Bölüm 4

Garip rutubet kokan, 80’lerden kalma, nemli ve unutulmuş bir depo. İçerisi, zamanın unuttuğu tozlarla kaplı. Ortada tek bir sandalye var. Sandalyeye sıkıca bağlanmış bir adam; kafasında siyah, kalın bir torba var. Nefesi düzensiz, ter içinde.

Kapı gıcırdayarak açılır. Beyaz saçlı, yaşının yükünü omuzlarında taşıyan bir adam girer. Arkasında dört iri yapılı adam, iki sağında, iki solunda… Sessizce, sandalye etrafında dizilirler.

45’lerinde beyaz saçlı adam, ağır adımlarla ilerler, adamın arkasına geçer. Yanındaki adamlardan biri, sessizce siyah torbayı kaldırır.

Adamın gözleri açılır. Tavandan gelen beyaz ışık, gözlerini kamaştırır.

Hikmet, öfkeyle:
“Oğlum, siz çıkın.”

Adamlarından biri başıyla onaylar:
“Emrin olur, Hikmet abim.”
Ve sessizce çıkarlar.

Hikmet yere sinirle bakar. Gözleri, içinde biriktirdiği öfkeyi saklamaz. Sonra başını kaldırır, Adamın gözlerine bakar.

Hikmet:
“Ahmet…”
Derin bir nefes alır, soğukkanlı ama sert:
“Sen… Ahmet Duman, cinayet masasının o katil komiserisin.”

Ahmet gözlerini kaçırır.

Ahmet (öfkeyle, tedirgin):
“Ne diyorsun lan? Bırak beni!”

Hikmet (bağırarak):
“Kes lan! Hem dükkanımı, hem mallarımı yaktın!”
“Bide üstüne bağırıyosun lan?!”

Ahmet ne olduğunu anlayamaz, çaresizce bağırır:
“Ne dükkanı, ne malı? İmdat!”

Hikmet, soğuk ve sert bir sesle:
“Sessiz ol!”

Ahmet çaresizce devam eder, sesi titrek:
“İmdat, yardım edin!”

Hikmet yavaşça Ahmet’in önüne gelir, yüzüne bakar.

Ahmet (histerik):
“İmdat…”

Tam o anda, Hikmet’in yumruğu sertçe Ahmet’in yanağına iner. Ahmet’in yanağı mosmor olur.

Ahmet afallar, gözleri kararır. Tavandaki ışıklar söner.

Hikmet (kafasını tutup, soğukkanlı):
“Bayılmak yok lan.”
“Umarım dişin kırılmamıştır.”

Geri çekilir, sandalye çeker, oturur.

Hikmet:
“Şimdi Ahmet, senle konuşacağız.”
“Ben söz hakkı verene kadar konuşma.”
“Tamam mı lan?”

Ahmet başıyla korkuyla onaylar.

Hikmet:
“İşte böyle…”

Sessizlik.

Sonra Hikmet patlar:
“Oğlum, neden benim tekel bayimi yaktın? İçinde mallarım vardı, köpek!”

Ahmet bakar Hikmet’e, o geceyi düşünür:
“Boşuna öldürdüğüm adam… bunun adamımıydı?”

Hikmet (bağırarak):
“Lan, kokain ne kadar pahalı biliyor musun, orospu çocuğu?!”
“Hadi o yaşlı adamı öldürün, siktir et! Ben de öldürürdüm o pezevengi!”
“Ama neden yakıyorsun lan?”
“Kimsin sen, polis parçası? Git fahişe cesedinin memelerini incele!”

Ahmet korkuyla Hikmet’e bakar.

Hikmet sakinleşir ve sorar:
“Tamam şimdi söyle, neden yaktın lan?”

Ahmet yere bakar, korku tüm bedenini sarmıştır. Yediği yumruk onu ortaokul günlerine götürmüştür.

Toparlandıktan sonra zorla:
“Ben bir şey yakmadım, kimseyi öldürmedim.”

Hikmet (öfkeyle):
“Kes lan, yalan söyleme!”
Ve daha da sinirlenerek:
“Dilini keserim, anladın mı lan!”

Hikmet:
“Kamerada seni gördüm.”
“Sigorta kutusunu hangi psikopat doğal süs vererek patlatabilir bilmiyorum ama sen yapmışsın.”

Ahmet bakmaya devam eder.

Hikmet son kez sorar:
“Sen mi yaptın?”

Ahmet artık başka bir yolu olmadığını anlar.
“Evet, ben yaptım.”

Hikmet:
“Oğlum, neden yaptın? Neden durduk yere birinin tekelini yakıyorsun?”

Ahmet:
“Kendimce sebeplerim vardı.”

Hikmet (hala sinirli):
“Senin yüzünden mallarım yandı lan!”

Ahmetin tek düşüncesi:
“Buradan çıkabilecek miyim?”

Ölüm korkusu bedenini sarmıştır.

Ahmet (korkuyla):
“Bana ne yapacaksın?”

Hikmet:
“Ne yapacağım oğlum? Sıkacağım kafana, gömeceğim bir yere.”

Hikmet odadan çıkar.

Ahmet ne yapacağını şaşırır, kendi kendine mırıldanır:
“Hassiktir lan, ne yapacağım lan? Oğlum, ne yapacağım?”

Kapı tekrar açılır. Hikmet adamlarıyla geri gelir. Ellerinde baltalar, Hikmet’in elinde tabanca.

Hikmet:
“Oğlum, bunun kafasına sıkacağım.”
“Sen de bölün, ayrı ayrı yerlere gömün!”

Adamlar:
“Tamam abi!”

Hikmet silahını doğrultur, tam tetiğe basacakken…

Ahmet (bağırarak):
“Dur abi, dur! Çok önemli, bak organize ile ilgili!”

Hikmet kaşlarını çatar:
“Ne organizesi lan?”

Ahmet:
“Bilal Meşe yakalandı. Büyük oyun var, hepinizi bitirecekler.”

Hikmetin gözleri açılır, korku kaplar onu:
“Hassiktir…”

Hikmet adamlarına:
“Çıkın, çabuk! Siz buradan!”

Hikmet ve Ahmet kalır.

Ahmet devam eder:
“Bilal şu an cinayet masasında sorguda ama her an organizeye teslim edebilirler.”

Hikmet araya girer:
“Biliyoz… Salak herif. Hem yakalandı hem hakim öldürttü. Bu yüzden cinayette değil mi şu anda?”

Ahmet:
“Ama adamın hakim davasında sadece şüpheli, kanıt bile yok. Asıl amaç her şeyi itiraf ettirmek. Hem Bilal mafya, cinayet büroda ne işi var sence?”

Hikmet düşünür:
“Lan Bilal cinayet işlemedi mi? O yüzden orada değil mi?”

Ahmet:
“İyi de organize alır mafyanın yaptığı her şeyi. Cinayet olsada mafya yaptıysa organize şube alır. Adam mafya, şüpheliyse davayı organize şube alır, bu kadar basit.”

Hikmet:
“Anlat lan, o zama!”

Ahmet:
“Bak dinle, adamı cinayet büroya aldılar. Asıl amaç şu:”

Hikmet:
"hadi anlatsana lan!"

“Amac Bilal’e güven vermek, konuşacağı ortam sağlamak, tehlike yok hissi vermek.”
“Cinayet masasının başkomiseri konuşmaya yavaş yavaş ikna etmeye başladı bile.”
“Yarın, bugün ya da iki gün içinde Bilal’i organize alacak.”
“Her şeyi anlatacak, bütün İstanbul’u.”

Hikmet araya girer:
“Ne diyorsun lan, sen o adam asla konuşmaz, bıçakla bile açamazsın o adamın ağzını!”

Ahmet (kararlı):
“Hayır, adam konuşacak. İkna olmaya çok yatkın çünkü.”
“Bilal’e özel tanık koruma programı oluşturuyor organize şube.”
“O olunca Bilal de konuşacak. Ve özgür olacak.”

Hikmetin gözleri açılır, korku sarar onu:
“Hassiktir…”
Yere çöker.

Kendi kendine mırıldanır:
“Ne yapacağım lan? Nasıl anlatacağım diğerlerine? Zamanım bile yok, savaşamam...”
“Yerdeyi düşünür ve en sonunda istemediği kararı verir.”
“Kaçmaktan başka çarem yok.”
“En doğru yol kaçmak.”

O zaman işimizi halledelim, Ahmet

Ahmet’e silahını doğrultur, tetiğe dokunacakken…

Ahmet (korkuyla):
“dur, bekle! Halledebilirim!”

Hikmet:
“Nasıl olacak lan o?”

Ahmet korkudan kusacak gibidir, ama hayatı için devam eder:
“O adamı öldürebilirim.”

Hikmet:
“Lan benle taşşak geçme.”

Ahmet:
“Hayır, ben polisim. Oraya girebilen tek kişi polislerdir. Eğer zamanı uygun ayarlayabilirsem olur, inan bana.”

Hikmet düşünür:
“Kolay mı, karakolda adam öldürmek?”

Ahmet:
“Yardım etmeniz lazım, yoksa olmaz. O iş hepiniz bitersiniz ki. Kaçmak kolay iş değil, bunu da biliyorsun. Tek yol bu.”

Hikmet:
“Nasıl bir yardım edeceğim?”

Ahmet:
“Önce eğer işi halledersen, beni öldürmeyeceğine söz ver.”

Hikmet:
“Lan, gerekirse milyonlar veririm.”
“Anlat şunu.”

Ahmet (nefesi hızlı, yüzü ter içinde, gözleri Hikmet’e sabit):
“Susturucu lazım… temiz, seri numarası kazınmış, namlusu değiştirilmiş bir tabanca. Eldiven… iki kat — içte ince lateks, üstte deri.

Ama asıl mesele silah değil. Kaos yaratmam lazım. Karakolun güvenlik sistemi sağlamdır ama memurlar değil. Orada onlarca memur var, hepsi refleksle hareket eder. İçeri bir karmaşa sokarsam, kontrolü kaybederler. İşte burada bana senin ‘umutsuz adamların’ lazım… Kaybedecek hiçbir şeyi olmayan tipler.

Bunlar karakolun önünde ve içinde olay çıkaracak. Kavga, yangın, sahte bomba ihbarı… ne olursa olsun bütün memurlar dağılıp oraya koşacak. Tam o anda Bilal’in bulunduğu sorgu odasına geçeceğim.

Bunu tek atışta yapmam lazım. Kaos biterse, herkes yerine döner ve ben içeride sıkışırım. Dakikalar, belki de saniyeler içinde bitecek bir iş bu. Ama doğru yapılırsa… hiç kimse ne gördüğünü hatırlamaz, kayıtlar yok olur, Bilal ise konuşamadan gider.

Hikmet bu iş çalışır. Çünkü ben orada yıllarımı verdim, hangi kapının ne zaman kilitlendiğini, hangi memurun hangi saatte sigara molası verdiğini biliyorum. Yani tek ihtiyacım, dışarıda o kaosu yaratacak adamlar. Onları sen bulacaksın.”

Hikmet:
“Ulan oğlum, orası kamera dolu. Adamı öldürürsen görürler, yakalanırsın. Her şeyi de anlatırsın, beni de yakarsın sonra.”

Ahmet (boğazı düğümlenmiş, nefesini dengelemeye çalışarak):
“İlk günlerimde öğrendim, karakolun kamera odası bodrumda, ağır bir kapı arkasında. Anahtar, nöbetçi amirin masasının alt çekmecesinde durur… Oradan çalmak kolay değil ama imkânsız da değil. Vardiya değişiminde bir saniyelik boşluk olur, o anı yakalarsam alabilirim.

İçeri girince kayıt cihazını bulmam lazım. Ya diski sökerim… ya da üzerine eski görüntüleri yazarım, sanki hiç kimse gelmemiş gibi. Yedek kayıtlar depoda tutulur, onları da silmezsem işim yarım kalır. Her şey temizlenirse, geriye sadece sessizlik kalır… Kimse kanıt bulamaz.

Ama tek başıma yapamam… Göze batmayacak, kaybedecek bir şeyi olmayan bolca adam lazım.

(İçinden, sessizce) Bunu düşünmem bile midemi bulandırıyor. Ben polisken bile bu kadar köşeye sıkışmamıştım. Ellerim buz gibi… Hikmet’in gözleri üzerimde, nefesim boğazıma takılıyor. Yapmazsam mezarım kazılır… Yaparsam, belki… belki bir gün nefes alırım.”

Hikmet:
“o kolayda Sana nasıl güveneceğim lan? Polisin birisin, her şey beklenir senden. Belki beni ihbar edecen.”

Ahmet keskin, soğuk bir sesle:
“Polis olmayı hak etmiyorum.

Bekledi, yüzünde eskimi bir yorgunluk, gözlerinde boş bi bakış vardı. Derin bir nefes aldı, söze böyle başladı:
“Bana güvenmen zor, ben bile kendime güvenmiyorum artık. Polislik yapıyorum, yıllardır insanların işini görüyorum. Ama şimdi… elimde kan var, vicdanım kaskatı. Birini daha öldürmek... İçimdeki o soğuk ses durmuyor. Kendimi tutamıyorum, gittiği yere kadar gitmek istiyorum.”

Hikmet önce şaşırır, sonra yavaşça başını sallar:
“Tamam… Ekipmanlarını hazırlayacağım. Akşam buraya gel, dikkatli ol. O anahtarı alamazsan, evini de seni de yakarım.”

Hikmet adamlarına seslenir:
“Oğlum, gelin, çabuk şunu evine bırakın.”

Adamlar başlarını sallar, “Tamam abi,” derler.

Ahmet, ağır adımlarla koridordan dışarı çıkar. İçinde yutamayacağı bir lokmanın ağırlığı vardır, nefesi kesilir.

“Yapacağıma inanmıyorum. Nasıl yapacağımı bile bilmiyorum, yıllardır aynı karanlığın içinde sürünüyorum. Düzeltmek için çok geç, biliyorum… Ama akışına bırakırsam, belki bir yerlerde kırılır bu zincir. Belki değişirim. Ya da daha da derine gömülürüm. Bilmiyorum.”

Araba kapısı açılır, Ahmet’i içeri atarlar. Motor çalışır, karanlık yollardan evine doğru sürülürken, Ahmet düşünür:

“Bu yolun sonunda ya özgürlük var ya mezar. Ama ben daha derine gömülmek istemiyorum.”

Siyah minibüs sessizce Ahmet’in apartmanının önüne yanaştı. Ahmet arabadan inerken elindeki mantı ve yoğurt paketleri minibüsün ani hareketiyle yere düştü, içerik etrafa saçıldı. Ahmet bir an duraksadı, paketlere bakıp mırıldandı:
“Boşuna uğraştım… hepsi gitti.”

Minibüs, Ahmet’in bakışları arasında hızla uzaklaştı, şehir neredeyse uykudaydı. Saat epey geçmişti; sokaklar sessizdi, fısıltısız. Ahmet apartmana doğru ağır adımlarla yürüdü. İçini bir ürperti kapladı ama utanmıyordu; korkuyordu. Eğer planını gerçekleştiremezse ölecekti.

Asansörün kapısını açtı, içine girdi. Ayakları hafifçe titriyordu. Az önce yaptığı aşağılık hareketi düşündü; utanç yoktu, sadece soğuk bir korku vardı. Asansör yukarı çıkarken kalbi deli gibi çarpıyordu.

Evinin katına geldiğinde anahtarı kapıya sokmaya çalıştı. Elleri titriyordu; birkaç kez denedi. Sonunda kilit açıldı, kapı gıcırdayarak aralandı. İçeriye adım attı. Ev soğuktu, sessizdi, sanki nefes alıyordu. Artık karnı aç değildi; direkt yatağına yöneldi. Üstünü değiştirmedi, gözleri tavana takılı kaldı.

“Ne yapacağım… ölmek istemiyorum… ama onu öldüreceğim diğer orospu çocuğunu da geberticem…” diye mırıldandı, nefesini yavaşlatmaya çalışarak.

Heyecan vardı içinde; hızlı olması gerekiyordu. Planını sabaha kadar kafasında tekrar tekrar geçirdi, karakolda yapacağı her hamleyi, olası boşlukları, tetiklenebilecek her senaryoyu detaylıca düşündü. Karakolda Mafya babasını öldüren ilk tetikçi olarak Tarihe geçecekti.

Birkaç saat sonra, saat sabah beş olmuştu. Ahmet ağır adımlarla salona geçti. Televizyonu açtı; ekranın ışığı odadaki karanlığı bölüyordu ama gerçekten izlemek istemiyordu. Sessizce oturdu; saatlerce sadece televizyonun sesiyle baş başa kaldı.

Zaman gelmişti

“Zaman geldi… gitmem lazım,” dedi kendi kendine, nefesini yavaşça ritme sokarak. Anahtarını aldı, ceketini giydi. Apartman kapısından çıktı, asansöre bindi ve sessizce yere indi. Arabasının kapısını açtı, koltuğa oturdu ve motoru çalıştırdı.

Dışarıdaki hava masmaviydi; bulutlar seyrek, güneş henüz doğmamıştı ama gökyüzü günün güzelliğini müjdeliyordu. Dudaklarının arasından sessizce mırıldandı:

“Güzel bir gün… ama sadece havası güzel…”

Karakola doğru sürerken gözleri yoldaki boşlukları tarıyordu; sokak lambalarının soluk ışığı birer birer kayıp gidiyordu. Arabasından indi, kapıyı sessizce kapatıp kilitledi. Elleri titriyordu, nefesini derinleştirdi.

“Neye dönüşüyorum ben...?

O an, kulaklarında çınlayan sessizlik içinde Ahmet’in içsel sesi bir kez daha yankılandı:
“Planım işe yarayacak mı? Yoksa ben de ölecekmi miyim… bu karanlıkta?”

Karakola gelmişti.

Ahmet ağır adımlarla karakolun ön kapısına doğru yürüdü. Merdivenler soğuk, taş basamakların her adımda çıkardığı tok ses koridorlara kadar yankılanıyordu. İçeri girdiğinde, ortamda öyle bir sessizlik vardı ki, insanın içini tırmalıyordu; tıpkı fırtınadan önceki o uğursuz sessizlik. Birkaç masa başında evrak karıştıran polisler vardı ama kimsenin gözü Ahmet’te değildi. Bu, işine gelecekti.

Gözleri etrafı tarayarak alt kata indi. Beton merdivenlerden inerken floresan ışıkların hafif uğultusu kulaklarına doldu. Alt koridor, duvarlardaki sararmış boyalar ve köşelerdeki örümcek ağlarıyla eski bir binanın nefes aldığı hissini veriyordu. Kamera odası yazan kapının önüne geldi. Kapı kapalıydı.

Ahmet parmak boğumlarıyla kapıya tık tık vurdu. Bekledi. Ses yok.
“Sanırım daha gelmedi nöbetçi…” diye mırıldandı. Güzel…

Tam arkasını dönüp gidecekken içeriden bir klik sesi geldi. Kapı hafif aralandı. Kapıda orta yaşlı, göbeği hafif sarkmış, üzerinde yıpranmış lacivert gömlek olan bir adam belirdi. Gözlerinde uykusuzluk ve hafif alay vardı.
— Ne oldu? diye sordu adam, kaşlarını kaldırarak.

Ahmet, hafif bir şaşkınlıkla ama kendinden emin bir tonla cevap verdi:
— Şey… kamera odasına bakmam gerekiyor. Bilal Meşe’nin tutulduğu yerdeki kameraların kapanmasını istemeyiz.

Adam kaşlarını çattı:
— Birader, sen kimsin?

Ahmet’in dudaklarının kenarı hafif yukarı kıvrıldı.
— Ne… beni tanımıyor musun?

Adam omuz silkti:
— Kardeşim, kimsin diyorum.

Ahmet hafifçe öne eğilip göz temasını kesmeden konuştu:
— Cinayet Büro Komiseriyim.

Adam bir an duraksadı, sesi biraz yumuşadı:
— Pardon komiserim, sizi ilk kez görüyorum.

Ahmet, sert ama sakin bir ifadeyle:
— Beş yıldır buradayım, hiç mi görmedin?

Adam gülümsedi, omuzlarını kaldırdı:
— Yok, görmedim işte.

Ahmet içinden geçirdi: Beni tanımamaları bazen işime gelir.
— Girip bakacağım.

Adam kenara çekildi.
— Buyurun komiserim.

Ahmet içeri adım attığında gözleri anında monitörlere kaydı. Oda loştu, sadece ekranların soğuk, mavi tonlu ışıkları yüzünü aydınlatıyordu. En az yirmi monitör, farklı açılardan binanın her köşesini gösteriyordu. Kimi kamera tavandan, kimi köşe duvarlardan, kimi de dışarıdan girişleri gözetliyordu.

Sağa sola hızlıca göz gezdirdi. Gözleri, sistemin markasını monitörlerin altında gördü: Hikvision. Ahmet, zihninde bu markanın bilinen yazılım açıklarını hatırladı; bazı modellerde varsayılan şifreler hâlâ değiştirilmemiş oluyordu. Belki admin:12345 hâlâ çalışıyordur…

Bir kenarda, kayıt sunucusu olarak kullanılan siyah kasa bilgisayar vardı. Ethernet kabloları duvardaki patch panel’e gidiyordu. Switch cihazı eskiydi, üzerinde bantla kapatılmış bir port vardı. Ahmet bu detayı aklına kazıdı.

Monitörlerden biri kısa süreliğine karardı, ardından geri geldi. Bu, kablo teması ya da yazılım hatası olabilirdi. Ahmet’in yüzünde belirsiz bir gülümseme oluştu. Demek ki sistem stabil değil… benim işim kolaylaşacak.

Ekranların birinde Bilal’in nezareti görünüyordu. Diğerinde üst kattaki ofisler, başka birinde giriş kapısı. Her hareket saniye saniye kaydediliyordu. Ahmet, hangi kameraların kör noktalar yarattığını hafızasına kazıdı.

Arkasını dönüp adama baktı:
— Kendinize iyi bak, komiserim.

Adam başıyla selam verdi:
— Eyvallah, komiserim.

Ahmet kapıdan çıktı, merdivenlerden yukarı yöneldi. Üst katta nezarethane vardı. Kapının önünde nöbet tutan genç bir polis telefonunu kurcalıyordu.
— Kolay gelsin, dedi Ahmet.

Polis irkilip toparlandı:
— Eyvallah komiserim.

Ahmet demir kapıyı açıp içeri girdi. Parmaklıkların ardında sadece Bilal vardı. Başını eğmiş, yerdeki bir lekeye bakıyordu.

— Şşt… Bilal.

Bilal başını hızla kaldırdı, gözleri öfkeyle doluydu.
— Konuşacak mısın, bağri?

Bilal hiçbir şey demedi, bakışlarını tekrar yere indirdi. Ahmet dudaklarının arasından fısıldadı:
— İyi… o zaman usulca dur.

Nezaretten çıkıp bir üst kata çıktı. Koridor boyunca yürürken tavandaki kameraların açılarını inceliyordu. Sonunda ofis katına geldi. İçerisi insan kaynıyordu; Cem, Buğlem ve Mert bir masanın başında koyu bir sohbete dalmıştı. Ahmet uzaktan baktı ama ne konuştuklarını duyamadı. Yüzlerinden belli ki kendi aralarında bir şeyler çeviriyorlardı.

Masasına oturdu. Saat 09:00’u geçmişti. Geç gelmişti ama kimse fark etmemişti. Zaten bu saatten sonra fark eden olursa da umursamayacaktı.

Ahmet masasına oturdu. Sandalyeden çıkan gıcırtı, odanın sessizliğini jilet gibi kesti. O ses, yıllardır onun kafasında dönüp duran bütün anıların kapısını aralar gibiydi. Ellerini yavaşça masanın üzerine koydu. Parmakları, kaslarının gerilmesini hissettiği kadar, geçmişin de ağırlığını taşıyordu. Sonra kaldırdı… Parmaklarını tek tek kütletti. Eklem sesleri, sanki boş bir depoda yankılanan metal çatırdaması gibi odanın her köşesine yayıldı. Ama en çok kendi kafasının içinde çınladı.

O an, masanın başında oturan biri yoktu aslında. Bir adam değildi o. Çocukluğundan beri kendi gölgesinin altında nefessiz kalan, kimsenin ismini bilmediği, sadece farkında olmadan üzerinden atladığı bir varlıktı. İnsanların gözüne görünmeyen ama hep orada duran bir taş parçası gibi… Soğuk, sert, sessiz.

Çocukluğu… Hatırlamak bile ağırdı. Renkleri yoktu, sadece gri. Çamurla kaplı, rüzgârın ıslık çaldığı boş sokaklarda oynayan çocukların arasındaki sessiz bir figürdü. Onlar gülerken o bakardı. Kimse çağırmazdı. Top yanlışlıkla ayağına gelse, içgüdüyle tekme atar, sonra sessizce kenara çekilirdi. Çünkü biliyordu… topu ona veren el, ertesi gün yumruk da verecekti. Varlığı, yokluğu kadar değerliydi. İnsanlar onunla yalnızca bir sebeple konuşurdu: Onu aşağılamak, incitmek, alay etmek. Ama asıl yarayı açan yumruklar değildi… bakışlardı.

O bakışlar, sanki onun gözlerine değerse kötü bir şey olacakmış gibi kaçınan, başını çeviren, yüzüne hiç bakmayan insan bakışları… Ahmet, o gözlerden çok şey öğrendi. İnsan, bazen bir kelime duymadan da yok sayılabilirdi. Ve yok sayılmak, dayak yemekten daha çok acıtırdı.

Annesi… “anne” kelimesi onun ağzında anlamsız bir ses yığınıydı. Hiç olmamış gibiydi. Ahmet’e her baktığında hep aynı cümleyi kurardı: bazen fısıltıyla, bazen öfkeyle tükürerek…
“Sen ona benziyorsun. Tıpkı onun gibi bakıyorsun. Senden nefret ediyorum. Lanet gibi geldin hayatıma.”

Bu sözlerin içinde sevgi yoktu. Sıcaklık yoktu. Sadece suçlama vardı. Paslı bir bıçak gibi her tekrarda daha derine saplanan bir hatırlatma. Ahmet’in yüzü, annesinin unutmak istediği geçmişin canlı kanıtıydı. Her bakışında kadın, kendi yarasını yeniden açıyor; Ahmet ise o yaranın içinde büyümeye zorlanıyordu.

Üvey babası… işte nefretin nasıl derinleştiğini ondan öğrendi. Adamın evdeki adımlarının sesi bile duvarlara korku yayardı. Yumruklarının acısı birkaç gün sürerdi ama sözlerinin izi ömür boyu kalırdı. “Hiçbir şey değilsin” damgasını kalbine çaktığında Ahmet henüz çocuktı, ama o damga büyüdü, sertleşti, taşlaştı. Evden çıkıp gittiğinde ne annesi “dur” dedi, ne üvey babası arkasından baktı. Kapı kapandı, konu kapandı. Annesi öldüğünde bile cenazeye çağrılmadı.

Ama bütün bunların üzerinde, hayatının merkezinde adı anılmayan bir gölge vardı: Babası. Evde yüksek sesle bile konuşulmayan bir adam… Gazetelerde yüzü bulanık, dosyalarında ise sadece korku okumak cesaret isterdi, keskin bakışlı bir psikopat. İnsanlar ondan söz ederken seslerini kısar, bakışlarını başka yöne çevirirdi. Nedenini kimse tam anlatmazdı. Ama herkes ondan korkardı.

Ahmet korkmuyordu. Aksine, içinde garip bir gurur taşıyordu. Çünkü o adamdan geriye kalan tek şey, kendi kanında akan bir sıcaklıktı. Belki de sevebileceği başka kimse kalmadığı içindi bu sevgi. Belki de hayatında ilk kez “aitlik” hissini orada bulmuştu.

Yirmi bir yıl… tek kelimeyle yalnızdı. Yalnız değil… yapayalnız. Dostu, sırdaşı, yoldaşı sadece alkol oldu. Onunla tanışması on beşinde oldu. Önce birkaç yudum… Sonra gizlice çalınan şişeler. Bir süre sonra Ahmet, en samimi sohbetlerini bir şişenin dibinde yapmaya başladı. Alkol, ona konuşmayan bir dosttu; onu yargılamazdı, sırtını dönmezdi. Ama her sabah aynaya baktığında gördüğü kırık gözler, kendi tiksintisini saklayamazdı.

O an tavana baktı. Tavandan süzülen solgun ışık gözlerini kamaştırdı. Elini cebine değil, çekmecesine uzattı. Oradan çıkardı tek değerli şeyini… Babasıyla on birinci yaş gününde çekilmiş bir fotoğraf. O gün, babasının eli omzundaydı. Sertti… ama düşman değildi. O ağırlık, yıllar boyu özlediği tek ağırlıktı. Dudaklarında istemsiz bir tebessüm belirdi. Fotoğrafın kenarlarını parmak uçlarıyla okşadı. Sonra, usulca geri koydu. Çekmece kapandığında, sanki yıllar önce kapanması gereken bir kapıyı yeniden kapatmış gibiydi.

Bilgisayarını açtı. Soğuk ekran ışığı yüzünü aydınlattı. Önündeki dosyalar ağırdı… ama geçmişin yükü daha ağırdı. Ahmet biliyordu… Bazı kararlar, bazı kanlar, sadece sessizlerin verebileceği kararlardı. Ve o, bu sessizlikten doğmuştu.

Saat öğlene yaklaşırken, karakolun içi soğuk ve metalik bir sessizlikle doluydu. Beton duvarlar arasında yankılanan tek ses, Ahmet’in masasındaki evraklara düşen kalemlerin hafif tıkırtısıydı. Düşünceleri, geçmişte yaptığı her hatanın ağırlığıyla üstüne çökmüştü. Yalnızca tek bir arzusunun farkındaydı: bir bardak soğuk su. Masasından kalktı, adımları sert beton koridorlarda yankılanırken, her tok ses neredeyse bir tehdit gibi boğazına tıkandı.

Sebilin önüne geldiğinde Mert de oradaydı. Gözleri Ahmet’e takıldı; kısa bir bakış geçti aralarında. Ahmet bakışlarını hızla kaçırdı. Aralarındaki sessizlik, görünmez bir gerilimle, soğuk bir gölge gibi asılı kaldı.

Ahmet bardağını doldururken, zihni bir anda Bilal’e takıldı. Döndü, gözleri Mert’le buluştu:
— Şey… şu Bilal varya…

Mert kaşlarını kaldırdı:
— Eee?

Ahmet’in sesi hafif titriyordu, ama kararlılığı keskin ve tehditkârdı:
— Organize şube ne zaman alacak onu?

Mert omuz silkti, yüzünde kararsızlık ve hafif endişe vardı:
— Valla… bilmiyorum. Yarın alırlar herhalde.

Ahmet kısa bir baş sallama ile onayladı ve bardağını kaldırıp masasına doğru yürümeye devam etti. Ama aklındaki karanlık düşünceler, her adımıyla daha da ağırlaşıyordu.

Tam o anda, özel ofisinden başkomiser Sarp çıktı. Gözlerinde, herkesin fark edebileceği bir sevinç vardı, ama Ahmet’in gözleri sadece kırmızı alarm gibi açıldı:
— Arkadaşlar! Organize şube bu öğleden sonra Bilal’i alacak! Sonunda bu adamdan kurtuluyoruz!

Kalabalıktan bir uğultu yükseldi:
— Oh be! Sonunda bitti!
— Kurtulduk valla!
— Hadi hayırlı olsun!

Ahmet’in gözleri bir anlığına dondu, tüm neşeyi bir kış rüzgarı gibi söndürdü. Yüzü ciddiyetle gerildi, omuzları sertleşti:
— Siktir…

zamanı yoktu.

Askılıkta asılı ceketini hızlıca kapıp, kapıya yöneldi. Mert arkasından baksa da Ahmet umursamadı; bu, onun gizli kozu olacaktı: görünmez olmak. Koridorlarda adımları sessiz ama kararlıydı. Her adım, zihninde Hikmet’in deposuna gidecek planı ile yankılanıyordu; her adım bir ölüm çanının tok sesi gibiydi.

— Bir an önce Hikmet’in deposuna gitmeliyim… — diye mırıldandı kendi kendine, sesi neredeyse bir fısıltı kadar azdı. — Umarım adamları hazırlamıştır… ekipmanları söylemeye gerek yok… lan, neden bu adamın numarasını almadım ki…

Düşünceler içinde kaybolurken, çoktan karakolun kapısını ardında bırakmıştı. Arabasına doğru koşar adımlarla ilerledi. Anahtarı çevirirken motorun uğultusu bile kalbinin çarpmasını bastıramadı. Hikmet’in deposuna doğru tam gaz sürmeye başladı.

Rüzgar yüzüne çarpıyor, elleri direksiyonu kavradıkça titriyordu. İçinde bir coşku, bir korku, bir heyecan vardı; ama aklını kaybetmesine izin veremezdi. Mantık her zaman önceliği olmalıydı. Her ışık, her dönemeç, her potansiyel engel gözünde beliriyordu; her an bir gölge, bir hata onu avlayabilirdi.

— Sakin ol… — diye mırıldandı Ahmet, nefesini derinleştirerek. — Bir adım, bir hamle… her şey yerli yerine oturmalı.

Koridorlarda, araçta, sokaklarda… her şey onun kontrolündeydi. Ama zaman daralıyordu; her saniye, onu Hikmet’in deposuna biraz daha yaklaştırıyor, kalbindeki karanlık bir boşlukta yankılanıyordu. Her viraj, her gölge, her ışık hızıyla ilerleyen bir ölümün habercisiydi.

Ahmet, aracını sıkıca kavradı, gözlerini karanlığa dikti. İçinde fısıldayan bir ses vardı:
— Geri dönmek yok… yapmazsan ölürsün… yaparsan belki hissedersin …

Hikmetin deposuna gelmişti.

Ahmet arabasından indi, kapıyı sertçe kapattı. Hava öğlen olmasına rağmen, depo karanlıktı; kalın beton duvarlar güneş ışığını içeri süzmez, gölgeler keskin ve uzun çizgilerle duvarlarda dans ediyordu. Ahmet’in nefesi ağır ve kesik kesikti, mırıldandı:
— Hadi Hikmet… hazır ettim de… ne olursun… hazırladım… de lan… lütfen amına koyduğumun evladı… lütfen… hazırladım de bana.

Adımlarını sessiz ama hızlı attı, depo arkasındaki demir kapıya doğru yürüdü. Kapının önünde iki iri koruma bekliyordu; Hikmet’in adamları. Gözleri Ahmet’in üstündeydi, onu tartıyor, kararlılığını test edercesine süzüyorlardı.

— Dursana bilader… dedi biri, sesi metalik ve sertti.

Ahmet gözlerini kısarak karşılık verdi:
— Lan… beni hatırlamadınız mı? Hikmet’le işim var.

Korumalardan biri başını kaldırdı:
— Abiye sorup geliyim, tamam mı?

Ahmet sertçe:
— Lan… zaman yok! Hepinizi sikecekler! Çekilin!

Adamların arasından sıyrıldı, içeri daldı. Arkasından bağırışlar yükseldi:
— Lan, dursana!

Ahmet koşarak ilerledi, kalbi göğsünden fırlayacak gibi atıyordu:
— Hikmet! Neredesin lan?!

Hikmet, odasının kapısından başını çıkardı, gözlerinde şaşkınlık ve hafif bir endişe vardı:
— Ahmet… ne ara geldin?

Ahmet öfkeyle bağırdı:
— Zaman yok! Zaman!

Hikmet bir an durakladı, yüzünde endişe belirdi. Ahmet devam etti:
— Hazırladım mı ekipmanları? Ve… hapise girmeyi göze alacak adamları?

Hikmet kısa bir sessizlikten sonra, sert bir tonla:
— Ekipmanlar hazır… ama…

Ahmet’in sesi yankılandı:
— Ama ne!

Hikmet titrek bir şekilde:
— Adamlar hazır değil…

Ahmet’in öfkesi doruğa çıktı:
— Lan, niye hazırlamıyorsun gerizekalı herif! Nasıl yapacağım şimdi, ortalığı karıştırmadan?!

Hikmet sinirle bağırdı:
— Ne yapayım yarram! O kadar adamı bir günde nasıl bulayım, zamanı bile söylemiyorsun!

Ahmet, gözlerini kısarak:
— Lan… bende bilmiyordum, bende!

Hikmet derin bir nefes aldı, sert bir bakışla:
— O işi tek yapacaksın o zaman.

Ahmet, gözü kara bir öfkeyle:
— Sen benle dassak mı geçiyorsun lan?! Kolay mı bu?!

Hikmet cevap vermez, sadece bakar.

Ahmet daha da sinirlenir:
— Yapmıyorum… amınakodugum işini!

Hikmet bağırarak karşılık verdi:
— Nasıl yapmıyorsun lan orospu çocuğu! Ben sana güvenip kaçış için hazırlık bile yapmadım!

Ahmet’in içi titredi, korku ve öfke birbirine karıştı:
— Hikmet… adamlar hazır değilse… nasıl yapacağım bu işi?!

Hikmet bir el hareketiyle adamlarına emir verdi. Adamlardan biri Ahmet’in üzerine atladı, sıkıca tutmaya çalıştı. Hikmet bağırdı:
— Yapacaksın ulan! Senin yüzünden hapise giremem!

Ahmet’in ciğerleri yanıyor, kalbi göğsünden fırlayacak gibi çarpıyordu. Elleri titrerken sesi, öfke ve çaresizliğin karışımıyla yankılandı:
— Seni… geri kafalı, yabani, aptal orospu çocuğu! Adamlar hazır olmadan tek başıma yapamam… anlamıyor musun?! Mal herif!

Gözleri Hikmet’in gözleriyle buluştu, içindeki öfke bir anlığına korkuya karıştı. Her kelime, hem öfkesini hem de içinde büyüyen çaresizliği taşıyordu.

Hikmet delirmişti

Ahmet, gözlerini dikti, kalbi deli gibi atıyordu. Hikmet silahını çıkarıp doğrulttu. Ahmet’in korkusu zirveye ulaştı. Hikmet bağırdı:
— Geber lan!

Tetik çekildi. Çıkan sadece tek bir tık sesi… mermi çıkmamıştı içi boştu. Ahmet ölüme hiç bu kadar yakın olmamıştı. Tavrı bir anda değişti:
— Dur!

Hikmet gerildi, gözleri öfke ve şaşkınlıkla doldu. Ahmet hızlıca ekledi:
— Tamam… yapacağım zaten! Yapamazsam… yine olucem, şerefsiz herif…

Hikmet sert bir nefes alıp bağırdı:
— Yapacaksın… başka yolu yok.

Adamına işaret etti. Ahmet’i serbest bıraktılar ve Hikmet’in deposundaki odaya götürdüler. Kapı açıldığında Ahmet’in gözleri büyük bir sandığı gördü. Sandığı açtığında kalbi hızla çarptı:

İçinde tabanca… susturucu… keskin bıçak… ağır deri eldivenler… maskeler… Her şey düzenli, kusursuz, sanki Ahmet için özel hazırlanmıştı. Ellerini ürpererek tabancaya uzattı; parmaklarının titremesi, her tetiğe bastığında ölüme olan yakınlığı hatırlatıyordu. Maske… nefesini tutmuş, gerilimi iliklerine kadar hissetmişti.

Ahmet derin bir nefes aldı, gözlerini Hikmet’e dikti:
— Bir de… bunu nasıl yapacağım lan? Adamlar olmadan, ortalığı karıştırmak için lazımdı…

Hikmet sert bakışlarını sabitledi, sesi soğuk ve keskin:
— Elinde seçim yok. Yapmazsan… ölürsün. Sonra ben de ölürüm. Yapmayı deneyip yapamazsan yine ölürsün bende biterim. Ama yaparsan… biter. Polissin, kimse senden şüphelenmeyecek.

Ahmet içinden homurdandı, nefesi hızlı ve sığdı. Sandıktaki ekipmanları bir çantaya yerleştirdi. Her parça… her detay… hayatının ve planının kilit noktasıydı. Elleri çantanın sapına sıkıca kenetlendi, gözlerini kapadı ve derin bir nefes aldı:
— bu adam benimle taşşak geçiyor galiba Bu iş… imkansız.

Çantayı omzuna attı, karanlık depodan sessizce çıktı. Arabasına yöneldi. Planı kafasında dönüyor, her ışık, her engel, her hareket saniyesi hesaplanıyordu. En kritik nokta… adamlar olmadan, bu işin tamamlanması imkansızdı. Ama farklı bir planı vardı. Başka çare yoktu.

Motorun uğultusu karanlık sessizliği deldi. Ahmet direksiyona sıkıca tutundu. İçindeki karanlık, heyecan ve korku birbirine karıştı. Mantık hâlâ öndeydi. Tek hedefi vardı: her şeyi doğru yapmak. Yoksa… her şey çok hızlı bitecekti.

Saat öğlene gelmişti. Gökyüzü gri, ağır bulutlarla kapanmıştı; hava sıcak değildi ama nefes alması zordu. Ahmet arabasını karakolun önünde durdurdu. Motor sustu, bir sessizlik çöktü. Ellerini direksiyondan yavaşça çekti, alnındaki teri silmeden önce uzun uzun düşündü.

Kapıyı açıp indi. Kapıyı sertçe kapatınca metalin tok sesi sokağa çarptı. Bagaja doğru yürüdü. Çantası oradaydı… içinde o lanet ekipmanlarla. Bagajı açtı, çantaya baktı. Çantanın fermuarı bile ona göz kırpan bir iblis gibiydi. Parmakları sapına dokundu ama kaldırmadı. Uzun uzun baktı… nefesi hızlandı.

Mırıldandı kendi kendine:
— dönmek yok…

Bagajı kapattı.

Merdivenlere yöneldi. Her adımı ağır, beton basamaklar demir gibi sertti. Kapıdan içeri girdiği an, karakolun havası suratına vurdu: bayat kahve kokusu, eski dosyaların tozu ve içeride sigara içilmiş gibi ağır bir koku. İçeride kalabalık vardı ama herkes sessiz bir gerginlikle çalışıyordu.

Ahmet koridorda yürümeye başladı. Koridor uzadıkça uzadı, sanki hiç bitmeyecek gibiydi. Sağında solunda memurlar vardı, kimi evrak taşıyor, kimi telefonla konuşuyordu ama Ahmet için hepsi sadece bulanık gölgelerdi. Gözleri önündeki çizgiye sabitlenmişti.

Üst kata çıktı. Cinayet masasının bulunduğu kat. Ahmet bir an durdu, camdan ofisin içine baktı. Masalarda oturan polisler kahve içiyor, evrak karıştırıyordu. Ahmet onları sadece uzaktan izledi. Birkaç saniye bakıp derin bir nefes aldı, sonra başını çevirdi ve merdivenlerden çıkmaya devam etti.

Bir üst kat… organize şubenin katı. Buradaki hava daha da ağırdı. İnsanların bakışları sertti, odanın enerjisi farklıydı. Ahmet, organize şubenin ofisine girdiğinde bir anda herkesin bakışları üzerinde toplandı. Kalemi elinde tutan bile, duraksayıp ona çevirdi gözlerini.

Ahmet, bakışlarıyla cevap vermedi. Sadece başıyla kısa bir selam verdi. Sanki “merhaba” değil, “görmeyin beni” der gibiydi. Birkaç saniye sonra herkes tekrar işine döndü ama o bakışların ağırlığı Ahmet’in sırtına saplanmıştı.

Ofisin arkasındaki odanın kapısını açtı. İçeride, organize şubenin başkomiseri Muzaffer vardı. Gözlüklerinin üzerinden Ahmet’e baktı, dosyayı kapattı.

— Ahmet… dedi, sesi ağır ve biraz şaşkındı.
Ahmet gözlerini yere dikti, sonra yavaşça kaldırdı. Yüzünde bir maske vardı sanki; ne korku, ne öfke, ne de pişmanlık. Sadece soğuk bir kararlılık.

Bir adım ileri attı, elleri refleksle beline gitti. Gömleğinin altındaki silaha yakın duruyordu parmakları. Muzaffer’in bakışları Ahmet’in elinde takılı kaldı. O an ofisin içindeki hava daha da sıkıştı, oksijen çekilmiş gibiydi.

Ahmet’in kalbi deli gibi atıyordu, ama yüzünde hiçbir ifade yoktu.

Ertesi gün akşam…

Siyah bir Mercedes S-Class ağır ağır sahil yolunda ilerledi. Arabanın camları simsiyah, motorunun sesi derinden ve tok bir uğultu çıkarıyordu. Direksiyonun arkasında Hikmet vardı; suratında keyifli bir ifade, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümseme… Araba villasının önüne geldiğinde, ön kapıdaki korumalardan biri koşarak kapıyı açtı.

— İyi akşamlar abi.

Hikmet, ona göz ucuyla soğuk bir bakış attı, cevap bile vermedi. Başını hafifçe eğdi, sonra yere bakarak ağır adımlarla villanın büyük kapısına yürüdü. Paltosunun cebinden sigarasını çıkardı, ama yakmadı. Kapıdan girerken sadece mırıldandı:

— Siz gidin… bu gece yalnız kalmak istiyorum.

Adamları başlarıyla onayladı, kısa bir “tamam abi” dediler. Arabaya bindiler, uğultuyla uzaklaştılar. Villanın bahçesinde rüzgâr uğulduyor, ağaçların dalları birbirine çarpıyordu.

Hikmet içeri girdi. Paltoyu askıya astı, anahtarı sehpanın üstüne bıraktı. Evin içi loş ışıklarla aydınlanıyordu; duvarlardaki tabloların gölgeleri zemine düşmüş, sanki canlı gibi hareket ediyordu. Mırıldanarak salona geçti, televizyonu açtı. Önce anlamsız bir yarışma programı açıldı, gözleriyle bile istemsiz tiksindi. Kumandayı sertçe bastı, kanalı değiştirdi.

İstanbul Emniyet Müdürlüğü önünden yayın yapan bir haber spikeri ekrana yansıdı. Arkasında polis barikatları, ellerinde dosyalarla koşuşturan memurlar vardı. Mikrofonu tutan spikerin sesi gergin, ciddi ve yankılıydı:

> — Dün öğleden sonra, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nde eşi benzeri görülmemiş bir olay yaşandı. Yeraltı dünyasının önde gelen isimlerinden Bilal Meşe, karakolun göbeğinde öldürüldü. Şu an elimizde ne bir kamera kaydı, ne bir görgü tanığı, ne de olayın nasıl gerçekleştiğine dair en ufak bir veri bulunuyor. Karakolun içindeki polis memurları bile, “hiçbir şey görmedik, hiçbir şey duymadık” açıklaması yapıyor. Devletin kalbinde, gözetim altında, böylesine büyük bir ismin bu şekilde infaz edilmesi… şehri şok etmiş durumda.

Haberin tonu ağırlaştıkça Hikmet’in yüzünde ince bir tebessüm belirdi. Başını arkaya yasladı, dudaklarından belli belirsiz bir kahkaha çıktı.

— Bak sen şu adama… Karakolda mafya öldürüyor. Söylemişti, evet… ama haberlerde görünce bir başka oluyor.

Kumandayı eline aldı, kanalı değiştirdi. Belgesel, film, saçma bir program… göz gezdiriyordu. Keyfi yerindeydi.

Tam o sırada, ensesinde bir el hissetti. Sanki buz gibi bir çelik parçası tenine değmişti. Dondu kaldı. Nefesi boğazında düğümlendi. Göz bebekleri büyüdü. Yavaşça, panik içinde arkasını döndü.

— Ahmet?! Ne yapıyorsun lan burada?!

Ahmet karanlığın içinden çıkmış gibiydi. Üzerinde siyah mont, gözlerinde buz gibi bir parıltı. Dudaklarının kenarıyla alaycı bir sırıtış belirdi.

— Ne mi yapıyorum?

Hikmet öfke ve korkunun arasında sıkışmış gibiydi.
— Lan oğlum… salak mısın?! Niye geldin buraya?!

Ahmet başını yana eğdi, birden elini montunun altına attı. Metalin parıltısı ışığa vurdu. Hikmet’in gözleri büyüdü. Ahmet, Hikmet’in kendi elleriyle verdiği susturuculu silahı çıkarıp salladı.

— Bunu hatırlıyor musun, Hikmet?

Hikmet’in yüzü bembeyaz kesildi. Boğazında tükürüğünü bile yutamadı.
— Napıyorsun lan saçmalama.

Ahmet’in yüzünde soğuk bir sırıtış vardı.
— Göreceksin.

Hiç düşünmeden, silahın dipçiğiyle Hikmet’in ensesine sert bir darbe indirdi. Tok bir ses yankılandı. Hikmet’in başı öne düştü, alnı sehpahanın köşesine çarptı. Bir cam bardak yere düşüp paramparça oldu. Hikmet sendeledi, sonra koltuktan halının üstüne yuvarlandı.

Ahmet, nefesini ağır ağır alarak ona baktı. Gözlerinde öfke değil; soğuk, hesaplı bir nefret vardı.

Ahmet susturuculu silahı masaya bıraktı. Yüzünde ince bir sırıtış belirdi; ne gülüyor, ne de tamamen öfke kusuyordu. Gözleri karanlıkta donuk bir ışıkla parlıyordu. Hikmet’e eğildi, dudak kenarından tek bir cümle döküldü:

— Her şeyi anlatacağım sana… orospu çocuğu.

Ahmet’in bakışı, insan yüzünden çok, bir maskeyi andırıyordu; hiçbir duyguyu tamamen göstermeyen, ama hepsini aynı anda hissettiren bir maske…

4. Bölüm sonu




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu