırışmış yorganı düzeltti, kitapları rafa yerleştirdi. Sonra tekrar salona döndü. Nefes aldı. İçerisi artık biraz daha yaşanabilir hâle gelmişti.
Buzdolabını açtı. Buzlukta bekleyen hazır pizzaya uzandı, alıp fırına yerleştirdi. Fırının içindeki ışık pizzayı yavaşça aydınlatırken, Ahmet kollarını göğsünde birleştirdi. Donuk bir ifadeyle bekledi.
İçinden geçirdi:
"Temizlik tamam... Sessizlik fazla... Zaman, yavaş ve yapışkan gibi akıyor. Kafamın içi de öyle."
Salona geçti, koltuğa oturdu. Ayaklarını sehpaya uzattı. Kumandayı eline aldı. Kanallar arasında gezinmeye başladı. Magazin, talk show, spor, tekrar yayınları… derken bir belgesel kanalına denk geldi.
Ekranın üst köşesinde başlık belirdi:
“ZODIAC: MEDYANIN DOĞURDUĞU CANAVAR”
Ekranda orta yaşlarda bir kadın, elinde eski dava dosyalarıyla konuşuyordu:
> “Zodiac sadece bir katil değildi. Medyayı ustaca kullanan, bir anlatıya dönüşen bir figürdü. Cinayetlerini bile sahneye koyar gibi işliyordu. Her cinayet sonrası gönderdiği şifreli mektuplar, sadece polisleri değil, tüm bir toplumu oyunun içine çekti.”
> “Kimliğini hiçbir zaman açığa vurmadı. Ve belki de en korkuncu buydu. Aramızdaydı. Belki alışveriş sırasında yanında durduk, belki de onunla aynı otobüste yolculuk ettik…”
Ahmet’in elindeki kumanda durdu. Parmağı ileri tuşundaydı ama donakaldı. Geri sardı. Kadının söylediklerini tekrar izledi. Gözleri küçüldü, alnı çatıldı. İçinde bir kıpırtı başladı. Tanıdık ama uzun süredir bastırılmış bir his.
Kadının sesi devam ediyordu:
> “Zodiac, polisleri tiye alıyordu. İnsanları korkutmayı değil, düşünmeye zorlamayı seviyordu. Korkuyu estetik bir araca dönüştürmüştü. Onun için her ceset bir imzaydı. Her ölüm, bir şovun parçası…”
Ahmet’in içinden bir fısıltı geçti:
— “Her ölüm… bir şovun parçası… ha.”
Tam o anda fırın ötüverdi. Ses o kadar aniden geldi ki, Ahmet hafifçe irkildi. Ağır adımlarla mutfağa geçti. Fırının kapağını açınca sıcak buhar yüzüne vurdu, gözlük takıyor olsaydı camları buğulanırdı.
Pizzayı dikkatle tezgâha aldı. Kesme tahtasına koyup dilimlemeye başladı. Keskin bıçağın sert sesi mutfağın boşluğunda yankılandı.
Sonra tekrar salona döndü. Televizyon artık kapanmıştı. Belgesel bitmişti. Ses yoktu.
Pizza tabağın kenarında sessizce soğurken, salonda sadece buzdolabının derin uğultusu kalmıştı; sanki evde hâlâ nefes alan tek şey oydu.
Ahmet koltuğa oturdu. Sırtını yasladı. Pencereden dışarı baktı. Yağmur, ince ve sabırlı bir şekilde yağıyordu. Sanki saatlerdir, hiç durmadan…
Az önce izlediği kadının sesi hâlâ kafasında dolanıyordu:
“Bu adam sadece öldürmedi… iz bıraktı.”
Ahmet çenesine uzandı, parmak uçlarıyla yokladı. Gözleri daraldı. Yüzünde bir anlam yoktu, sadece... bir düşünce dolanıyordu.
Kendi kendine fısıldadı:
— “İz…”
— “Bırakmak mı…”
Ses tonu ne kararlıydı ne de ürkek. Sanki biri onun ağzından konuşmuş gibiydi, habersiz. Fikrini seslendirince, kendi sesini tanıyamadı.
Parmaklarını birbirine sürttü. Hareketleri yavaştı. Gözleri hâlâ pencereyi tarıyordu. Dışarısı belirsizdi. Camın yüzeyinde yağmur, sokak lambalarının ışığını kırarak gri bir perde gibi süzülüyordu.
Bir cümle daha döküldü dudaklarından. Düşünmeden.
— “Belki de… bazılarına saygı böyle gösteriliyordur.”
Kendi sesini duyunca, bir an için irkildi. Bu laf… bir düşünce miydi, yoksa bir karar mı?
Öylece kaldı. Ne tabağa uzandı ne televizyona döndü. Kıpırdamadı. Sadece… oturdu.
Pizza soğudu, saat ilerledi.
Dışarıda yağmur hâlâ yağıyordu.
3 GÜN SONRA – CİNAYET MASASI / SORGULAMA KATINDA
Sorgu odasının duvarları kurşunîydi. Tavandaki tek lambadan süzülen solgun ışık, odanın ortasındaki masanın metal yüzeyini donuk bir şekilde parlatıyordu. Masanın hemen karşısında, kelepçeli bir adam oturuyordu: Bilal Meşe. Başını hafif eğmiş, gözlerini masa yüzeyine sabitlemişti. Sol kaşındaki eski kesik belirgindi, yüzü sert ama içinde gizlediği bir yorgunlukla çizgilenmişti. Üzerindeki gri cezaevi tulumu dar, hareketlerini sınırlıyordu. Ellerindeki kelepçeler hafifçe masaya dayanmıştı, parmakları arada bir refleks gibi kımıldıyordu.
Odanın bir duvarında tek yönlü ayna vardı — içeriden sadece yansıma, dışarıdan ise mutlak bir görüş.
Camın arkasında Cem, elleri cebinde, gözlerini Bilal’e dikmişti. Duruşu sakin ama içinde bir huzursuzluk vardı. Buglem hemen arkasında, kollarını göğsünde birleştirmiş, kaşları çatık, bakışları dalgındı.
Buglem (homurdanarak, bezgin bir tonla):
“Bu herifin hâkimi öldürdüğüne dair elimizde tek bir tane somut veri yok mu gerçekten? Bir iz, bir saç teli... bir şey?”
Cem başını cama yasladı. Gözleri boşlukta bir noktaya takılmış gibiydi.
Cem (düşünceli):
“Hiçbir şey. Evde bir kovan. Silah ortada yok. Kamera açısı kör nokta. Kurbanın karısı hâlâ çökmüş durumda... Kadın psikolojik olarak iflas etmiş. Olay anını hatırlamıyor bile.”
Buglem (dişlerini sıkarak, öfkesini bastırmaya çalışarak):
“Bana kalırsa konuşamayacak değil... konuşmak istemiyor. Bilerek susuyor. Zaten adam uyuşturucudan içeri girecek. Bu kadar naz niye? Biz niye hâlâ pamuk ipliğiyle davranıyoruz?”
Cem derin bir nefes aldı. İçinde tuttuğu bir düşünce vardı, yavaşça kelimelere döktü.
Cem:
“Çünkü mesele Bilal'in ceza alması değil... Onun ağzından çıkacak bir cümleyle domino taşı gibi çökecek bir sistem var. O cümle gelirse... İstanbul’un yer altı haritası yeniden çizilecek.”
Buglem kısa bir duraksamayla başını sallar. Ardından gözlerini Bilal’in üzerine diker.
Buglem (soğuk):
“Konuşmayacak. En azından bizimle değil. O herif güvenliğini garantiye almadan tek kelime bile etmez.”
Cem başını eğdi, hafifçe gülümsedi ama içinde alay yoktu.
Cem (kısık sesle):
“Organize Şube farklı düşünüyor.”
Tam o anda kapı açıldı. İçeri, yüzündeki yorgunluk bakışlarına işlemiş Başkomiser Sarp girdi. Üzerinde siyah montu, sert ama kontrollü adımlarla içeri ilerledi. Arkasında Komiser Mert, biraz daha gerideydi.
Sarp camın önüne geldi, kısa bir bakışla içeridekileri süzdü. Gözleri Bilal'in üzerine kilitlendi.
Sarp (tok ama yorgun bir tonla):
“Başlayalım.”
Tam arkasını dönüp kapıya yönelmişti ki, Mert bir adım attı.
Mert (çekinerek, sesi titrek):
“Başkomiserim...”
Sarp durdu. Elini kapının metal kulpuna uzatmıştı, yarım adımda kaldı. Hafifçe başını çevirerek baktı.
Sarp:
“Söyle.”
Mert (gözleri yerde, sesi kararsız):
“Bu adam... bu davadan gerçekten sıyrılacak mı?”
Sarp’ın yüzü hafifçe gerildi. Birkaç saniye boyunca sessiz kaldı. Sonra derin bir nefes alıp, Mert’in gözlerine baktı.
Sarp (sert ama açık):
“Evet. Sıyrılacak.”
Mert'in çenesi hafifçe titredi. Gözlerini kaçırdı. Omuzları düştü. Sarp bir adım ona yaklaştı. Konuştuğunda sesi alçaldı ama daha netti.
Sarp:
“Cinayetten yargılanmayacak. Çünkü delil yok. Silah yok. Görgü yok. Olay yeri bile doğru düzgün raporlanamamış. Cinayet Masası'nın eli kolu bağlı. Bu dava bizimle yürümez.”
Mert (sesi çatallı):
“Peki biz niye buradayız?”
Sarp (camın arkasındaki Bilal’e bakarak):
“Çünkü o hâlâ cinayet masasında olduğunu sanıyor. Onun zannıyla oynayacağız. Rahat olduğunu düşünecek. Konforlu. Kafasında ‘tehlike geçti’ fikri oluşacak. Biz de, bu hissi vermek için buradayız.”
Buglem araya girdi. Sesi bu kez daha sertti.
Buglem:
“Yani her şey baştan beri adamı güvende hissettirmek üzerine kurulu.”
Sarp (dişlerini sıkar):
“Evet. Organize Şube, bu herifi dev bir ağın merkezine oturtmak istiyor. O ağ çökerse... yıllardır çözülmemiş dosyalar bir bir düşecek. Ama Bilal kolay lokma değil. Onun dili çözülecekse, önce psikolojisi çözülmeli.”
Mert:
“Peki ya bu işe yaramazsa? Ya adam rol yaptığını fark ederse?”
Sarp (Cem’e döner):
“O zaman plan B devreye girer. Ama henüz o aşamada değiliz. Şimdi sadece... zemin hazırlıyoruz. Rol yapıyoruz. Kahve getiririz, nezaketi elden bırakmayız. Sorgu değil bu, bir güven inşası. Bu işi halledince adami organizeye geri iade edicez.”
Cem başını sallar. Anlamıştır.
Sarp, kapıya döner.
Sarp:
“Cem. Arkamdan geliyorsun.”
Cem (kısa, net):
“Tamam başkomiserim.”
Sarp metal kapıyı açar. İçeri girerken Bilal’e göz ucuyla kısa bir bakış atar. Cem de birkaç saniye sonra onu takip eder.
Kapı kapanır.
Sorgu devam ederken ofiste
Ahmet, çay makinesinin önünde birkaç saniyeliğine duraksadı. Plastik bardağın içine yavaşça dolan çayın buharı yüzüne hafifçe çarptı. O anlık sıcaklık, yorgun teninde kısa süreli bir huzur gibi yayıldı. Bugün diğer günlerden farklıydı. Omuzları hâlâ düşük, gözaltları hâlâ mor ama bakışlarında belli belirsiz bir canlılık vardı. Belki de sadece bir yanılsamaydı.
Elinde çayla ofisin dolu masaları arasında yürüdü. Sessiz, ama ezberlenmiş bir rota. Penceresiz duvar dibindeki köşeye, her zamanki yerine oturdu. Bilgisayar ekranı açıktı. Sönmemiş bir sekmede, bir sokak cinayetine ait dosya duruyordu. Ekranda sabitlenmiş görüntüde, yağmurla yıkanmış bir asfaltın ortasında sırtüstü uzanmış genç bir beden vardı. Kapüşonu düşmüş, gözleri açık kalmıştı.
Dosya başlığı: "Sokak Cinayeti"
Ahmet, dosyaya baktı. Birkaç saniye boyunca gözlerini ekrandan ayırmadı. Sonra kendi kendine, neredeyse fısıltıyla konuştu:
Ahmet (iç sesi):
“Bu dosyayı yakında faili meçhul olarak rafa kaldıracakmış savcı... Bir şekilde kurtuldum bundan.”
Arkasından gelen ayak sesleri düşüncelerini böldü. Temkinli, kararsız adımlar. Genç bir memurun taşıdığı heyecanın ağırlığı vardı o seste. Selim'di bu. Masaya yaklaşırken hafifçe Ahmet’in sandalyesinin arkasına dokundu.
Ahmet iç çekti, bardağından bir yudum aldı ve başını yarım çevirerek soğuk bir tonla konuştu:
Ahmet:
“Ne oldu Selim?”
Selim, kısa bir duraksamayla konuştu. Sesi kararsızdı ama içinde bastırdığı bir direnç taşıyordu:
Selim:
“Komiserim... sokak cinayeti dosyası hakkında... ne yapacağız?”
Ahmet çayını masaya koydu. Gözlerini ekranın başındaki cansız bedenden ayırmadan sırtını koltuğa yasladı:
Ahmet (sakin):
“faili meçhul rafa kalkar yakında kanıt yok delil yok.”
Selim yerinde kıpırdandı. Dosyadaki fotoğrafa baktı, sonra Ahmet’in gözlerine:
Selim:
“Nasıl yani komiserim? Böyle kolay olmamalı... Bu bir cinayet.”
Ahmet gözlerini kapattı. Dudağının kenarı gerildi. İçinden geçirdiği cümle sessizdi, ama boğazını sıktı:
Ahmet (iç sesi):
"Bu çocuk bu kadar didiklerse başıma bela olacak."
Sonra sesini yükseltmeden ama sertçe konuştu:
Ahmet:
“kanıt yok dedim Selim. Zorlama artık savcıya anlat.”
Selim karşılık verdi. Bu sefer sesi daha net, daha kararlıydı:
Selim:
“Komiserim... bu bir cinayet. Öylece rafa kalkamaz. Bir insan öldü.”
Ahmet sandalyesini geri itti. Yavaşça ayağa kalktı. Sert bakışlarla Selim’in kolunu tuttu. Tepki vermesine izin vermeden onu kapıya doğru yönlendirdi. Masaların arasından geçerken birkaç bakış üzerlerine çevrildi, ama kimse ses etmedi.
Koridorda durduklarında Ahmet’in gözleri Selim’e sabitlendi. Tonu hâlâ alçaktı ama içinde yorgun bir hiddet saklıydı:
Ahmet:
“Bak Selim. Anlıyorum seni. Heyecanlısın. Bu ilk vakan. Ama şunu unutma: Her dava çözülmez.”
Selim bir şey söylemeye çalıştı, ama Ahmet devam etti:
Ahmet:
“Bu dosyada hiçbir şey yok. Kamera yok, tanık yok. Sadece gece sokakta ölü bulunan bir genç. Üzerinde iz yok, cebinde kimlik yok. Kimse sormamış ardından. Ne ailesi, ne bir yakını. 3 gün sonra haberimiz oldu Öylece yatıyordu. Basit bir vaka. Sokakta yaşayan bir genç daha öldü işte. Zorlama artık.”
Selim kısaca cevapladı:
Selim:
“Ölüsü üç gün sonra değil, ertesi gün bulundu. İhbar gelmişti.”
Ahmet’in yüzü sertleşti. Sabrı taşmıştı:
Ahmet:
“Selim. Ne fark eder? O çocuk kimseye göre bir şey ifade etmiyordu. Artık bu konu kapandı. Bir daha bu dosyayı açma.”
Selim başını eğdi ama tavrı dimdikti. Gözlerini Ahmet’ten kaçırmadan fısıldadı:
Selim:
“Anladım komiserim.”
Ahmet bir süre daha baktı ona. Sonra yüzündeki öfke çözüldü, yerini derin bir yorgunluk aldı. Elini Selim’in omzuna koydu, sesi daha yumuşaktı şimdi:
Ahmet:
“Zamanla alışırsın. İlk başta her dosya ağır gelir. Ama sonra... sonra hepsi birbirine benzer. Aynı sokaklar, aynı ölüler, aynı sessizlik. İnsan unutuyor bazı yüzleri.”
Selim başını eğdi. Hiçbir şey demedi.
Ahmet sessizce geri döndü. Ofise girdi. Masasına oturdu. Çayına uzandı. Ama içmedi. Bilgisayar ekranına döndü. O çocuk hâlâ oradaydı. Islak asfaltta, boş gözlerle gökyüzüne bakan bir siluet. Donmuştu, ama gözleri hâlâ soru soruyordu.
Ahmet’in zihninde bir cümle yankılandı:
Ahmet (iç sesi):
“herhangi birisi işte... Sanki belediye başkanı öldü.”
Ama sonra, başka bir şey oldu. Parmağını fareye götürdü. Fotoğrafı büyüttü. Yüzüne yaklaştı. Çocuğun gözleri daha netleşti. Dudaklarının kenarında kurumuş bir kan, alnında ince bir çizik vardı.
O an bir şey kırıldı içinde. Kalın duvarlarında ince bir çatlak oluştu. Bakışları çocuğun yüzünde kaldı. Tanıyordu onu. Gecenin bir yarısında bir duvar dibine yığılan, kendisinden bir şey isteyen o çocuktu.
Kendi elleriyle öldürdüğü çocuktu bu.
Bir gölge gibi bastı sessizlik. Nefesi düzensizleşti. Bakışlarını kaçırmak istedi ama kaçamadı.
Ahmet (iç sesi, daha sessiz):
“Az önce yaptığım... doğru muydu ki?”
Bir an hiçbir şey yapmadı. Sadece baktı. Çayın buharı artık tükenmişti. İçinden gelen sesi susturmak ister gibi gözlerini kırptı, sonra klavyeye uzandı.
Dosyayı açtı.
Yavaşça yazmaya başladı.
Birkaç saat sonra.
Ahmet’in parmakları klavyenin üzerinde bir an durdu. Ekrandaki satırlar bulanıklaştı, düşüncelerinin gölgesinde kayboldu. Omuzlarını yavaşça geriye attı, sandalyenin sırtına yaslandı. Başını hafifçe geriye bıraktı, gözleri tavana kaydı. Derin ve yorgun bir nefes aldı.
Dudaklarının arasından istemsizce döküldü:
Ahmet (iç sesi):
Bitsin artık şu gün…
Başını yana çevirdiğinde gözü, ofisin duvarındaki beyaz tahtaya takıldı. Kalın ve net harflerle, gri tonlarda karalanmış bir başlık vardı:
> CANER YILMAZ CİNAYETİ – AĞIR CEZA HÂKİMİ
Kaşlarını hafifçe kaldırdı. Gözleri tahtadan kayarken kendi kendine mırıldandı:
Ahmet:
“Şu adamın sorgusunu alıyorlardı bugün… Bakalım ne oldu o iş.”
Yerinden ağır adımlarla kalktı. Sandalyenin sürtünme sesi koridorun boşluğunda yankılandı. Ofis kapısını itti ve dışarı çıktı. Koridor boyunca ayak sesleri düzenli bir ritim tutturuyordu, her adım biraz daha ağırlaşıyordu. Merdivenlere geldiğinde adımlarını bilerek yavaşlattı. Boşluğun içinde asılı kalan günün ağırlığı vardı.
Sorgu odasının kapısına yaklaştığında eli tokmağa gitti. Kısa bir tereddütten sonra kapıyı açtı.
İçeride Mert ve Buğlem ayakta bekliyordu. Kapı açılır açılmaz üç çift göz birbirine kilitlendi. Sessizlik ince bir ip gibi aralarında gerildi. Havada görünmez bir elektrik vardı.
Mert, kaşlarını hafifçe çatarak, endişeli bir sesle sordu:
Mert:
“Abi… niye geldin?”
Ahmet, omuzlarını silkerek cevap verdi:
Ahmet:
“İşim yok, merak ettim.”
Buğlem, gözlerini hafifçe kısarak, sesi hafif sorgulayıcı, ince bir alayla:
Bügelem:
“Tamam da… bu davada sen yoksun ki.”
Ahmet’in dudaklarında ince bir gülümseme belirdi, sesi rahat ve hafif taklitçi:
Ahmet:
“Heh işte, o yüzden merak ettim.”
Birkaç adım atarak sorgu odasının içindeki tek yönlü camın önüne yaklaştı. Ellerini cebine soktu. Sakin ve kontrollü adımlarla ilerledi, camın öteki tarafını dikkatle izliyordu.
Camın diğer tarafında Cem ve Sarp, masanın diğer ucundaki Bilal Meşe’yle konuşuyordu.
Bilal, omuzları düşmüş, köy delikanlısı tavrını yansıtan umursamaz bir duruşla oturuyordu. Yüzündeki çizgiler derindi, çaresizliğin ve korkunun izi vardı. Kolları masaya yaslanmış, elleri hafifçe titriyordu.
Sarp, soğukkanlı ama vurgulu, sakin ve ağır bir tonla konuşuyordu:
Sarp:
“Bak Bilal… burada güvendesin. Kimse sana zarar vermez.”
Bilal, dudaklarını buruşturdu, başını öne eğdi. Sesi içten, neredeyse boğuk çıkıyordu:
Bilal:
“Lan amirim… ben bittim artık. Hapise girecem. Bu işin sonu yok.”
Sarp, gözlerini Bilal’in gözlerinden hiç ayırmadan, kelimelerini ağır ağır seçerek devam etti:
Sarp:
“Organizenin sana sunduğu bir teklif var. Bu, sadece bir yol. Başka çaren yok.”
Bilal kaşlarını çatıp alnındaki kırışıklıkları derinleştirdi:
Bilal:
“Ne teklif bu? Sabahtan beri aynı şeyi söylüyorsun ama hâlâ anlamıyorum.”
Cem, sandalyesine hafifçe yaslandı, gerginliğin etkisiyle ağzını açacak oldu ancak Sarp, eliyle kibarca ama kesin bir hareketle “dur” işareti yaptı.
Sarp, ciddi ve biraz da zorlayıcı bir tavırla konuşmaya devam etti:
Sarp:
“Anlatıyorum o zaman. Eğer İstanbul’daki organize suç çetesinin tüm işleyişini anlatırsan, tanık koruma programına alınacaksın. O zaman… hapise girmeyeceksin.”
Bilal, gözleri aniden büyüdü. Ağzı hafifçe aralandı ama hiç ses çıkarmadı. Bir an donup kaldı, sonra kafasını hafifçe iki yana salladı. Çaresizliğin ve korkunun yansımasıydı bu:
Bilal:
“Yok… konuşamam ben amir.”
Sarp hafifçe eğildi, bakışları daha da keskinleşti, doğrudan göz teması kurdu:
Sarp:
“Burada güvendesin, Bilal. Kimse sana zarar vermez. Bunlar gerçek.”
Bilal’in sesi, titrek ve kırılgandı:
Bilal:
“Kime anlatacam? Kim inanacak bana?”
Sarp’ın cevabı soğukkanlıydı, neredeyse bir tehdit gibi:
Sarp:
“Organize seni alacak. Yakında orada olacaksın. Her şeyi aslanlar gibi anlatacaksın. Bu senin tek şansın.”
Bilal, dudaklarını sıktı. Yüzünde çaresiz bir direnç vardı ama kelimeleri yoktu. İçinde bir şeyler kırılıyor, karar verme anı yaklaşıyordu.
Camın öteki tarafında Ahmet, sessizce izliyordu. Yüzü ifadesizdi ama gözlerindeki hesaplar soğuktu.
Ahmet (iç sesi):
“Bu adam... konuşarak mı hapisten çıkacak?”
Kısa bir duraklama…
“Gerçi… mafya çökecek. Belki de değer.”
Ahmet, düşüncelerinin içinde boğulmadan yavaşça geri çekildi. Camdan uzaklaşıp kapıya yöneldi.
Buğlem, arkasından hafif alaycı ve bir parça yandere tavrıyla seslendi:
Bügelem:
“Nereye gidiyorsun? Sorgu daha bitmedi.”
Ahmet, arkası dönük, sadece omzunun üzerinden hafifçe yanıtladı:
Ahmet:
“Benim davam değil.”
Ve odadan çıktı. Kapı yavaşça kapandı. İçeriden hâlâ Sarp’ın sakin ama ısrarcı sesi yankılanıyordu, arka planda Bilal’in sessizliğiyle karışarak.
Ahmet, yorgun adımlarla karanlık merdivenlerden yukarı çıktı. Her basamakta, ağır bir sessizlik ve karanlığın içinde kaybolan düşünceler vardı. Ofisin kapısını araladı, içine adım attı. Masasına yöneldi, oturdu. Gözleri saatine takıldı; çıkışına az bir zaman kalmıştı.
Bir süre, dağınık dosyalara göz gezdirdi. Masanın üstündeki lambanın sarı ışığı, solgun yüzüne düşüyordu. Kollarını masa üzerinde uzattı, parmaklarıyla saate bakarken içinden ağır bir nefes aldı.
Dışarıda koridorlarda insan sesleri, adımlar yavaş yavaş azalmaya başlamıştı. Mesainin bittiğini haber veren bir uğultu yükseliyordu. Ama Ahmet kalkmadı, oturdu, bekledi. Arkasından biri gitti, diğeri çıktı; sonunda ofis boşaldı. O da ayağa kalktı, yalnızlık içinde koridorlarda yürümeye başladı.
Kimsesizlik vardı. Sadece uzaktan gelen organize şube polislerinin ek mesaisi sesi. Karanlık koridorlarda yankılanan ayak sesleri, Ahmet’in yorgun adımlarına eşlik etti. Kapıdan çıktı. Hava soğuktu, gece yarısına yaklaşan zamanın uğursuzluğu vardı.
Arabasına yaklaştı. Kapıyı açtı, motoru çalıştırdı. Sokak lambalarının altında aracın yavaşça harekete geçişi, sessizliğe karıştı. Evine doğru ilerledi.
Apartman önünde durdu. Motoru kapattı. Asansöre bindi. Kapıların kapanışında, metalin soğuk tınısı yankılandı.
Evin kapısını açtı. İçeri girdi. Salona geçti. Koltuğa oturdu, başını geriye doğru attı. Yorgunluk bedenini sarmıştı.
Derin bir nefes aldı, sessizce mırıldandı:
— "Sonunda gün bitiyor... Yapacak bir şey yok... Ama... amaçsız hissediyorum."
Gölgeler duvarlarda dans ederken, düşünceler daha da ağırlaştı. Karnı guruldadı, sessizliği bozdu.
Ayağa kalktı, dolaba yöneldi. Kapısını açtı. İçerisi bomboştu. Raflarda sadece soğuk ve sessizlik vardı.
— "Market'e gidip bir şeyler alayım," dedi kendi kendine, sesi odada yankılandı.
Eve geri döndü. Arabasına yöneldi ama bir an durdu. Cebine baktı. Anahtarı yoktu.
— "Hay anasını be," diye homurdandı, gözleri apartmana takıldı.
Bir süre düşündü, sonra karar verdi.
— "Yürüyerek gitmek daha iyi olacak."
Ayakları kaldırımlarda yankılanırken, gece serinliği tenine değdi. Sokak lambalarının solgun ışığı altında yürüdü. Kendi nefesini duyuyordu. Etrafında sessizliğin koyu örtüsü vardı.
Uzaklarda küçük bir marketin ışıkları parıldıyordu. Kapısından içeri girdi. Raflar arasında yavaş adımlarla ilerledi. Buzluktaki hazır mantıyı aldı, ardından yoğurdu kaptı. Kasaya yöneldi.
Kasiyer genç bir kadın, gülümseyerek sordu:
— "Kart mı, nakit mi efendim?"
Ahmet kısa, soğuk bir sesle yanıtladı:
— "Nakit."
Kadın kasayı açtı. Ahmet cüzdanından 200 TL çıkardı, masaya koydu:
— "Üstü kalsın."
Poşetini aldı, marketten çıktı.
Ahmet, elinde poşetiyle gece sokakta ağır adımlarla ilerliyordu. Serin hava tenine soğuk bir dokunuş yapıyor, karanlık sokak lambalarının sarı ışıkları altında yürüyüşü boş ve yankısızdı. Düşünceler kafasını kemirirken, adımları giderek ağırlaşmıştı. Soğuk sadece dışarıda değildi; içindeki karanlık, bitkinlik ve umutsuzluk havadan daha keskin, daha yoğundu. Günün yükü omuzlarında eziliyor, her nefeste biraz daha derinleşiyordu.
Aniden, köşeden siyah bir minibüs aniden durdu. Motorun keskin, hırçın sesi gece sessizliğini böldü; adeta patlama gibi yankılandı. Ahmet duraksadı, tedirginlikle minibüse baktı. Kapı hızla açıldı, iki adam aniden dışarı fırladı. Gözleri karanlıkta parlayan bu adamların niyeti açık ve netti; kokuşmuş güç ve tehdit.
Birisi hızla ve sertçe Ahmet’in üzerine atladı. Refleksle geri çekilmeye çalıştı, ama çok geçti.
Diğeri elini hızla Ahmet’in kafasına götürdü ve sertçe siyah bir torbayı aniden kafasına geçirdi. Kumaşın soğuk, sert dokusu yüzüne yapıştı, aniden etraf karanlığa gömüldü. Görüşü tamamen kapandı, nefesi kesildi, ciğerleri yanıyordu.
Ahmet, nefes almaya çalışırken, boğuk ve panik dolu bir sesle bağırdı:
— “Noluyor lan!”
Torba ağız ve burnunu kapatıyor, nefes almak giderek zorlaşıyordu. Ellerini, kollarını hareket ettirmeye çalıştı ama güçlü kollar sımsıkı tutuyordu. Nereye kaçmaya çalışsa, karşısındaki adamlar daha da sıkı sarılıyordu.
Bir ses yükseldi, derin, tehditkar ve acımasız:
— “Gel lan! Bağırma!”
Ahmet direnmeye devam etti ama çaresizdi. Ayakları asfalt üzerinde sürüklendi, sert taşların yüzüne vurduğunu, dizlerinin acıdığını hissetti. Yorgunluğu, öfkesi birbirine karışıyordu.
— “Bırakın lan!” diye haykırdı, sesi korku ve öfkeyle doluydu.
Bir adam minibüse girerken alçakça mırıldandı:
— “Oh be abi, 3 gündür arıyoruz şu ibneyi.”
Ahmet sertçe minibüse doğru itildi. Kapı hızla kapandı ve kilitlendi. Motorun sesi yükseldi, araç harekete geçti.
Torbanın içinde nefes almak giderek zorlaştı. Panik ve korku beynini sardı. Kollarını hareket ettirmeye çalıştı, elleri bağlıydı.
— “Orospu çocukları, bırakın lan beni!” diye bağırdı, sesi boğuk, çaresiz ama hırçındı.
Minibüs, karanlık ve ıssız sokaklarda hızla ilerliyordu. Ahmet’in zihninde binlerce düşünce birbirine çarparken, geçmişte yaptığı hatalar, uğradığı ihanetler, pişmanlıklar ve şimdi içinde bulunduğu bu karanlık tuzak arasında gidip geliyordu.
Soğuk ter vücudunu sardı. Kalbi şiddetle atıyordu. Başını kaldırmaya çalıştı, ama torbanın içinde hareket alanı yoktu.
Kendi kendine, nefesini zorlayarak mırıldandı:
— “Ölmek istemiyorum...”
Karanlık içinde çaresizce beklerken, minibüsün camlarından dışarıdaki sokak lambalarının hızlıca geçişi gözüne ilişiyordu. Zihninde belirsizlik, korku ve bir an önce kurtulma arzusu birbirine karışmıştı.
Önünde sadece karanlık vardı; çırpınsada, artık tutunacak hiçbir şeyi kalmamıştı.
3. Bölüm sonu
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı