17. Bölüm
Gece yarısı, şehrin ışıkları arkada birer birer ölürken minibüsün içi kül rengine dönmüş bir kabus gibiydi. Motorun boğuk uğultusu bile bağımlıların titreyen nefesleri içinde boğuluyordu. Ahmet direksiyonu tutan tek eliyle yolu zorlukla takip ederken, diğer elinin içinde hâlâ o küçük plastik paketlerin soğukluğu vardı—bir güç gibi, bir lanet gibi.
Yan koltuktaki adam, yüzüne yapışmış terle, çökmüş yanaklarıyla Ahmet’e bakıyordu. İnsandan çok kurumuş bir gölgeye benziyordu. Konuşurken sesi titredi, sanki kelimeler boğazındaki çamura saplanıyordu.
Adam
Abi…
Ahmet gözlerini yoldan ayırmadan cevap verdi.
Söyle.
Adam (zar zor konuşarak)
Abi… senin adın ne?
Eğer hayırseversen… öğrenmek isterim.
Ahmet birkaç saniye sustu. Farların önünde yol, yağmurla ıslanan asfalt değil de sonsuz bir karanlık gibi uzuyordu.
Sanki minibüs dünyadan kopmuş, başka bir yere sürülüyordu.
Sonunda, kelimeleri soğuk bir şekilde bıraktı:
Ahmet
Seninle aynı isme sahibim.
Adam gözlerini kırptı, beyni yavaş çalışıyordu.
Abi… benim ismim ne ki?
Ahmet
Senin adın… Mehmet.
Adam düşünür gibi yaptı, sonra kafasını salladı.
Hee… Mehmet’miyim… demek ki…
Ahmet bu aptal konuşmayı uzatmamak için derin bir nefes aldı. Cebine uzandı. Motor tek eliyle kavrayınca minibüs hafifçe yalpaladı. Plastik poşetlerin şıngırtısı diken gibi battı o sessizliğin içine.
Ahmet
Bunları alın. Bu gece daha fazlası için…
Çünkü ben bir hayırseverim.
Paketleri arkaya fırlattı.
Minibüsün içi bir anda vahşi bir sürüye dönüşmüş insan sesleriyle doldu. Tırnak sesleri, kavga hırıltıları, nefes nefese bağımlıların çığlık gibi solumaları… Arka koltuktakiler boğuşarak poşetlere saldırdı. Öndeki iki adam bile önlerine atılanı kapmak için Ahmet’in üzerine doğru eğildi.
Uyuşturucu, onların gözlerinde Tanrı’dan daha kutsaldı.
Hayattan daha değerli.
Ahlaktan daha ağır basıyordu.
Ahmet direksiyona sıkıca sarıldı. Minibüs karanlık yollar boyunca savrulurken içerideki bağımlıların burnundan kan sızıyor, göz bebekleri büyüyor, dişleri birbirine çarpıyordu.
Bir anlığına içeride insan değil, canlı canlı çürüyen gölgeler varmış gibi hissetti.
Ama Ahmet’in aklında tek bir şey vardı:
Emel.
Nedenini bilmiyordu.
Neden böyle bir gecede, böyle bir minibüste, böyle insanların arasında aklına onun yüzü gelmişti?
Neden kalbinin en dip köşesinde hâlâ o kızın bıraktığı yankı vardı?
Tek bildiği şey şuydu:
O günlüğü ona vermeliydi.
O günlüğü almak zorundaydı.
O günlüğü görmeliydi.
Sanki kendi ruhunun kalan son parçası o defterde saklıymış gibi…
Minibüs, gecenin içinden geçip bilinmeyen bir karanlığa doğru sürülürken Ahmet’in yüzüne çift sarı çizgilerin ışığı vuruyor, maskesinin altında gözleri boş bir hırs ve sessizlikle doluyordu.
On tane uyuşturucu bağımlısı arkada kendilerini yok ede ede madde çekiyordu.
Ahmet ise direksiyona tutunan tek sağlam zihin gibi görünüyordu—
ama içinden geçen şeyler…
o bile bilmiyordu.
Bu yol bir yere çıkacaktı.
Bir sona.
Bir dönüşüme.
Bir cehenneme.
Ama minibüs gidiyordu.
Ve artık geri dönüş yoktu.
Gece, şehirden kopmuş o ıssız bölgeye çökmüş gri bir ağırlık gibiydi. Minibüs, apartmanın uzağında bir noktada yavaşça durduğunda motorun titrek sesi bile karanlığa karışıp yok oldu.
Apartman uzaktan seçiliyordu — ne yıkık dökük bir teneke yapıydı ne de yeni yapılmış steril sitelerden… sıradan, sessiz, hayatın rutinini yaşayan bir aile apartmanı. Ama bu gecenin içinde sanki gökyüzünden kopmuş bir gölge gibi duruyordu.
Kapılar açıldı.
On bağımlı, sarhoş birer zombi gibi minibüsten indi; ayakları yalpalıyordu, nefesleri kısa kısa ve hızlıydı. Bedenlerinden ağır bir kimyasal koku yükseliyordu. Kimse konuşmadı, kimse birbirine bakmadı. Onların tek ortak noktası arayıştı — daha fazlası. Her zaman daha fazlası.
Ahmet, diğerlerinden sonra indi. Maskesi hâlâ yüzündeydi, ama kimsenin umrunda değildi; kimsenin gerçeği görecek kadar bilinci yoktu zaten. Yine de maskenin ardında Ahmet’in nefesi daralıyordu. Ellerinde ince bir titreme… özellikle sağ elinde. Çünkü belindeki silahın soğuk ağırlığını her adımda hissediyordu. Derya’nın verdiği o silah… sanki kabzası Ahmet’in tenine değil, doğrudan sinirlerine dokunuyordu.
Minibüsün arkasına doğru toplandılar.
Ayak sesleri betondan yankılandı; gecenin sessizliği onları yutmuş gibiydi. 10 bağımlı, Ahmet’e bakıyordu — kimi boş gözlerle, kimi titreyen ellerini saklayarak, kimi de şaşkın bir beklentiyle.
Ahmet birkaç adım öne çıktı.
Karanlıkta, maskenin sadece göz çevresi parlıyordu.
Omuzları gergindi. İçinde bir şey çırpınıyor, ama dışarıdan bir lider gibi… sakin, net, kararlı durmaya çalışıyordu.
Ve konuşmak için başını hafifçe kaldırdı…
Ahmet sakince çok güvenilir bir şekilde konuştu — ve bu “sakince”lik, içindeki korkunun değil; içindeki kontrol arzusunun işaretiydi. Sesi düz, güven veren bir tonla yayıldı; ama o güven, gerçek bir güven değil, bir baskıydı.
Ahmet (ellerini açarak)
Bakın baylar biz kültürlü adamlarız degilmi
Cümle, onların zihninde bir kapı açmadı; sadece bir etiket yapıştırdı: “kültürlü”. Kimse bunun ne demek olduğunu sorgulamadı. Başlar birer birer sallandı—sanki onay, düşünmek yerine daha kolaydı.
Herkes başını salladı hiç birşey anlamıyorlardı
Ahmet bir an durdu; bakışları tek tek yüzlerde gezindi. Bu duraklama, avcıların avı yakaladıktan sonra beklediği o kısa “tartma” anıydı.
Ahmet
Şimdi biz 10 kişilik bir ekibiz. Allah tarafından gönderildim. Aslında ben sizin peygamberinizim
Bu cümle çıktığı anda aradaki hava gerildi. “Peygamber” kelimesi, bu insanların zihninde kutsal bir ses değil, kurtuluşa benzer bir tılsım oldu. Bir anlığına şaşırdılar; sonra heyecan, korkunun yerine geçti.
Adamlar bir anlık şaşırdılar ve heyecanlanmislardi
Birinin dili çözülür çözülmez, diğerlerinin merakı da ona yapıştı.
Birisi konuştu
Adam
Nasıl yani sen bir peygambersin ve bizimi seçtin aslında.
Ahmet’in cevabı basitti ama zehirliydi: “seçmek” kelimesi onlara bir değer vermiyordu—onları bağlıyordu. Kendi kaderlerini değil, onun kaderini taşıyacaklardı.
Ahmet
Evet.... benim dediklerimi yaparsanız istediğiniz güzel tozlara ulaşırsınız. Ve bu tozlar cennete gönderen tozlar, evlerin içinde bulunuyor.
O anda gözleri gerçekten büyüdü. Çünkü onlar için “cennet” bir ışık değil, bir ateşlenmeydi: içeriği boşaltan, sonra yeniden dolduran o kısa, yalancı rahatlama. Ahmet bunu biliyordu; işte bu yüzden onları yönetebiliyordu.
Herkesin gözleri fal taşı gibi açıktı yani ne bekleniyorsun ki onlar kafası güzel bağımlı topluluğu Ahmette bunu biliyordu ve bunu kullanıyordu
Ahmet bir komut daha verdi; bu sefer söz değil, bir ritüel başlatıyordu.
Ahmet
Şimdi arabanın bagajında demir çubuklar varmış... herkes alsın oradan çubukları
Demir çubuklar çıktıkça, gece daha da sertleşti. Çubukların metal kokusu, tütün ve eski idrar kokusunun üstüne oturdu; insanın boğazına yapışan bir ağırlık gibi.
Herkes demir çubukları alır sorgusuz bir sekilde tek istedikleri uyuşturucu ve cennetti birisi şöyle dedi
Adam
Ama... Sen hayırseverim demiştin bize
Sorunun içinde hâlâ küçük bir vicdan kıpırdıyordu—ama o kıpırtı, Ahmet’in cevabıyla hemen ezildi.
Ahmet
Diğerleri anlamasın diye. Size özel buraya kadar bu sırrı tuttum Allah öyle istiyor.
Bu cümle, onları bir kez daha bağladı: artık “sır” vardı, “seçilmişlik” vardı, “gizli bir görev” vardı. Ve bu, bağımlının en kolay kabul ettiği şeydi—çünkü seçimleri çoktan elinden alınmıştı; tek kalan şey kimin emriyle yaşayacağıydı.
Herkes çok bir bok anlıyor muş gibi başını salladı. Ahmet adamlara yaklaştı bir diyecekti
Ahmet adamlara doğru yaklaştı.
Adamların yüzlerindeki ifade, gece boyunca giderek büyümüş bir yanılsamanın resmiydi: kendilerini “özel” hissediyorlardı. Çünkü birinin onlara bu hissi vermesi yeterliydi. Çünkü insanlar çoğu zaman hakikatle değil, hakikat sandıklarıyla hareket eder.
Sende de böyle değil mi? Kendini özel sanıyorsun.
Senin uyuşturucun farklı sadece… adı "gerekçe."
Ahmet, adamların burnunun ucuna kadar sokuldu. Aralarındaki hava, soğuktan değil; gerilimden buğulaşmıştı.
Ahmet
“Şimdi… şu ilerideki apartman. Beyaz-siyah karışımı olan.
Önden gidiyorsunuz. Kameraları susturun. Çubuğunuz yeter.”
Kelimenin kendisi bile silah gibiydi — “susturun”.
Kırın, parçalayın, yok edin demiyordu; sesini kesin diyordu.
Çünkü bu insanlar, emirlerin kelimelerini değil, altındaki karanlığı dinliyordu.
Cinayet Büro’nun Zeynep ve kızları için verdiği gizli ev… Ahmet bunu düşündükçe içindeki bir damar zonkladı. “Koruma evi” denen şey, o an gökyüzünde titreyen tek bir yıldız kadar kırılgandı.
Ve Derya’nın elinden kaçmanın mümkün olmadığını düşünmek… o kırılganlığı camın yüzeyine bırakılan tırnak gibi çiziyordu.
Adamlar başlarını aynı anda salladılar.
Bir tarikat ayini gibi, aynı tonda:
Herkes
“Allah için… sihirli toz için… peygamberimiz için…”
Kelimeler, inanç değil; bağımlılığın ibadeti gibiydi.
Ahmet bir anda ellerini kaldırdı — bir kesme hareketi, bir ölüm sessizliği işareti gibi.
Ahmet
“Sessiz olun.”
Emri duyanlar bir anda yutkundu.
Sonra önden yürümeye başladılar.
Ayak sesleri, apartmanın bahçesine doğru uzanan kaldırımda yankılanıyor, sanki her adım çevredeki karanlığı biraz daha derinleştiriyordu.
Ahmet onları izliyordu.
Elleri hâlâ titriyordu.
Bu titreme korkudan çok, insanın kendinden nefret ederken duyduğu soğuk bir titremeydi.
Adamlar kameraların olduğu noktaya yaklaştılar ve iş başı başladı.
Demir çubukların duvar üstündeki kamera kutularına ilk teması, boğuk bir şok sesi çıkardı.
Cam değil, plastik kırılıyordu — ama sesi, insanın kulak zarında cam kesiyormuş gibi bir iz bırakıyordu.
Bir kez daha vurdular.
Ve bir kez daha.
Her darbede kameralar biraz daha kararıyor, biraz daha eğiliyor, biraz daha boyun kırar gibi aşağı düşüyordu.
Adamların nefesleri hızlanmıştı.
Tuhaf biçimde eğleniyorlardı.
Sanki çocukluktan kalma bir vandallık içgüdüsü, yıllar sonra tekrar uyanmıştı.
Karanlıkta küçük plastik parçalar toprağa saçıldı;
bazıları çimenlerin üzerinde minik, keskin yıldızlar gibi ışıldıyordu.
Her “çat” sesi, uzak apartmanların içindeki uykulara çarpıp geri dönüyordu. Bütün bahçeyi darmadağın etmişlerdi.
Ama insanlar uyanmadı.
Uyananlar da anlam vermek istemedi —
birkaç kişi perdeyi aralayıp baktı,
“serseriler işte” deyip geri çekildi.
İşte bu ülkenin en büyük sorunu buydu:
Görmek istemeyeni karanlık bile korkutamaz.
Adamlar girişteki son kamerayı da devre dışı bırakırken nefes nefese kalmışlardı.
Gölgeler arasında biri başını kaldırıp Ahmet’e el salladı —
işaret tamamdı.
Ahmet, hızla yürümeye başladı.
Adımlarındaki tedirginlik gizleniyordu ama titremesi gizlenemiyordu.
Artık hiçbir kamera onu görmeyecekti.
Hiçbir kayıt, hiçbir iz, hiçbir vicdan.
Sitenin bahçesine adım attığında, gece bir anlığına ona baktı sanki.
Soğuk beton, çıplak ağaç dalları, çürümüş yapraklar ve sessizlik…
Adamlar yarım ay şeklinde dizilmiş, onu bekliyordu.
Bir komutan değil;
bir kurtarıcı değil;
sadece kendi karanlığının rehberi olarak.
Ve Ahmet’in içinden geçen tek şey,
boğuk ve kaçınılmaz bir tokat gibi vurdu:
“Artık bu emir geri alınamaz.”
Ahmet, karşısında dizilen adamlara baktı; gözlerinde hiçbir merhamet, hiçbir bağ yoktu. Onların isimlerini bile bilmiyordu. Bile isteye öğrenmemişti.
Onlar onun için insan bile değildi.
Birer gölge… Birer bağımlı…
Kafaları kırık, ruhları çoktan gömülmüş… Ve bu gece, hepsinin beynine kazınacak tek bir gerçek vardı:
Ahmet, onların peygamberiydi.
Karanlık apartman girişinde, sokak lambasının titreyen ışığı altında adamların yüzleri solgun, gözleri çukur gibiydi. Ahmet sakince nefes aldı ve sanki bir vaaz verir gibi konuştu:
Ahmet
— Baylar… Şimdi apartmanın cam giriş kapısını kırın. İlk üç daireye giriyoruz. Birinci kat komple. İkinci kattan bir daire.
Adamların yüzlerinde boş bir ifade belirdi; söylediklerini anlamıyorlar, anlamaya da niyetleri yoktu.
Uyuşturucunun yan etkisi gibi değil; sanki gerçeklik dediğimiz şey beyinde kopmuştu.
Bu geceyi hatırlamaları zaten imkânsız olurdu.
Ahmet de bunu biliyordu.
Ama zaman yoktu.
Zaman, gecenin içinde Ahmet’i boğacak kadar daralıyordu.
Bu yüzden keskin bir nefesle tekrar konuştu, sesinde bir peygamberin tehditkâr kudreti vardı:
Ahmet
— Dediklerimi yapın yeter. Biz Allah’ın ordusuyuz! Hadi!
Bu cümle, çökmüş zihinlerde bir ateş gibi patladı.
Adamlar aniden coşkuyla bağırdı; çürük dişli ağızlarındaki ses, apartmanın holünde yankılanan çatlak bir ulumaya dönüştü.
Bu iyi değildi.
Çok ses, çok dikkat demekti.
Ahmet’in yüzü taş gibi sertleşti.
Sokak sessiz değildi.
Bir pencerenin perdesi hafifçe kımıldadı.
Birisi onları izliyor olabilir, hatta çoktan polis arıyor olabilir.
Ahmet bunu fark eder etmez tükürür gibi emir verdi:
Ahmet
— Kırın cam kapıyı! Çabuk!
Adamlar, emirle harekete geçen robotlar gibi kapıya yöneldi.
Demir çubukları kaldırdılar ve tüm güçleriyle vurmaya başladılar.
ÇAT!
CRRRK!
Cam, buz kütlesi çatlar gibi çatladı.
İkinci darbede büyük bir parça koptu.
Üçüncü darbede kapı içeri doğru çöktü.
Camlar patlarken bazı adamların kollarına, avuçlarına ince kesikler açıldı.
Kan, kırık camların üstüne damladı; kırmızının camdaki yansıması ışıkla birleşip tuhaf bir parıltıya dönüştü.
Adamlar acıyı bile hissetmedi.
Uyuşmuş bedenleri, kesiklere tepki vermedi.
Ahmet geri çekilip adamlarına doğru baktı; nefes alışları hızlanmıştı, gözleri büyümüş, adrenalinle çökmüş zihinleri ateşlenmişti.
Ahmet
— Arkada kalın! Önden ben gireceğim.
Sesi öyle bir tondaydı ki, itiraz eden olamadı.
Bu hem bir emir, hem bir hatırlatma gibiydi:
Bu gece onların lideri kimdi? Peygamber kimdi? Kim önden yürürdü?
Ahmet kırılmış camların arasından adım attı.
Ayakkabısının altında kırık parçalar takırdadı.
İçerisi soğuktu; apartmanın duvarları rutubet kokuyordu.
Kapıların altından içerideki dairelerin loş ışıkları tedirgin titreşiyordu.
Bazı çocuk çığlıkları duyuldu, anneler fısıltıyla “sessiz ol” der gibi sesler çıkardı.
Bir üst kattaki bir kapı sertçe kapandı.
Bir kadın telefona uzandı, panikle numara çeviriyordu.
Ahmet yavaşça merdivenin altından yukarı baktı; gözleri karanlığa alışıyordu.
Adamlar da arkasından içeri girdi.
Ayak sesleri, nefes alışları, cam kırıklarının sürtünmesi…
Bütün apartmanı ölüm gibi bir sessizlik bastı.
Ahmet merdiven basamağına bastı, yukarı çıkarken sesi boğuk bir yankı yaptı.
Ve tam ikinci basamakta durdu, omzunun üzerinden kalabalığa baktı.
Üstten konuşacağı o an başlamıştı…
Ahmet, basamakların arasında bir an durdu.
Bu adamları daha da kontrolsüz bir güce çevirmesi gerektiğini hissediyordu.
Damarlarında dolaşan uyuşturucunun yarattığı halüsinasyonlara dokunursa, onları kendi cehennemine melek yapabilirdi.
Ama önce…
Gözleri apartmanın köşelerine kaydı.
Kamera var mı?
Işıkların altında parlayan siyah bir lens?
Kayıt eden bir göz?
Duvarları tek tek süzdü.
Yoktu.
Hiçbir şey onları izlemiyordu.
Sadece karanlık ve çürümüş apartman kokusu.
Bunu fark eder etmez birden sesini yükseltti, sanki göğsünden bir iblis konuşuyormuş gibi:
— Baylar! Gireceğimiz evlerin içindeki insanları paramparça edin! Ve değerli eşyaları çalın.
Sesi merdiven duvarlarında bir hayvan gibi yankılandı.
— Cennete götüren sihirli tozlar onların içindedir! Midelerine girin! Parçalayın! Sonra cennette buluşacağız! Hadi!
Bu söz, bağımlıların beynine iğne gibi saplandı.
Göz bebekleri büyüdü.
Bazılarının nefesi hızlandı, çene kasları titredi.
Uyuşturucunun etkisiyle gerçeklik kaydı; Ahmet onların gözünde artık bir adam değil, kendilerini ışığa götürecek bir peygamber gibiydi. Belkide daha fazlası.
Apartman, bağırışların yankısıyla bir anda mezbaha öncesi bir tapınağa döndü.
Çocuk ağlamaları, tencere düşmüş gibi çıkan sesler, korkuyla kapatılan kapılar… hepsi yutuldu bu yankının altında.
Ahmet hiçbir şey olmamış gibi öne doğru yürüdü.
Parmağını kaldırdı, dört kişiyi işaret etti.
Parmağı titremiyordu.
Gözlerinde bir plan, yüzünde bir nefret izi vardı.
— Siz! İlk dört kişi! Buraya! Kapıyı kırın! İçeride kim varsa… parçalayın!
Dört adam kapıya yöneldi.
Uyuşturucu ve adrenalinin karanlık karışımıyla elleri titriyordu.
Demir sopalar kapıya çarptığında çıkan ses apartmanı doldurdu.
GÜM!
GÜM!
GÜM!
Her darbe daha vahşi, daha kontrolsüz, daha hayvaniydi.
Vuran adamın bilekleri kütürder gibi ses çıkarıyordu ama acı hissetmiyordu.
Ahmet dönüp diğer dört kişiyi karşı kapıya yönlendirdi.
Gözlerinde fanatik bir pırıltı belirdi.
— Siz de buraya! İçeride kim varsa... Allah için paramparça edin!
Bu cümle bile adamların daha çok kudurmasına yetti.
Sanki vücutlarına ateş pompalanmıştı; sanki var olmayan bir savaşın askerleriydiler.
İki kapı aynı anda yumruklandı.
Aynı anda tekmelendi.
Yan dairelerdeki insanlar çığlık attı, bazıları dolapların arkasına saklandı, bazıları çocuklarını korumana aldı.
Ahmet ise artık tüm bunları bir savaş tatminiyle izliyordu.
Gözleri küçüldü, dudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı…
Tiksindirici, yarı delirmiş bir gülümsemeydi bu.
Arkasındaki iki adamla birlikte merdivenlere geçti.
Ayak sesleri mermerin üzerinde boğuk tokat gibi yankılandı.
Adamlar nefes nefese, kolları titrek, göz bebekleri büyümüş halde Ahmet’i takip ediyordu.
Ve o merdivenlerden yukarı çıkarken…
Alt kattaki iki kapı aynı anda kırıldı.
ÇATTT!
PAAAAT!
Kapıların tahta parçaları girişe fırladı.
İçeriden bir kadının incecik çığlığı, ardından bir çocuğun ağlaması duyuldu.
Adamların soluk soluğa nefesleri, kapıların içinde kayboldu.
Ahmet, yüzündeki o ölümü andıran iğrenç gülümsemeyle kafasını hafifçe geriye çevirdi.
Birinci kat artık onun için bitmişti.
Orada geriye bırakılan şey insan değildi.
Sadece kurban.
Ahmet hızla üst kata çıktı.
Ayak sesleri karanlık merdiven duvarında yankılanıyor, apartmanın tümüne bir uğultu gibi yayılıyordu.
Ve gece, Ahmet’in istediği şekilde şekil almaya başlıyordu.
İkinci kata çıktıklarında koridorun havası değişmişti.
Duvarlar… sanki nefes almayı bırakmış, yıllardır sessizliğe mahkûm olmuş gibiydi. Her adımda mermer döşemenin gıcırdayışı, sessizliği bölen bir çığlıktı.
Ahmet, cebinden Derya’nın buruşturduğu kâğıdı çıkardı. Titrek bir el yazısıyla yazılmış adres parmaklarının arasından sanki sıcak bir nefes gibi kayıp gidiyordu. Hışırdadığında sanki kâğıt da korkmuş, olacakları hissetmişti.
Bağımlılara döndü.
Yüzünde mide bulandıran, insanlık dışı bir gülümseme yayıldı; gözleri karanlık bir boşluk gibi parlıyordu, sanki her bir düşünceyi yutuyordu.
Ahmet: “ikiniz… şu kapıyı kırın. Polis gelmeden sihirli tozu çekip cennete gidiyoruz. Hadi, çabuk!”
Adamların yüzleri değişti; korku ile çürümüş bir istek birbirine karıştı.
Kapıya saldırdılar. Demir çubuklar aralığa sokuldu, kan ter içinde tüm güçleriyle bastırıyorlardı. Kapı önce inledi, sonra çatladı; içeriden hayvan ölüyormuş gibi, boğuk ve kesik bir inilti yükseldi.
ÇAT!… KRRŞŞŞ!
Kapı kırıldığında içeride karanlık bir oda açıldı.
İki bağımlı nefes nefese içeri daldı; Ahmet ayakkabılığı kapının yanına fırlatıp, arkalarından iğrenç sırıtışıyla adım attı.
O sırıtış, sanki karanlık bir sergiye giriş kartıydı.
Salonda Zeynep duruyordu… küçük ikizlerin annesi.
Yüzü donuk, gözleri boş bir gölge gibi… korkunun ötesinde, ruhu çoktan terk etmiş gibiydi. Bedeni hâlâ yerçekimine direniyordu ama sanki bir kukla ipleriyle oynatılıyordu.
Bağımlılar kadına doğru ilerlerken duraksadılar; tereddüt, insanlığın son kırıntısı gibi yüzlerinde titredi.
Ahmet tek bir çığlık attı:
“Ne duruyorsunuz?! Allah için… Hadi!”
Bu çığlık, odada görünmeyen bir kapıyı açtı; bir iblis girdi aralarına.
Adamlar kadına atladı.
Zeynep yere düştü.
Ev sessizliği yitirdi; yalnızca demir çubukların kemiklere çarpma sesi vardı—hem tok hem kırılgan.
O ses, insanın midelerini bulandıran, beynin en karanlık köşelerine sızan bir ses.
Kaburgalar birer birer kırıldı.
Yüzü, her darbe ile çamura dönüyordu—ama çamur değil, sıcak, yapışkan kan ve et.
Her nefes alışında oda metalik bir koku ile doluyordu; sıcak kanın ve parçalanan etin kokusu, bağımlıların ciğerlerine kadar sızıyordu.
Ahmet’in sesi yeniden geldi; sakin, buğulu, korkunç bir tonda:
“Midesini açın… kadını parçalayıın…”
Bu emir bir dua gibiydi; adamlar da bir ibadetmiş gibi uydu.
Kadının karnına eğildiler.
Tırnaklar… dişler… lif lif ayrılan etin sesi odada yankılandı.
Islak, sıcak, canlı… ve korkunç.
Zeynep’in iniltisi önce inceydi, sonra kalınlaştı, sonra birden kesildi.
Adamlar göbek deliğine parmaklarını sokup bağırsakları çekmeye başladılar; bağırsaklar yerden bir yılan gibi uzandı.
Kan, dökülen bağırsakların çevresinde yavaşça genişleyen bir göl oluşturdu.
Kırmızı değil… kapkaranlık, yapışkan, kötü bir kırmızı.
Kötülük odanın içinde ağır bir sis gibi asılıydı.
Bağımlılar artık insana benzemiyordu; gözleri boş, dudakları kan içinde donmuş, etraflarını saran çılgınlıkla hareket ediyorlardı.
Ahmet kapının yanında duruyordu; kollarını göğsünde bağlamış, sahneyi izliyordu.
Yüzü… cehennemin bile utanacağı türden bir gülümsemeyle donmuştu.
Sanki bir sanat sergisi değil, bizzat bir kabus sergisi izliyordu.
O anda koridor, ev, oda… hepsi Ahmet’in karanlık zihninin uzantısıydı.
Deccal’in gülüşü, bir cinnetin karanlığında yankılanıyordu; soğuk ve tatlı bir korku gibi.
Ahmet, Zeynep’in parçalanmış cesedine baktı.
Bağırsaklar, midesi, iç organlar etrafa savrulmuş, kan her yere sıçramıştı.
Havanın kokusu yoğun, keskin, metalikti; sıcak kan, oda duvarlarını ve mobilyaları adeta kaplamış gibiydi.
Bağımlı adamlar, kadının çırpınan etlerinin arasında Ahmet’in “sihirli toz” dediği şeyi arıyorlardı.
Ahmet o anda fark etti… çocukları unutmuştu.
Kalbi bir anlığına sıkıştı, ama bu kısa hüzün hemen yerine karanlık bir azim bıraktı.
Ev sessizdi… ama bu sessizlik, felaketin ve ölümün sessizliğiydi.
Ahmet diğer odalara yöneldi.
Arka odada, ikiz kızları gördü. Yatakta oturtup bekliyorlardı.
Zeytin gibi kocaman gözleriyle ona bakan kızlar… masumiyetin ve korkunun karışımıyla donmuşlardı.
Ahmet’in yüzündeki siyah maskeden tanıyamadılar; gözlerinde anlaşılmaz bir şaşkınlık ve panik vardı.
O an, Ahmet’in gülümsemesi silindi; yerine keskin, kısa bir hüzün çöktü.
Ama bu hüzün, çok geçmeden karanlığa dönüştü.
Ahmet, nefesini tutarak salona bağırdı:
“Baylar! Çabuk buraya gelin! Buradaki çocuklarda toz—o kadın boş!”
İçi sıkışıyordu, ama duygularını hemen bir kenara itti.
Bağımlı adamlar, köpek gibi odaya akın etti.
Çocuklar korkudan titriyordu; dudakları hareketsiz, gözleri dehşet içinde devrilmişti.
Ahmet odadan çıktı, kapıyı ardına kadar kapattı; içeriyi görmek bile istemiyordu.
İçeriden yükselen ses…
çığlıklar, etin lif lif yırtılma sesi, kemiklerin çatırdaması, kanın metalik çarpması…
O sesler, Ahmet’in kulak zarına saplanan çiviler gibi beynini delercesine yankılanıyordu.
Belindeki silahı çıkardı; parmakları soğuk çelikle temas ettiğinde bile titremedi.
Bir süre sessizce bekledi; odanın içindeki çığlıklar ve gıcırtılar Ahmet’in kalbinde karanlık bir heyecan yarattı.
Sonra kapıyı açtı; silahı adamlara doğru fırlattı ve soğuk, derin bir sesle emir verdi:
“Sihirli tozu aldınız… birbirinizi öldürün! Allah için! Cennet için!”
Adamlar tereddüt etmeden silahı kaptı.
Ahmet, çocukların parçalanmış cesetlerine son kez baktı:
Küçük bedenler, kan ve etle kaplı, gözleri boşlukta donmuştu; saçları kanla yapışmış, etleri lif lif ayrılmıştı.
Bir kızın elindeki oyuncak, kanla kaplanmış, artık tanınmaz hâle gelmişti.
O odada nefes almak imkânsızdı; hava ağır, yapışkan, ölüm kokusuyla doluydu.
Ahmet kapıyı kapattı ve çıkarken, ardında sessizliğin içinde yalnızca ölümün yankısı kaldı.
Merdivenlere indiğinde, içeriden silah sesleri yükselmeye başladı.
Her patlama, Ahmet’in kulak zarında çınlıyor, her çığlık karanlığı besliyor, içindeki cinnet büyüyordu.
Ama yüzünde soğuk bir tatmin, gülümsemesiyle birlikte geri geliyordu.
Adımlarını hızlandırdı; merdivenlerden koşar adımlarla indi.
Her adım metalik bir yankı bırakıyor, kan ve ölüm kokusu havayı kesiyordu.
Kalbinde karanlık bir heyecan, öfke ve ölüm arzusu vardı.
O an Ahmet, sadece bir insan değildi; karanlığın, kaosun ve cinnetin bedenleşmiş hâliydi.
Birinci kata geldiğinde, diğer sekiz bağımlı dairelerden çıkmıştı.
Üstleri kanla kaplıydı; kıyafetlerine yapışmış et ve organ parçalarıyla birer ölüm heykeli gibiydiler.
Bazıları kendi elleriyle çekip yedikleri bağırsaklardan hâlâ izler taşırken, bazıları titreyerek ellerini silmeye çalışıyordu.
Ahmet buna gururla baktı; gözleri parlıyordu, yüzündeki maskenin ardındaki gülümseme bir övgü gibi donmuştu.
Adamların biri, uyuşturucunun etkisinden zar zor kelimeleri dökebildi:
Adam:
“Abi… şimdi ne olacak? Toz… moz yoktu…”
Ahmet’in sesi soğuk ve karanlıktı, ama içinde bir delilik parıltısı taşıyordu:
Ahmet:
“Şimdi gelen polislere saldırın! Ölene kadar savaşın! Sonra cennet ve Allah bizi yanına alacak! Ben de sizinle geleceğim… hadi!”
Adamlar gururlu bir çığlık attı; kan ve et lekeleri ellerinde parlıyordu.
Dışarı doğru yürüdüler, titreyen bacakları ve kanla kaplı ayakları her adımda metalik bir yankı bırakıyordu.
Ahmet arkalarından geldi, polis sirenlerinin uzaklardan gelen iniltileri kulaklarını deliyordu.
Apartmanın bahçesine çıktıklarında, adamların ellerinde evlerden çaldıkları kırık süsler, kanla karışmış birer savaş sembolü gibi parlıyordu.
Ahmet sessizce, işaret parmağıyla siren sesinin geldiği noktayı gösterdi:
Ahmet:
“Oraya doğru… ileri!”
Adamlar göğüslerini gere gere bağırdı:
“ALLAH İÇİN! PEYGAMBERİMİZ İÇİN! CENNET İÇİN!”
Ve bütün hızlarıyla siren seslerine doğru koşmaya başladılar.
Ayaklarının topukları zemine çarptığında, kanlı ayakkabıları ve üzerlerindeki et parçalarıyla karışmış yankı, gecenin sessizliğini paramparça ediyordu.
Ahmet onları izledi bir an; gözleri karanlık bir tatminle parlıyordu.
Sonra kendisi de koşmaya başladı.
Sirenlerin geldiği yönün tam tersine, sitenin arkasındaki demir korkuluklardan atladı.
Düşüşün etkisiyle yere çarpması, kemiklerin ve kasların hafif bir çatırtısıyla yankılandı.
Ama Ahmet hızla ayağa kalktı; yüzünde artık çıldırmış bir gülümseme vardı.
Uzaktan silah sesleri geliyordu, bağımlıların bağırma ve çığlıkları havayı kesiyordu.
“Allah!” diye bağırıyorlardı, uyuşturucunun körleştirdiği bir deliliğin içinde, akıllarının sınırlarını zorlayan bir çılgınlıkla.
Ahmet koşuyordu.
Deli gibi, çılgınca, gecenin soğuk taş kaldırımlarında ay ile yarışır gibi.
Maskesini nihayet çıkarmıştı; ve koşarken cebine sıkıştırdı, yüzündeki gülümseme delice, aklındaki düşünceler karanlık ve amansızdı.
Her adımı, karanlığın ve cinnetin ritmiyle uyumlu; her nefesi geceyi kesiyordu.
Aklında geçenler…
Yarınki haberler, Derya, kalan dört kurban, geçmişin ve geleceğin kanlı izleri…
Ve Ahmet hâlâ koşuyordu.
Uzun saatler sonra Ahmet evine adım attı. Yürümüş, koşmuş, gecenin tüm ritmini, taş kaldırımların soğuk ve keskin sessizliğini hissetmişti. Nihayet kendi sitesini gördü uzaktan; lambaların titrek ışıkları, terkedilmiş bir ruh gibi bekliyordu onu. Telefonunu çıkardı; saat sabaha karşı 4.53’ü gösteriyordu. Bu saat, gecenin en karanlık yerinde, insanın kendi içine dönmeye başladığı an demekti.
Dış kapıyı açtı. Anahtarın metal sesi, sessizliğin içinde bir çığlık gibi yankılandı. Asansöre bindi, düğmeye bastı; metal kutu yukarı tırmandıkça, duvarlar arasındaki boşluk gibi, kendi karanlığına doğru yükseliyordu. Asansörün kapısı açıldığında koridorun havası farklıydı—boş, ağır, ölüm kokusunu andıran bir sessizlik vardı. Ahmet yürüdü; adımlarını hissetmiyor gibi sessizdi. Yüzündeki o iğrenç gülümseme gitmiş, yerine boş gözler, yorgun ağızlar ve ölümden bir iz taşımış bir ifade gelmişti. Kendi insanlığını, kendi deccalliğini bir kenara bırakmış gibiydi.
Evin kapısını açtı. Ayakkabısını çıkardı ve rafa koydu; kan ve et lekeleri hâlâ kıyafetlerinde hafifçe kurumuştu. Kıyafetleri yavaşça çıkardı, banyonun yolunu tuttu. Makineye attı, sessizce çalıştırdı; dönmeye başlayan tamburun uğultusu, onun gecenin karmaşasından çıkışını işaret ediyordu. Ardından duşa girdi. Su musluğunu açtı ve önce dondu; soğuk su tenine çarpınca kalbi sıçradı, ruhu titredi. Ama sonra sıcak su aktı, damlaları tenine indi; karanlık dürtüleri, deccalliği, işlediği kanlı sahnelerin anısıyla birlikte yavaşça yıkandı.
Sıcak su cildini sardığında, kendini sakince teslim etti. Artık kimse robot resmini cizemezdi. Artık bir insanın yorgunluğunu taşıyor gibiydi. Ama karanlık dürtüler, zihninin bir köşesinde hâlâ bağırıyordu; bastırılamayan, izlenemez bir gölge gibi. Ahmet sakince durdu, gözlerini kapattı ve suyun akışına izin verdi. Artık görünmezdi; herkesin gözünde kaybolmuş, kendi cehenneminde yalnız kalmıştı. Sıcak su altında, karanlık dürtülerini bastırmadan, tüm yaratıklığını yıkıyordu.
Birkaç dakika sonra Ahmet, duşakabinden çıktı.
Beline havlusunu sıkıca sardı; sakin, korkusuz ama bir o kadar da tehlikeli bir arzu üzerindeydi.
Her adımı yumuşak ama kararlıydı; sanki karanlığın içinden geçiyor, kendi deliliğini taşıyordu.
Banyo, buğulu aynası ve nemli havasıyla, içine çektiği her nefeste tüylerini ürperten bir hâlde onu bekliyordu.
Koruma ile kavga sırasında aldığı yaralar neredeyse geçmişti; kaşının yarısı dolmuş, teninde morluklar hâlâ okunuyordu ama artık rahatsızlık vermiyordu. İçinde boşluk yoktu; sadece tatmin edici, karanlık bir güç vardı.
Ahmet aynaya doğru yürüdü. Parmakları buğulu camın yüzeyine değdi, izlerini silerken kendi yansımasına baktı.
Sessiz bir fısıltı, neredeyse aynadan süzülerek çıktı:
— Çocukları öldürmedim… Oradaki kimseyi öldürmedim… Sadece adamlara yaptırdım… Benim yüzümden olmadı…
Ama yansıma, sessiz bir sinsi gülümsemeyle karşılık verdi; gözleri Ahmet’in gözleriyle birleşiyor, her bakış bir ip gibi beynine dolanıyordu:
— Saçmalama… Kendini avutmayı bırak. Adamlar seni peygamber ilan etti… Büyük bir şey yaptın…
Ahmet irkildi, arkasını doğrulttu:
— Ne diyorsun lan… Nasıl konuşuyorsun?!
Yansıma, bir adım daha yaklaşmış gibi görünüyordu; karanlık bir tanrı gibi, fısıltısı odanın nemli havasına nüfuz ediyordu:
— Şaşırmış rolü yapmayı bırak… Gerçekten ne hissettin?
Ahmet’in nefesi hızlandı, kelimeler boğazında düğümlendi:
— Şey… Yanlış bir şey yaptım…
— Salaklaşma… Yanlış bir şey değildi… Bu senin zekânın ürünü… — Yansıma derin bir güçle yankılandı, Ahmet’in içindeki karanlık tatmini daha da besliyordu.
— Kendi ellerinle… gücü şekillendirdin… her biri senin bir parçan oldu…
Ahmet titredi, kendini doğruladı, gözleri aynadaki yansımasıyla kilitlendi:
— İki çocuk için… Üç evi… yıktım ama…
— Serseri süsü vermen gerekiyordu… bunu unutma… gerekli olanı yaptın… Bu gerçek hayattır, bu işte…
Ahmet gözlerini sıkıca kapattı, havlunun kenarına kenetlendi, nefesi boğuk ve hızlıydı:
— Ben güçlüyüm değil mi… Kötü birisi değilim… Babam gibi değilim… O saf kötü, ben ise… güç istiyorum… Özel olmak istiyorum… Ben tan—
— O kadar da olamazsın… Ama doğru, sen baban gibi değilsin… Sen gerçek bir dahisin… Kimse bunu yapamazdı… — Yansıma, karanlık bir kutsallıkla, neredeyse bir ölüm sessizliği içinde yankılandı.
— Senin deliliğin, onların korkusunun ve itaatinin toplamı… bu dünyada eşsiz bir şey…
Ahmet başını salladı; dudaklarında karanlık bir gülümseme belirdi:
— Ben çok güçlüyüm… Değil mi…
— Öylesin… — Yansıma bir anda daha yakın görünüyordu, gözleri onun gözlerinin içine dalmıştı. Yavaş yavaş siliniyordu
Ahmet irkildi, geriye çekildi:
— Nereye gittin lan?!
Bir süre sessizlik… ardından aynaya baktı.
Kendi yansıması yoktu; sadece boş, buğulu bir cam vardı.
İçinde kısa bir panik yükseldi, ama hemen sönümlendi.
Güçle dolup taşan yansıması, yavaşça geri geldi; bu kez gözleri karanlık bir kudretle yanıyor, yüzünde deliliğin ve kontrolün birleştiği bir parıltı vardı.
Ahmet, bornozunu gevşetti, terliğini giydi ve ağır adımlarla salona doğru yürüdü.
Koltuğa çöktü; sanki bir kral, ama bir canavar kadar soğuk ve korkutucuydu.
Arkaya yaslandı; karanlık düşünceler içinde yaşlandı, bedeni ve ruhu yorgun ama doyumsuz bir tatminle doluydu.
Sessizlik artık onun hüküm sürdüğü bir krallıktı.
Dışarıdaki dünya—polis sirenleri, kan, bağırışlar—hepsi onun içindeki deliliğin yankılarıydı.
Ahmet… şimdi kendi aynasında, kendi karanlığında, gerçek bir deccal gibi oturuyordu.
Her nefesi, her hareketi, kontrol ve delilik arasında titriyordu; her köşede sessiz bir korku hâlâ bekliyordu.
Sabah saatlerinde merkez.
Sabah saatlerinde merkezin havası ağırdı. Yağmur sanki gökyüzünün intikamıymış gibi ince ince yağıyor, şehri sessiz bir suç ortaklığına zorluyordu. Güneş… bugün dünyaya küsmüştü; doğmuş gibi değil de geri çekilmiş, bulutların arkasında saklanmış gibiydi.
Elektrik telleri ise rüzgârda titriyordu; sanki üzerinde yürüyen görünmez cambazların adımlarını taşıyor ama her titreyişinde o cambazların düşüş anlarını fısıldıyordu. Tellerde biriken sular aşağı doğru damlıyor, her damla metalin içindeki o yorgun gerilimi daha da belirginleştiriyordu—düşmek, kaderin en dürüst tarafıydı zaten.
Dün gece yaşanan olayı konuşuyordu merkezdeki polisler; sesler düşük, yüzler gergindi. Herkes kendi işinin başında görünse de aslında aynı düşüncenin içinde sıkışmışlardı—unutmaya çalıştıkça büyüyen o tek anın içinde.
Cem ve Mert kendi aralarında fısıltıyla konuşuyordu. Buğlem ise bugün yoktu; diğer polisler de dosya karıştırıyor gibi yapıyor ama zihinsel olarak hâlâ dün geceki olaydaydı.
Cem, Mert’e baktı; ama o bakışın içinde uykusuzluğun, suçluluk hissinin ve tarifsiz bir şeyin gölgesi vardı. Sanki gece boyunca düşünmekten değil… insanların neye dönüşebileceğini fark etmekten yorulmuştu.
Bir anlık sessizlik oldu; merkezdeki neon ışıkları, duvarlarda renksiz bir titreme yaratıyor, odanın bir köşesinde yanan masa lambası bile sanki umudunu kaybetmiş gibi solgun duruyordu.
Cem’in sesi sonunda çıktı:
Cem
Abi… nasıl olur böyle bir şey? Yemin ederim aklım almıyor. Hadi tamam, uyuşturucu falan… ama nasıl oraya kadar geldiler? Neden Allah için yaptıklarını söyleyerek polislere saldırdılar? Ve neden… üç daireyi katlettiler?
Cem’in sesi kırılmadı ama içindeki bir şey kırılmış gibiydi; konuşurken bile kelimeler boğazına çivi gibi batıyordu.
Mert, Cem’in sözünü kesmedi. Gözlerinin altındaki morluklar, son 12 saatte değil sanki son 12 yılda oluşmuş gibiydi. Kafasını yavaşça salladı ve konuştu:
Mert
İşin kötü kısmı o şerefsizler yüzünden yönetmenin robot resmini bile çizemeyeceğiz sağladığımız ikizleride öldürdüler. Elemanların sorgu dosyasını okuduk, ortada yönetmenle bir bağ yok. Kafayı çekip arabaya doluşmuş bir grup serseri… ama o ‘Allah için’ muhabbeti… işte o başka bir şey. O ses tonu… boş gözleri… bilmiyorum abi, normal değil.
Merkezin içinde hafif bir uğultu vardı; bilgisayar fanlarının sesi bile gerginlik gibi duyuluyordu. Cem tahtaya döndü, notlara baktı. Çizgiler, tarihler, isimler… hepsi birer yara gibi duvarda duruyordu.
Cem tekrar konuştu:
Cem
Zaten yönetmen olsa balistikten anlardık. İntihar edenlerin hepsi başka bir silahla ölmüş. Yönetmenin silahıyla değil.
Mert başını ellerinin arasına aldı, parmaklarını saç diplerine bastırdı; sanki beyninin içindeki gürültüyü durdurmaya çalışıyordu.
Mert
On kişiden iki kişi hayatta kaldı zaten. Geri kalanlar polise saldıracağım diye öldü. O iki kişi de… hiçbir şey hatırlamıyor. Boş göz, boş zihin… sanki biri içeriden silmiş gibi.
Cem’in boğazı düğümlendi. Yönetmen dosyasını düşünürken midesine bir şey çöktü—sebebini bilmiyordu, sadece kötü bir şeyin orada hâlâ saklandığını hissediyordu.
Cem
Yönetmenle alakası yok işte… amir de öyle dedi, testler de öyle. Sokak kameralarında da bir şey yok. Hem yönetmeni kaçırdık… hem üç evdeki aile öldü. Büyük skandal değil… lan resmen devlet travması bu.
Mert acı bir nefes verdi. O nefes, duvarlara çarpıp geri dönüyormuş gibi ağırdı.
Mert
Maalesef abi… ne yapalım. Ülkenin tek sorunu bu olsa keşke. Ama…
Durdu. Kalanını söylemedi. Çünkü her kelime, düşünürse aklını kemirecekti.
Sonunda sadece, “Neyse…” diyebildi.
İkisi de bilgisayara döndü. Yönetmen dosyasının üstüne eğildiler.
Ama ofisin içinde, konuşmadıkları şey—o karanlık, anlamsız şiddetin kaynağı—halen bir gölge gibi dolaşıyordu.
Tam o sırada.
Ahmet, merkezin tuvaletinde soğuk suyu yüzüne çarpa çarpa yıkıyordu.
Düz saçları ıslanıyor, su kulaklarının arkasından damla damla akıyordu.
Kafasını kaldırıp aynaya baktı… ama yansıma bu kez yoktu.
Sanki su bile sessizleşti.
Sanki zaman bir anlığına durdu.
Ahmet’in nefesi göğsünde takıldı.
— Ne yapacam ben lan… — dedi kendi kendine, sesi kısık, bitik.
— Nereye düştüm… Vay anasını… nasıl bir yol…
Aynada hâlâ sadece buğulu bir yüzey… ama kendi yansıması bile yok.
Sanki aynanın arkasında biri nefesini tutmuş gibi, bir sessizlik.
— Çok güçlüyüm… — dedi Ahmet.
— herkes bu olayı konuşuyor… Beni konuşuyorlar… Ama ben…
Cümlesi yarım kaldı.
Tam o anda arkasındaki tuvalet kabininin kapısı sertçe tekmelendi.
— YETER!
Ahmet’in kalbi göğsünde bir an durdu.
O anda neredeyse boğazına bir el yapışmış gibi hissetti.
Kabinin kapısı açıldı.
İçeriden beyaz spor ayakkabılı, bol paça pantolonlu, üstünde gri bir sweatshirt olan bir çocuk çıktı. Karışık saçlı, gözlüklü… yüzü sanki saatlerdir uyumamış gibi solgun… ama gözlerinde sinir değil, başka bir şey vardı—bir şey bilenlerin o korkutucu sakinliği.
Çocuk, kabinden sanki orada yıllardır saklanıyormuş gibi çıktı.
Ahmet geriledi, sesi titrek:
— Sen kimsin lan?!
Çocuk hiç tereddüt etmedi.
Sanki bu anı bekliyormuş gibi:
— Yeter lan! Bıktım senin kendinle olan kavgandan!
Ahmet’in eli lavabonun kenarına tutundu.
Bu çocuğun kim olduğunu bilmiyordu ama bir şey belliydi:
Bu çocuk onu görüyordu. Kendinden daha net görüyordu.
— Ne diyorsun lan… ne kavgası?!
Çocuk yaklaşmaya başladı.
Adımlarında korku yoktu, sanki Ahmet’i büyüten, doğuran, hatta Ahmet’ten daha önce var olan biri gibiydi.
— Bak Ahmet… önünde uzun bir yol var.
— Ve ben çok uğraştım… ama olmuyor işte. Sen çok salaksın.
Ahmet’in nefesi kesildi.
Bir yabancının adını bu kadar normal söylemesi… onu delirtmişti.
— Ne diyorsun lan?! Neyi uğraştın?! Kim oluyorsun sen?! Küçücük çocuksun!
Çocuk dudaklarını sıktı.
— Yaşım önemli değil. Ama merak ediyorsan… 16 yaşındayım.
Ahmet yüzünü buruşturdu.
— Anlamıyorum… olayın ne? Beni nereden tanıyorsun?
Çocuk başını hafifçe yana eğdi; gözlüklerinin camı ışığı yansıttı.
O anda hiçbir ışık yoktu ama cam parladı — bu normal değildi.
— Orasını boşver. Ben sana özelim.
— Sakin ol. Herkes göremez beni.
Ahmet’in boğazı düğümlendi.
İçi buz gibi oldu.
— Ne yani şu dizilerdeki şizofreni klişesi falan mısın sen?
Çocuk gözlerini devirdi.
— Vay anasını… harbiden beklediğim gibi.
— En basit açıklamaya kaçacağın belliydi. Ama hayır, değilim.
— Kimsin lan o zaman?! — Ahmet bağırdı.
Çocuk bir adım daha yaklaştı.
Ahmet artık nefesini hissedebiliyordu.
Nefesi… normal değildi. Soğuktu. Çok soğuktu.
— Seni değiştirip gitmem gerekiyor.
— Ama çok karışırsam… her şey bozulur.
Ahmet gözlerini kırptı, aklı gidip geliyordu.
— Gerçek bile değilsin lan… hem neyi değiştireceksin ki?
Çocuk bir anlığına sustu.
Başını kaldırdı.
Gözlüklerin camında Ahmet’in yansıması yoktu — sadece karanlık.
— Çok hızlı kabul ettin… — dedi yavaşça.
— Ama aslında sen...
Cümleyi kesti.
Ahmet öne eğildi.
— Ben ney?! Ne lan BEN NEY?!
Çocuğun sesi fısıltıya düştü:
— Boşver… sen normalsin.
— Bir süre birlikte takılacağız.
— Her yerde olamam tabii… ama yanında olacağım.
Ahmet’in yüzü kasıldı.
— Siktir git! İsmini bile bilmiyorum!
Çocuk omuz silkti.
Hiç alınmamış gibiydi.
— İsmim önemli değil. Zaten senin için gereksiz.
— Ve çok çocukça davranıyorsun… gerçekten.
Ahmet bağırdı:
— Beni nasıl tanıyorsun lan sen?!
Çocuk gülümsedi — fakat gülümsemesi insani değildi; çok dingin, çok bilmiş ve çok… yabancıydı.
— İstersen bunu dizilerdeki şizofreni klişesine bağla.
— Öyle yaparsan senin için daha kolay olur.
— Beni hayal ürünü olarak gör. Ama gerçeğim.
Ahmet’in sesi kısıldı:
— Neyi değiştireceksin…?
Çocuk başını eğdi.
— Ben gidince anlarsın. Bana çok bağlanma.
— Şimdi çık buradan. Seni böyle görürlerse… kötü olur.
Ahmet’ın yüzü dondu.
— Neyine bağlancam lan... Zaten hiçbir şey anlamadım… siktir git.
Çocuk, Ahmet’e hiç bakmadan kabine geri yürüdü.
Kapı kapanırken son fısıltı geldi:
— Daha yeni başlıyoruz.
Ahmet tuvaletten çıktı.
Koridorun soğuk floresan ışıkları onu adım adım yutuyordu.
Cinayet büroya doğru yürürken nefesi düzensizdi.
Korkudan değil…
Gerçekliği kaybetmekten yorulmuştu.
Bu defa aynası konuşmamıştı.
Bu defa dolaptan bir çocuk çıkmıştı.
Ve artık hangisinin daha korkunç olduğundan emin değildi.
Ahmet ofise girdiğinde içerideki hava ağırdı; klima çalışıyordu ama odanın havasında yoğun bir metal kokusu dolanıyordu—polis merkezlerinde yıllardır üst üste biriken korkunun, yorgun uykusuzluğun, çözülmemiş dosyaların kokusu.
Selim masasında oturuyordu. Başını kaldırmadan bir şeyler karıştırıyor, bir şeye odaklanıyormuş gibi görünüyordu. Ahmet yavaşça yaklaştı, gözlerinin altındaki morluklar kararmıştı; gecenin karanlığı hâlâ teninden silinmemişti sanki. Selim’in omzuna dokundu. Dokunuşla birlikte Selim irkilip başını kaldırdı, Ahmet’i görünce hemen ayağa kalktı.
Ahmet’in sesi yorgundu ama içinde bir şey vardı… sanki geceden kalan, hâlâ yanmakta olan karanlık bir kıvılcım.
Ahmet:
“Şu… maskede ve eldivendeki kanlar… ne oldu?”
Selim’in yüzündeki ifade bir anlına gölge gibi karardı. Ses tonunda suni bir sakinlik vardı; belli ki sabahın ağırlığı onu da ezmişti.
Selim:
“Abi… onlar Hatice’nin kanıymış. Savcı aldı dosyayı. Mahmut öldü diye zaten boşa atılacaktı ama… faili meçhul değil artık.”
Ahmet bir an nefes aldı. İçindeki karanlık ses bir tatminle kıpırdandı—ama yüzünde hiçbir şey belli etmedi.
Ahmet:
“İyi… Bu şekilde çalışıyoruz işte. Yakında ismini duyarlar senin.”
Selim’in yüzünde şaşkın ve gururlu bir tebessüm belirdi.
Ama o tebessüm, Ahmet’in gözünde tuhaftı…
Sanki bir çocuğun, kasap bıçağını öven adama gülümsemesi gibi masum ve savunmasız.
Selim:
“Abi bu davada herkes seni konuşuyor. Harbi söylüyorum, gelişinin ikinci günü… olayı çat diye çözdün.”
Ahmet’in dudağı kıpırdadı. Mutluluk değildi; daha çok… kendini doğrulayan bir iblisin sessiz gülüşü.
Ama dışarıdan sadece hafif bir memnuniyet gibi görünüyordu.
Ahmet:
“Saçmalama… birlikte çözdük işte. Cinayet boyutu kapandı zaten. Uyuşturucu kısmını narkotik devralacak.”
Selim cebine sigara paketini yerleştirirken gözleri Ahmet’ten kaçtı.
Sanki Ahmet’in bakışı ağırdı… göğsünü ezecek kadar.
Selim:
“Neyse abi… ben biraz hava almaya çıkıyorum.”
Söyledi ve hızlıca uzaklaştı.
O giderken Ahmet’in bakışları sigara paketine takıldı.
Paketin üzerindeki nikotin uyarı yazısı bir anda Ahmet’in zihninde eğrildi;
“Karartılan bir hayat daha…” diye düşündü.
“Sürüklediğim bir gölge daha…”
Selim…
Derya…
Çocuklar…
Apartman…
Maskeler…
Kan…
Hepsi Ahmet’in omuzlarına değil, damarlarına yapışmıştı artık.
Bir yük değil; bir alışkanlık gibi.
Masasına oturdu.
Sandalyenin soğukluğu beline kadar yürüdü.
Ofisin uğultusu kulağında yankılanırken zihni hâlâ dün gecedeydi.
Çocuk… O aynadaki çocuk…
Gerçek miydi?
Hayal miydi?
Bir işaret miydi?
Yoksa aklının ilk büyük kırığı mıydı?
Gözlerini kapattı.
Derya’nın sesi…
Bağımlıların çığlıkları…
Aynadaki yansımaların fısıltıları…
Hepsi bir çuval gibi üzerine yığılıyordu.
Bu akşam Derya ile konuşacaktı.
Konuşmazsa içindeki karanlık büyüyecekti—
Ama konuşursa belki daha beter olacaktı.
Kafası hâlâ tuvalette karşısına çıkan çocukta takılıydı:
“Ben gidince anlarsın.”
Bu cümle Ahmet’in ensesine soğuk bir nefes gibi sinmişti.
Ahmet derin bir nefes aldı.
Boğazına taş gibi oturan bir hisle, masanın kenarını usulca tuttu.
İç ses:
“Her şey kontrolde… o çocuk gerçek değil... ben zorundaydım sadece...
Öyle olması gerekiyor...”
Ama içinden bir ses daha konuştu:
o çocuk fısıldadı sanki:
“Hayır… daha yeni başlıyor.”
Saatler sonra.
Saat akşam sekizi biraz geçmişti.
Şehrin üstünde kapkara bir akşam çökmüştü; rüzgâr gökdelenlerin kenarlarında uluyan bir hayalet gibi dolaşıyordu. Ahmet, Derya’nın devasa plazasında asansörden indiğinde, koridorun loş ışıkları bile ona tepeden bakan varlıklar gibi görünüyordu. Sanki her lamba, “Senin gibi birinin burada ne işi var?” diye fısıldıyordu.
Son katın kapısı açıldığında, Derya’nın ofisi karşısında belirdi.
Kocaman bir cam… şehrin bütün ışıklarını boğazına kadar yutmuş bir uçurum gibi.
Camın yanında duran devasa masa… metal, soğuk, neredeyse bir ameliyat masası kadar acımasız.
Ahmet masanın önüne oturduğunda, kendi nefesi bile ona yabancı geliyordu.
Derya karşısındaydı.
Her zamanki gibi kusursuz, her zamanki gibi tehlikeli.
Baktığında insan değil de finansal bir felaketin kişileşmiş hali gibiydi.
Derya’nın sesi o soğuk ofiste yankılandı:
Derya:
“Nasıl yaptın bunu?”
Tonunda şaşkınlık yoktu. Korku vardı.
Tiksinti vardı.
Ve biraz da… hayranlık.
Ahmet’in gözleri karanlıktı.
Ahmet:
“Yaptım işte. Gerekeni yaptım. Senin benden istediğini yaptım.”
Derya yüzünü ekşitti.
O an, Ahmet’e bir patron gibi değil, tehlikeli bir hayvana bakar gibi baktı.
Derya:
“Ahmet… neden iki çocuk için iki aileyi daha öldürdün?”
Ahmet’in çenesi titredi. Sanki o an yüzüne görünmez bir çizik atıldı.
Ahmet:
“Serseri süsü vermek için.”
Derya kaşlarını kaldırdı.
Derya:
“Nasıl?”
Ahmet:
“Bağımlılar sadece ikiz kızların evine girseydi, seri katil bağlantılı olduğu belli olacaktı.”
Derya başını eğdi.
Aslında korkuyordu.
Karşısındaki adam… artık onu bile ürkütüyordu.
Çünkü Ahmet bir insan gibi düşünmüyordu.
Bir sistem gibi düşünüyordu.
Bir yırtıcı gibi.
Derya’nın eli titredi fakat sesini sert tutmaya çalıştı.
Derya:
“Yine de bu kadarı yanlıştı.”
Bu cümle Ahmet’in içinde bir fitili ateşledi.
Masaya bir gölge düştü.
Ahmet’in öfkesi yükseldi, nefesi demire çarpar gibi sertti.
Ahmet (patlayarak):
“Yeter! Beni bu aptal seri katil oyununa SEN soktun!
Sen öldürttün herkesi!
Ve hâlâ beni bırakmıyorsun!
Bırak o zaman beni!”
Derya, başını ellerinin arasına aldı.
Bir anlığına, Ahmet’in gölgesi bile duvardaki ışıkları boğdu.
Birkaç gün önceki Ahmet ile şimdiki Ahmet arasında uçurum değil… bir kıyamet vardı.
Derya:
“Seni bırakırsam… borsalar dalgalanır.”
Ahmet’in yüzü gerildi.
Ahmet:
“Ne borsası?”
Derya laptopu Ahmet’e çevirdi.
Ekran yanıp sönen grafiklerle doluydu; kırmızı çizgiler, yeşil oklar… sanki finansal bir deprem haritası.
Derya:
“Seni neden bırakamadığımın sebebi bu.
Her öldürdüğün kişi zengin.
Her öldürüşün BIST’i oynatıyor.
Sen birini öldürünce… piyasa titriyor.”
Ahmet irkildi.
Ellerinin altından bir ülke kayıyormuş gibi hissetti.
O kadar güçlü olduğunu bilmiyordu.
Dünyayı yanlışlıkla sallayan bir titan gibi.
Ahmet:
“Ben bu kadar etkimi ediyorum yani?”
Derya:
“Evet.
Hem rakiplerimi öldürtüp piyasayı temizliyorum…
Hem de borsada tek başıma kalıyorum.”
Ahmet’in nefesi hızlandı.
Ahmet:
“Zaten bok gibi paran var.”
Derya sinirlendi; gözlerinde keskin bir çelik parladı.
Derya:
“Küfür etmeyi bırak.
Her şey para değil.
En iyisi olmak istiyorum.”
Ahmet homurdandı.
Ahmet:
“Bok küfür mü lan?”
Derya yumruğunu masaya vuracak gibiydi.
Derya:
“Ahmet salaklaşma! Sana ne diyorum, sen ne diyorsun!”
Ahmet:
“Pardon.”
Derya derin bir nefes aldı, sakinleşmeye çalıştı.
Derya:
“Neyse… Uzun bir süre kimseye dokunma.”
Ahmet, devasa camdan dışarı baktı.
Şehir, suya batmış bir ceset gibi ağır ve griydi.
Ahmet:
“Bilmiyorum.”
Derya’nın kaşları çatıldı.
Derya:
“Neyi bilmiyorsun?! Kimseye zarar verme işte!”
Ahmet’in sesi kısık ve soğuktu.
Ahmet:
“Kalan dört kişi ne olacak?”
Derya:
“Ben ne zaman dersem… o zaman.
Benim sözümden çıkma.”
Ahmet durdu.
Boğazı düğümlendi.
Ahmet:
“Şey…”
Derya (patlayarak):
“Şey ne?! Ne şey?!”
Derya
Kimseye birşey yapmayacaksın işte. Aynaya bir bak... Yüzüne bak.
Ahmet gözlerini kaçırdı.
Gülümsemek ile ağlamak arasında bir yüz—kırık bir maske gibi.
Ahmet:
“Aynada kendimi göremiyorum ki.”
Derya dondu kaldı.
Derya:
“…Ne?”
Ahmet:
“Boşver.
Kimseye zarar vermeme konusunda…
Ben canavar değilim merak etme.”
Derya ayağa kalkıp ona yaklaştı.
Karanlıkta bir kraliçe gibi duruyordu.
Derya:
“Sen canavarları korkutan bir canavarsın, Ahmet.
Onların kabuslarından çıkan bir şeysin.”
Bu söz Ahmet’e bıçak gibi saplandı.
Ahmet:
“Sen çok mu farklısın?
Çocukları öldür diyen SENSİN!”
Derya vazgeçti. Elleri yana düştü.
Derya:
“Dönüp dolaşıp aynı yere varacağız.
Başka sorun yoksa… çık.”
Ahmet yüzünde gölge bir öfke ile ayağa kalktı.
Hiçbir şey söylemeden ofisten çıktı.
Kapı kapandığında, sanki tüm bina bir anlığına nefesini tuttu.
Derya ise laptopuna döndü…
BIST grafikleri hâlâ kıpır kıpırdı.
Ve o, parmak uçlarıyla imparatorluğunun nabzını yokluyordu.
Birkaç saat sonra.
Ahmet arabadaydı; saat onbir civarıydı. Ahmet direksiyona öyle sıkı tutunmuştu ki eklemlerindeki beyazlık bile far ışıklarında solgun görünüyordu. Şehir, gecenin en pis nefesini soluyordu. Fuhuşun kol gezdiği sokaklar, sanki görünmeyen bir kalp atışıyla titriyor; mor ve pembe neonlar rutubetli duvarlara çarpıp parçalanıyordu. Kaldırımlarda biriken gölgeler, insan şeklinde duran ama insan gibi yaşamayan varlıkların arasında geziniyor gibiydi.
Arabada sigara dumanı ağır bir sis gibi dolaşıyordu. Ahmet, dikiz aynasını kendine doğru çevirdi; ışık cam üzerinde süzüldü ama yüzünde bir şey yoktu. Gözlerini göremedi. Göz yuvalarında boşluk vardı… sanki kendi yansıması bile onu reddediyordu.
Tam o anda, yan koltuktan ürpertici bir ses süzüldü — çocuğun sesiydi, ama bir çocuktan çok bir kabusun hafif adımı gibi:
Çocuk
Arabaya bir orosbu alsan nasıl olur, eğlenirsin.
Sözler, Ahmet’in ensesinde soğuk bir bıçak gibi gezindi. Ahmet irkilip direksiyonu tutuşunu sıkılaştırdı.
Ahmet
Sana siktir git dememişmiydim lan ben.
Çocuk öfkelenmedi; aksine sesindeki sakinlik, tehditten bile daha tedirgin ediciydi.
Çocuk
Onu bunu boşver, şu sigarayı da at.
Ahmet tam tepki verecekken çocuk öne eğildi — nasıl eğildiğini anlamak bile zordu, hareketi bir anlıktı — sigarayı Ahmet’in ağzından çekip camı açtı ve dışarı fırlattı. Rüzgâr, sanki sigaranın yerine Ahmet’in nefesini aldı.
Ahmet
Napiyon lan sen—
Elini uzatıp çocuğu itmeye çalıştı, ama parmakları boşluğa gömüldü. Çocuk bir anda kayboldu, sonra arka koltukta belirdi — hiçbir ses olmadan, adım olmadan, gölge bile değiştirmeden.
Çocuk
Bana bir şey yapamazsın.
Ahmet
Lan siktir ol git!
Çocuk, pencerenin dışındaki kalabalığa doğru başıyla işaret etti. Ahmet bakınca onu gördü: Uzaktaki sokak lambasının altında duran kadın. Kızıl saçları yağlı ışıkta yanıyordu; uzun boylu, kısa şortlu… yüzündeki çökmüş makyaj onu ayakta tutuyordu.
Çocuk, arka koltuktan kendine özgü o iğrenç neşesiyle eğildi:
Çocuk
“Şu kadını alsana.”
Ahmet’in midesi bir an bıçak gibi döndü.
Yüzündeki yorgun ifade kısa bir anlık tiksintiyle kırıldı.
Ahmet
“İğrenç…”
Çocuk, sanki iğrençlik kelimesi ona övgüymüş gibi, daha da keyif alır gibi gülümsedi.
Çocuk
“Doğru… senin o mükemmel anıların... Neyse... Ama benim için al.”
Ahmet yutkundu. Ellerinin direksiyondaki titremesini durdurmaya çalıştı.
Çocuk, koltuğun arkalığından kafasını uzatıp Ahmet’in kulağına fısıldadı:
Ahmet
“Uzun boylu kadınları mı seviyorsun?”
Çocuk başını yana eğip sırıtıyor gibiydi; sesi kibirle yumuşuyordu.
Çocuk
“Her kadın mükemmeldir… Ama kısa olanlar daha iyi bence. Gerçi… kadınların hepsi harikadır.”
Ahmet’in dişleri sıkıldı. Göz kapakları ağırlaştı.
Ahmet
“Lütfen… git.”
Çocuk öne doğru eğilip ön camdan, sokağın kenarında duran kadını işaret etti.
Parmağı havada bir bıçak gibi titreşti.
Çocuk
“Kadını arabaya al. Yaklaşıyoruz. Bak…”
Ahmet bir an durdu. İçindeki o karanlık boşluk uğuldamaya başladı.
Çocuğa baktı—nefretle, tükenmişlikle.
Ahmet
“Kadını alırsam… gider misin?”
Çocuk hiç düşünmeden, tarifsiz sakin bir ciddiyetle:
Çocuk
“Gideceğim.”
Ahmet başını eğdi.
Bir teslimiyet, bir çaresizlik… bir de kendi kendinden duyduğu nefret vardı yüzünde.
Ahmet
“Tamam… bekle.”
Direksiyonu kırdı.
Araba ağır ağır kaldırıma yanaştı; tekerlekler çukuru ezdikçe içeriye boğuk, metalik bir ses yayıldı.
Sanki her metre, Ahmet’in ruhundan yeni bir parçayı koparıyordu.
Ve sonunda… kadının yanına yaklaşınca, o sokak lambasının sarı ışığı kadın üzerinde titredi.
Kadın, çökmüş makyajını, darmadağınık kızıl saçlarını ve yüzündeki yorgun ama zoraki gülüşü toparlamaya çalışarak Ahmet’e baktı…
Bakışında, gecenin bütün pisliği, bütün yalnızlığı ve bütün tükenmişliği vardı.
Ve Ahmet o an, hem onu gördü…
hem de kendi batışının aynasın
Ahmet
“Arabaya gelmek istemez misiniz…”
Ahmet’in sesi, boğazından zorla kopmuş gibiydi. Kelimeler titriyordu; sanki söyledikçe biraz daha küçülüyordu. Kadın döndü—o kızıl saçlarının arasından, gece lambalarının pembemsi ışığı yüzünün çökmüş yerlerine vuruyordu. Gözlerinin altı mor, rujunun kenarları çatlamıştı ama gülümsemesi hâlâ yaşıyordu… ya da yaşamaya zorlanıyordu.
Kadın
“Ya canım… senin gibi yakışıklı erkeklerin arabasına binmez miyim?”
Üç kuruşa kurulmuş bir flört tonuydu ama Ahmet’in içinden bir karanlık yükseldi; bir yerlerde yanlış bir kapı açılmış gibiydi. Kadın kapıyı açtı, yan koltuğa yerleşti. Ahmet bir an nefesini tuttu; çünkü o anda çocuk yana kaydı, gölgesi bile yokmuş gibi Ahmet’in kulağına uzandı.
Çocuk
“İşi düzgün yap, tamam mı?”
Sesi sıcak değildi—ısıtmıyordu. Tersine, buz gibiydi; soğuk bir çivinin tenine sürtünmesi gibi. Ahmet irkildi.
Ahmet
“Hani gidecektin lan!”
Kadın, omzunu tüy gibi kaldırarak güldü.
Kadın
“Ne gitmesi canım… ne oldu?”
Ahmet’in yüzü bir an dondu; hem çocukla konuşmuştu hem kadın duymuştu ama hiçbir şey anlamamış gibiydi. Kelimeler ağzında kararıp kaldı.
Ahmet
“Şey… boşverin siz…”
Kadın, kendinden daha genç birine öğüt verir gibi ani bir sıcaklıkla döndü.
Kadın
“Benimle öyle sizli bizli konuşma gerek yok. İsmin nedir, canım?”
Ahmet dudağını ısırdı, gözünü yoldan ayırmadı.
Ahmet
“Benim adım Ahmet… sizinki?”
Kadın, sanki ismini söylemek ona bir dünya kazandıracakmış gibi dramatik bir nefes aldı.
Kadın
“Aaa siz yok demiştim... Neyse...
Benimki de… Pakize.”
Arka koltuktan çocuğun kahkahası koyu bir gölge gibi yükseldi. Kahkaha değil de bir şeyleri kıran bir ses gibiydi; camla et arasındaki o ince, cızırtılı çatırdı.
Çocuk
“Pakize ne lan…”
Ahmet çocuğa tek bir bakış bile atmadı. O sırada Pakize yüzünü Ahmet’e çevirdi; yüzündeki gülümseme, hem yorgun hem de gecenin içinden zorla sökülmüş bir şehvetti.
Pakize
“Eee… sür bakalım, canım. Issız bir yer olsun. Mesela dağ… ay ışığı altında.”
O an Ahmet’in midesi bir tokmak yemiş gibi kasıldı. Utanç, bir anda yükseldi; yüzünün sıcaklığı ayaklarına kadar indi. Kendinden iğrendi. Kadından da iğrendi… çocuktan değil… çocuğu kendi zihninden silememekten iğrendi.
Çocuk yeniden kulağına doğru eğildi. Sanki nefesi değil de gölgesi Ahmet’in tenine dokunuyordu.
Çocuk
“Sürmezsen hayatını işgal ederim… beynini yerim.”
Bu cümle, Ahmet’in ensesindeki bütün tüyleri kaldırdı. Dilini yuttu sanki; söyleyecek hiçbir şey bulamadı. Sadece direksiyona sarıldı, ışıklardan uzaklaşmaya başladı.
Pakize, kolunun tersiyle Ahmet’in elini okşadı. Dokunuşu, insan teninden çok bir cansız mankenin parmakları gibi hissedildi. Soğuk ama ısrarcı.
Ahmet tepki vermedi. Veremedi. Onu durduracak tek şey, kendi içindeki o küçük çocuktu… ama çocuk zaten çoktan emir veriyordu.
Araba, şehrin kirli neonlarından çıkıp karanlığa doğru süzülürken, Ahmet’in göğsünde boş ve siyah bir çukur açılıyordu. Farların aydınlattığı yol gittikçe daralıyor, sessizlik büyüyor, çocuk arka koltukta görünmeyen bir sırıtışla bekliyordu.
Ahmet, ne konuştu… ne düşündü.
Sadece sürdü.
Dağlara.
Issızlığa.
Ay ışığına.
Karanlığın en dipteki yerine…
kendini bırakır gibi.
Bir süre sonra bir dağın tepesine gelirler.
Arabadan inmemişlerdi ama dağın tepesinden bütün İstanbul ayaklarının altında uzanıyordu; şehir, aşağıda nefes alan bir canavar gibi titreşiyordu. Gökyüzü kurşuni, ay ise kaskatı bir kadavranın soğuk yüzü gibiydi. Arabanın farları çevreyi ölü ışıklarla kesiyor, sis gibi dağın eteğine çöken karanlıkla boğuşuyordu.
Pakize, Ahmet'in boynuna doğru eğildi; parmakları sigara içmiş, çatlamış, yaşlanmış bir tene sahipti. Elinin dokunuşu yağlı, yapışkan bir sıcaklık gibi Ahmet’in derisine bulaştı.
Pakize
Ağız mı, ön mü, arkam mı… yakışıklı?
Ahmet'in nefesi kesildi. İçinde bir yer açıldı; karanlık bir boşluk… tam adı konulamayan bir tiksinti.
O anda çocuk, arka koltuktan ağır bir gölge gibi süzülerek Ahmet’in omzunun üzerine yaklaştı. Nefesi yoktu ama sesi, iç organlarının arasından geçen bir bıçak gibi soğuktu.
Çocuk
Ağız de… arkada olur. Sen bilirsin…
Ahmet’in midede sıkışan sancı büyüdü. Sanki vücudu, yıllar önce sakladığı bütün çamuru bir anda geri fırlatmak üzereydi. Parmakları titredi.
Ahmet
Şey… a–ağız…
Pakize hemen atıldı; aç kurt gibi. Ahmet’in pantolonuna uzandı, penisini okşamaya başladı aynı anda boynunu okşamakla yırtıcı bir hayvanın avını sakinleştirmeye çalışması arasında ince bir çizgide gidip geliyordu.
O an Ahmet’in zihni koptu—
Geçmişindeki o anlar… karanlık odalar… kirli sesler… kopmuş nefesler…
Hepsi aynı anda boğazına doldu.
Birden dayanamadı. Kapıyı iki eliyle itti, kendini dışarı attı.
Toprağa dizüstü düştü ve mide içi fışkırır gibi kusmaya başladı. Bağırsaklarından sökülüp çıkıyormuş gibi bir sancı… boğazını yırtan asit… nefes alamama hissi…
Kusmuk zemine çarpınca metalik bir koku yayıldı, gece rüzgârıyla birlikte çürümüş meyve gibi dağıldı. Ahmet bir daha kustu, bir daha… sanki içindeki tüm kir, tüm karanlık dışarı dökülüyordu ama yine de içi temizlenmiyordu.
Pakize panikledi. Gözleri kocaman açıldı, sesi titredi.
Pakize
Canım ne oluyor? İyi misin?!
Ahmet başını kaldırdı. Gözleri kapkaranlık, kanlanmış, bulanık bir nefretle parlıyordu.
Ahmet
Kapa çeneni… orospu karı!
Pakize arabadan inip geri çekildi, topuklarının üzerinde sendeledi.
Çocuk, Ahmet’in yanına eğildi; ay ışığında yüzü masum bir gencin yüzüydü ama gözleri… o gözler, insanı içten içe kemiren bir şeyin gözleriydi.
Çocuk
Bu kadın… senin geçmişine saygı duymadan seni taciz ediyor.
Kendine saygın olsun.
O an Ahmet’in içinde bir şey kırıldı.
Ya da tam tersi—çok eski bir şey uyanıp çatlaklarından dışarı sızdı.
Ahmet bir anda doğruldu. Omuzları gerildi. Nefes alışları boğuklaştı.
Pakize, Ahmet’in gözlerini görünce dondu. O gözlerde bir insan yoktu artık. Ne öfke, ne arzu, ne suçluluk… sadece dipsiz, soğuk, ölüm gibi duran bir boşluk vardı.
Ve Pakize, o boşluğa bakarken…
titremeye başladı.
PAKİZE
Bir anda… ne oldu? Yanlışlıkla bir şey mi yaptım?
Pakize’nin sesi titriyordu; gözlerinde, neyin tetiklendiğini anlayamayan bir panik vardı. Ahmet ise kıpırdamadan, nefes almadan, boğazının derininde bir şey kaynıyormuş gibi bakıyordu ona.
AHMET
Hem de öyle bir şey yaptın ki…
O an çocuk, Ahmet’in omzunun hemen yanına sessizce sokuldu. Rüzgâr bile onu fark etmiyordu; sanki ışık bile yaklaşamıyordu çocuğa.
ÇOCUK
Bagajda bir şey vardı sanki… hatırladın mı?
Ahmet’in gözleri yavaşça Pakize’ye kaydı. O bakışta merhamet yoktu; sadece kirli anılar, nefret ve kontrolsüz bir öfke vardı.
AHMET
Çocukken… levyelere çok meraklıydım, orosbu.
Sana da gösteriyim mi?
Pakize’nin bacakları titredi. Geriye doğru adım attı ama topuğu toprağa saplandı, ay ışığında yüzü kireç gibi bembeyaz oldu.
PAKİZE
S-sonra gideceğim… değil mi?
Bırakırsın beni… dimi?
Elleri havada tir tir titriyordu. Sanki görünmez bir ilmeğin içine girmişti.
AHMET
Gideceksin.
Herkesi gönderdiğim yere.
Pakize bir adım daha geri gitti. Ayaklarının hemen arkasında uçurum vardı; rüzgâr bir adım daha atsın diye adeta ısrar ediyor gibiydi. Nefesi kesildi, elleri çaresizce havada asılı kaldı.
Ahmet arabaya doğru döndü. Çocuk, onun yanında yürürken hafifçe gülüyordu, ama o gülüş çürümüş bir etin arasında sıkışmış sineklerin sesi gibiydi.
Ahmet bagajın kapağını kaldırdı; amortisörün metalik tıslaması gecenin sessizliğini yardı. Bagajın içinden yağlı metal, pas, toz ve eski kan kokusu yükseldi.
ÇOCUK
Bu orosbu yüzünden oldu her şey.
Seni küçük görüyor.
Bu kadın… annene ne kadar benziyor ha.
Ahmet’in yüzünde önce bir donma, sonra yavaş bir çöküş, en sonunda da delice bir parıltı oluştu. Parmakları levyeye uzandı; metal soğuktu, ağırdı, tanıdıktı. Eline oturur oturmaz Ahmet’in nefesi değişti.
Levyeyi bagajdan çıkardı. Ay ışığı metalin üzerinden ince, şeytani bir çizgi gibi geçti. Ahmet yürümeye başladı; yavaş, kontrollü, adımlarının altında taşlar çıtırdıyordu.
Pakize, Ahmet’in levyeyi elinde gördüğü anda, sessiz bir inilti çıkardı; kalbi göğsünden dışarı çıkacak gibiydi.
PAKİZE
Ah… hadi levyeye bakalım…
Ahmet yaklaşırken çocuk, onun kulağına eğildi; sesi zehir gibiydi.
ÇOCUK
Hadi…
O zaten çoktan düştü aşağı.
Sen sadece iteceksin. O bir orosbu
Ahmet’in yüzündeki ifade…
İnsana ait değildi artık.
Levyeyi omzuna yaslayıp Pakize’ye doğru ilerledi.
Karanlık gece, sessizce nefesini tuttu.
Pakize yalpalayarak geri giderken, her adımında toprağın ufalanıp ayakkabısının altında kayması, uçurumun sessizliğinde yankılanıyordu. Sanki dünya bile nefesini tutmuş, olacak olanı izliyordu.
Pakize
“Şuna bak… ne güzel bir levye…”
Korkudan açılmış gözleri, loş ışıkta Ahmet’in elindeki metal parlamasına takılıp kalmıştı. Gözyaşları yanaklarını ıslatırken, yüzünde anlık bir titreme vardı. İnsan sesi gibi değildi — daha çok bir av hayvanının son çırpınışıydı.
Ahmet
“Gelsene… yakından bak.”
Ahmet’in sesi, kendi içinde kırılmış bir adamın derinliklerinden geliyordu. Nefesi kesik kesikti ama öfke değil— rahatlama vardı. Sanki gecenin karanlığı onu içinden çekip çıkarmıştı.
Pakize kaçmaya çalıştı ama o ince topuklar kuru zemine saplanan çivi gibiydi; hareket ettikçe daha çok batağa saplanıyordu.
Pakize
“Tamam… git artık… ne olur!”
Ahmet koştu. Toprak ayaklarının altında parçalandı. İlk darbe omuz hizasından geldi.
---
ŞLAK!
Metalin kemiğe çarpması, kısa ve kuru bir çatırtıyla bütün tepeye yayıldı.
Pakize’nin elmacık kemiği içeri gömülürken yüzünün bir tarafı anında çöktü. Dişleri kırılıp dudaklarından fırladı, yere düştüklerinde çıkan o minik tıkırtı sesi… o sessiz gecede, bir çocuğun oyuncak düşürmesi kadar masum ama bir ölüm anı kadar korkunçtu.
Kadın yere kapaklandı, çamur ile kan karışıp yüzünde ince bir tabaka gibi yayılıyordu. Ağzından kanlar akıyordu.
Çocuk
“Bu yetmez! O bir orosbu! Annen gibi!”
Çocuğun sesi Ahmet’in beyninde bir düğmeye bastı.
O an Ahmet’in nefesi birden değişti — boğazında sakladığı karanlık dışarı taşmıştı.
Pakize boğuk bir titremeyle, çenesinden sızan kanı içine çekerek konuşmaya çalıştı.
Pakize
“D-dur… lütfen… n-neden…?”
Ahmet
“Kes lan.”
Ve ikinci darbe indi.
---
ŞLAK!
darbe kemikleri kırmıştı, bu darbe et ve kas dokusunun dağılmasına yol açtı.
Levyenin sivri kenarı yanağa oturduğu anda deri yırtıldı; koyu kırmızı bir çizgi önce ince bir ip gibi açıldı, sonra genişledi. Kan sıcak sıcak dışarı fışkırdı, Ahmet’in koluna ve göğsüne sıçrayan damlalar gecede buharlaştı. Kadının alanını paramparça etti kafatası kırıldı beyin dışarı aktı. Gözleri içeri çöktü. Dudaklari dişleri ile birleşti dil boğazına kaçtı. Kulaklar yırtıldı.
Kadının başı geri savrulurken, boynu anormal bir açıyla kıvrıldı. Gözlerinden biri kanla dolmuş, diğeri şişip kapanmıştı. Ağzından çıkan her nefes çamurun içindeki hava kabarcıkları gibi patlayarak çıkıyordu.
Çocuk kenarda, gözlerinde hasta bir gururla bakıyordu.
Sanki bu sahnenin yönetmeni oydu.
---
Ahmet levyeyi bir kez daha kaldırdı.
Bu sefer darbeler yüz için değil — daha aşağıya, göğüs kafesine düşüyordu.
Her darbe, içeride bir şeylerin çatladığını, çöktüğünü, kırıldığını hissettiriyordu.
Omuz kemikleri darbenin ağırlığıyla kırıldı; elbise yırtıldı, içteki kas dokusu açığa çıktı. Koyu, yoğun bir kan, elbisenin yırtığından dışarı akarak toprağı ıslattı.
Ahmet her darbede daha ritmik nefes alıyordu; sanki uzun süredir ilk kez derin bir hava çekiyordu içine.
Göğüs bölgesi darbeleri kaldıramayınca içten gelen bir çatırtı duyuldu — kaburgaların kırıldığı o keskin, iç burkan ses. Memeleri tamamen paramparça etti göğüs kafesini açtı. Kemikler etrafa saçıldı. Akciğeri ve kalbi paramparça etti.
Pakize’nin nefesi artık yoktu; her çırpınışta kan, ağzından köpük Köpük çıkıyordu.
Toprak, kanı emdikçe kararıyor; çamur metalik bir koku yayıyordu — Ahmet’in zihni o kokunun içinde bir geçmiş kapısı açılmış gibi dalgalandı.
Annesinin silik bir çığlığı…
Loş bir odanın duvarları…
Karanlık bir adamın nefesi…
Ve o küçük çocuk…
Hepsi bir anda geri geldi.
Ahmet levyeyi bir kez daha havaya kaldırdı.
Son kez vurdu kafasına levye saplandı çıkarınca en parçaları geldi. Onları bir kenara fırlattı.
---
Sonunda levyeyi bıraktı.
Bagaja fırlattı. Metal bir çınlama ile geceye karıştı.
Pakize’nin bedeni artık hareketsizdi ama hâlâ sıcak, hâlâ taze bir korku yayıyordu etrafa.
Çocuk yok olmuştu.
Sanki zihnin derinliklerine geri çekilmiş bir hayalet gibi.
Ahmet araba kapısına yaslandı.
Nefesi ağırdı. Kıyafetleri, bilekleri, ellerinin çizgileri… her şey kanla kaplıydı.
Soğuk rüzgâr vurdukça kan üzerinde ince bir kabuk oluşuyordu.
Midesindeki bulanma geçmişti.
Ama… aynı anda…
Sanki göğsünün içinden koca bir parça sökülüp alınmıştı.
Yerinde yalnızca bir boşluk kalmıştı.
Ve o boşluk…
Karanlık bir huzurla doluyordu.
17. Bölüm Sonu


İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı