Bölüm: 15 - Kırılma

Bölüm 15

Banyonun buğusu hâlâ çocuğun omuzlarında ağır bir örtü gibi çökmüştü. Ayakları ıslaktı, belindeki havlu inceydi; titremesini örtecek kadar kalın değildi. Gece çoktan derinleşmişti. Ev sessiz değildi — sessizlikle boğuşuyordu.

Karnı acıkmıştı. Gurultu geldi, ama çocuk sesini çıkarmadı.
Artık konuşmamayı öğrenmişti zaten.

Koridordan odasına doğru yürüdü. Kapının koluna uzandı, titreyen parmakları metale dokundu. Bir an durdu — nefesi kısa, düzensiz.

Sonra kapıyı açtı.

Odaya adımını atar atmaz bir gölge kıpırdadı.
Işığı açık değildi ama adamı tanımak için ışığa ihtiyacı yoktu.

Sert, dazlak kafa.
Koyu gölgeler arasında ağırlaşmış sakallar.
Aylarca çalışmaktan nasır tutmuş eller.

Ve o ses:

Osman (sert, tıslayan bir nefesle):
“Bu saatte neden banyo yaptın lan?”

Çocuğun omuzları bir anda düştü.
Sanki kemikleri küçülmüş, vücudu kendini içeri çekmişti.
Bacakları titredi.
Yüzünden, duşun suyu mu yoksa başka bir şey mi bilinmez, damlalar süzüldü.

Çocuk (kısık, kırık bir ses):
“Ş-şey… Osman amca… Ben…”

Osman elini kaldırdı. Bir sus işareti değil… daha çok bir çağrı, bir emir, bir alışkanlık.

Osman:
“Gel bakayım buraya.”

Çocuğun nefesi kesildi.
Bir an geri adım atacak gibi oldu fakat duvar sırtına dayandı; kaçacak yer yoktu.

Çocuk:
“Amma… annem—”

Osman’ın sesi odayı doldurdu.
Her kelimesi ağırdı, her hecesi emirden fazlasıydı.

Osman:
“Anan uyuyor. Gel dedim.
Ahmet.”

İsmi duyunca çocuğun gözleri kapandı.
Kaçmak için değil — dayanmak için.

Yavaşça yürüdü.
Adımları halıya bile ses çıkarmıyordu.
Osman’ın yanına oturdu.

Karanlıkta bir el çocuğun omzuna yerleşti.
Korkunç olan elin ağırlığı değil, o ağırlığın alışılmış olmasıydı.

Osman:
“Bugün… 12 oldun. Değil mi?”

Ahmet başını eğdi.
O an havlu beline daha sıkı sarıldı, nefesi daha kısaldı.

Ahmet:
“…Evet.”

Eli yukarıdan aşağı doğru ağır bir gölge gibi hareket etti. Belini okşamaya başladı.
Ahmet tepki vermedi.
Çünkü tepki vermeyi çoktan unutmuştu.

Osman
“Her zamanki gibi olacak, Ahmet.
Rutin bu.”

Ahmet başını salladı.
Korku… evet vardı.
Ama çok daha ağır bir şey vardı: kabulleniş.
Ayda bir tekrar eden, çocukluğunu tüketen o sessiz, kimsenin bilmediği döngünün adıydı “rutin”.

Ve o an odanın havası değişti.
Karanlık, karanlıktan başka bir şeye dönüştü.
Boğazını yakan, gözlerini yaşartan, ellerini buz gibi yapan bir şeye…

Sabah asayiş şube müdürlüğü.

Ahmet merkezin otoparkına girdiğinde motorun sesi bile yorgun çıkıyordu; sanki araba bile onunla birlikte darbe yemişti. Kontağı kapadı, bir an direksiyona baktı—daha doğrusu kendi yansımasına. Yüzündeki morluklar biraz çekilmişti ama hâlâ canlıydı, taze. Kaşının bir yarısı da kökünden gevşemişti; sanki yüzü bile artık “dayanmak” fikrine karşı geliyordu.

Derin bir nefes alıp kapıyı açtı. Soğuk hava yüzüne değdiğinde, acıyan bölgeler sızladı. Bunu önemsemedi. Önemseyecek bir duygusu kalmamıştı zaten.

Merkeze doğru yürüdü. Adımları sert duruyordu ama içi boştu. Yalan uydurması şarttı—ama aklında hazır bir yalan bile yoktu. Zihni kurumuş, tüm düşünceler kenara çekilmişti. Sanki beyni, artık kendi yükünü taşımak istemeyen biri gibi köşeye oturmuş dinleniyordu.

Merdivenlere çıktı. Her basamakta dizlerinin titrediğini hissetti. Yorulduğundan değil; bedeninin kendi kendine hatırlattığı bir tür “iç sarsıntıydı” bu. Merkezin kapısını itip içeri girdiğinde steril ışık gözlerini kesti.

Bir an durdu.

Hiçbir şey düşünemiyordu.

Ne konuşacağı, ne diyeceği, neyi saklaması gerektiği… hiçbir şey.
Kafasının içi bomboştu, hatta o boşluk bile gürültülüydü.

Üst kata çıktı. Cinayet Masası’nın kapısına doğru yürürken kalbi hızlanmaya başladı. Kapının hemen yanındaki panoda, tanıdık o karmaşayı gördü: kan örnekleri, ipuçları, fotoğraflar, şüpheli çizimleri, isimler, tarihlerin yanında kırmızı bir kalemle çekilmiş sert çizgiler…

Hepsi Ahmet'in zihninde bir anda üst üste bindi.

Nefesi hızlandı.
Göğsü daraldı.
Boğazında bir düğüm oluştu.

Bu tahta… o an… ona geçmişin başka bir tahtasını hatırlattı.
O eski, rutubetli duvara yaslanmış bir çocukluk anısını.
Sessiz, kimseye anlatılmamış, karanlığa gömülmüş bir sır gibi.

Kaşındaki acı, o an başka bir acıyla birleşti: yılların içinden getirdiği o eski yanığı hatırlatan bir sancı.

Ama geri dönmedi.

Elini kapı koluna götürdü.
Parmakları hafifçe titriyordu—öfke değil, korku değil, başka bir şey… tanımsız, eski bir gölge gibi.

Derin bir nefes aldı.

İçeri doğru bir adım attı.
Sonra bir tane daha.

Ve kapı sessizce açıldı.

Ahmet içeri girdi.

Ahmet içeri adım attığında odadaki hava bir anlığına bile değişmedi; kimse başını kaldırmadı, kimse merak etmedi. Merkezin o metalik, soğuk kokusu, Ahmet’in yüzündeki morluklara, kabuğa dönmüş kan izlerine karışıyordu. Kaşının yarısından fazlası yerinden kopmaya başlamıştı, ama yüzündeki ifade… Hiçbir şey hissetmeyen bir taş parçası gibiydi.

Ta ki, arka taraftan bir ses yükselene kadar:

Polis (alaycı, ama kötü niyet olmadan):
— Abi suratına noldu be?

Ahmet sadece baktı. Ne sinirlendi, ne cevap verdi. Gözleri bomboştu. Adamın sesi bir duvara çarpmış gibi sönüp gitti. Ahmet yürüdü, masasına oturdu. Kimse dönüp tekrar bakmadı.

Sadece Cem yaklaştı. Sandalyesini çekip yanına çömeldi.

Cem:
— Ahmet… yüzüne noldu oğlum?

Ahmet (mekanik bir tonda):
— Bilmiyorum.

Cem’in kaşları hafifçe çatıldı.

Cem:
— Nasıl bilmiyorsun?

Ahmet bilgisayarın tuşuna bastı. Parmakları çok hafif titriyordu ama yüzü hâlâ boş, ifadesizdi. Cem başının üzerinde durmaya devam edince Ahmet daha da sıkıştı. O sırada Mert geldi.

Mert:
— Abi… iyi misin? Bu hal ne?

Ahmet gerçeği söylemenin ağırlığını göğsünde bir anlığına hissetti… ama sadece bir an. O his hemen yok oldu. Yerine soğuk, uyuşmuş bir iç boşluğu çöktü.

Ahmet:
— İyi değilim. Kavga ettim.

Mert’in bakışı keskinleşti. Cem’in de. İkisi de aynı şeyi düşünüyordu:
Bu çocuk kesin bir şeyden kaçıyor.

Cem öne eğilip sesini alçalttı.

Cem:
— Ahmet… 3 gündür yoksun, izindesin. Yeni cinayet de tam 3 gün önce işlendi. Katil koruma ile kavga etmiş. Bu olay hakkında ne düşünüyorsun?

Ahmet’in çenesi kasıldı. Ne demeye çalıştığını anlamıştı. İçinde bir şey kıpırdadı; öfke mi, korku mu, yoksa sadece alıştığı o iğrenç tiksinti mi… bilmiyordu. Ama gülümsedi. Saçma, yarım, kırık bir gülümseme.

Ahmet (gülerek)
— Ben öldürdüm emini… Geceleri seri katilim ben. Yönetmen benim oğlum.

Mert önce bir an dondu, sonra güldü—öylesine, gerçek ilgisiz bir kahkaha. Cem ise rahatsız olmuştu.

Cem:
— Siktir lan…

Mert:
— Bundan bi’ şey çıkmaz abi. sigara kokuyor zaten.

Ahmet hafifçe başını yana eğdi. Sanki söyleyeceği şeyin hiçbir değeri yokmuş gibi.

Ahmet:
— Ben öldürdüm la. Başka nerede kavga edecem?

Mert elini salladı.

Mert:
— tamam abi sensin. içip kavga etmişsin.

Cem de kafasıyla onayladı. İkisi masalarına dönerken arkada birkaç polis kısık sesle kıkırdı. Basit, önemsiz, boş bir muhabbetmiş gibi…

Ahmet ise sandalyesine iyice gömüldü. İçinde bir yerde, derinlerde, bulanık bir düşünce döndü:

Ahmet’in iç sesi (yorgun):
İnsanlar… Tersini yapmayı ne kadar seviyor.

Sonra bilgisayarın ekranı açıldı.
Ahmet, Hatice Uzun dosyasını sessizce açtı.
Gözleri satırlarda gezindi—ama sanki hiçbir şey görmüyordu.
Ya da… görüp görmediğini kendi bile bilmiyordu.

Odada klavye sesleri, tıkırtılar, polislerin hafif konuşmaları vardı.
Ama Ahmet’in içinde tek bir şey işliyordu:

O derin, sürekli, hiç dinmeyen karanlık uğultu.

Birkaç dakika sessizlikten sonra Selim ağır adımlarla yanına geldi. Ahmet’in gözleri hemen Selim’in üzerine kilitlendi; bakışları keskin, sert, sanki Selim’i tartıyor gibiydi. Selim bir şey söylemedi. Sadece bekledi. Ama o bekleyiş bile Ahmet’in sinirini kabartmaya yetti.

Ahmet (sert, düşük bir sesle)
— Ne bakıyon oğlum? Çek bi sandalye, hadi.

Selim, gözlerini kaçırmadan hızlıca sandalyesini çekti ve Ahmet’in yanına oturdu. Sessizlik ağır bir gölge gibi ikisinin üzerine çöktü. Ahmet Selim’e bakarken, bakışlarında hafif bir alay ve derin bir sabırsızlık vardı.

Ahmet (soğuk, keskin)
— Şu… Neydi la ismi…

Bilgisayara eğildi, ekranı inceledi, Hatice Uzun’un dosyasına baktı. Parmakları klavyede gezinirken, sesi soğuk ve yavaş çıktı:

Ahmet
— Hah… Hatice Uzun. Kocasını bulamamışsınız hâlâ.

Selim başını eğdi, mahcup ve çekingen bir tonla konuştu:

Selim
— Üzgünüm, komiserim.

Ahmet kısa bir süre sessizce Selim’i süzdü, bakışları neredeyse içini okur gibiydi. Sonra bir nefes aldı, hafifçe başını eğdi, ama sesi hâlâ sertti:

Ahmet
— İp ucu bir iz oğlum… Hiçbir şey bulamamışsın lan. Diğer polisler de bi şey bulamamış.

Selim gözlerini hafifçe kaldırdı, yüzünde karışık bir endişe ve sorumluluk ağırlığı vardı:

Selim
— Komiserim… size bazı kamera kayıtlarını getireyim, isterseniz.

Ahmet başını hafifçe salladı, sesindeki sertlik ve karanlık, sanki Selim’in bütün çabalarını yutacak gibi:

Ahmet
— Git… getir hadi.

Selim kalkarken, Ahmet’in gözleri hala onu takip ediyordu. İçinde bir tür boşluk ve gerginlik vardı; her hareketini, her nefesini ölçüyordu.

Selim, kendi masasının çekmecesini açtı. İçinden bir flaş bellek çıkardı, yüzünde hafif bir çekingenlik vardı. Sessizce Ahmet’in yanına yürüdü, sandalyeyi çekti ve oturdu. Flaş bellek Ahmet’in önüne geldi.

Selim:
— Buyrun, komiserim.

Ahmet aldı flaşı, bilgisayara taktı. Ekran yavaşça açıldı; önce bir kadın siluetiydi. Monitöre odaklandı, kaşlarını hafifçe çatıp seslendi:

Ahmet:
— Şu… Hatice değil mi?

Selim başıyla onayladı. Ardından ekran karardı, ardından tekrar belirdi; maskeli bir adam görünüyordu. Hatice’yi defalarca bıçaklıyordu; elinde eldiven vardı. Ahmet’in yüzünde hiçbir ifade yoktu, ama gözleri keskinleşmiş, detayları beynine kazıyordu.

Ahmet (soğuk, keskin bir tonda):
— Bu davadan bir bok çıkmaz gibi… ama bakacağız.

Kalan kayıtları birlikte izlediler. Her kareyi, her hareketi analiz ederek geçiyordu Ahmet’in gözleri. Ardından bilgisayardan adamın aile soy ağacına baktılar; eksikleri, boşlukları not etti Ahmet sessizce.

Ahmet (hafif sinirli, ama derin bir analiz tonuyla):
— Bak Selim… bu gördüğün piç, Mahmut… Hatice’nin kocası. Bunlar boşanacak ama adam öldürüyor. Beş çocuk yetimhaneye gitmiş. Kocası hâlâ kayıp.

Selim, ekranın önünde gözlerini kocaman açtı, anlam verememiş gibi:
— Eee… yani ne çıkacak bundan?

Ahmet’in gözleri hızla Selim’e döndü. Siniri, zekâsının soğuk hesaplamasıyla karışmıştı:

Ahmet:
— Salak çocuğum Benim... adamın babasına gittiniz, kardeşlerine de. Bütün ailesinin sorgu kayıtlarını izledim. Babası eski arkadaşı Necati’den bahsetmiş. Ama siz de iyi halt edip Necati’ye bakmamışsınız.

Selim, hafif ukala bir tonla, göz kırpar gibi:
— Komiserim, saçma… Necati ölmüş.

Ahmet derin bir nefes aldı, kaşlarını çatıp bilgisayara geri döndü. Sesinde hem sabır hem baskı vardı:
— Kayıtları düzgün izlersen ailesinin yanlış bilgi verdiğini anlarsınız. Ölmemiş kimlik değiştirmiş olabilir. Adamın adı Necati değil zaten. Artık değil.

Selim şaşkın, ama hâlâ soruyordu:
— Ney, komiserim? Ve Nerden biliyorsunuz.

Ahmet’in bakışları bilgisayar ekranından Selim’in gözlerine geçti;
— şimdi göstericem… ama önce dosyaları daha dikkatli oku. Sonra anlayacaksın beni. Dediklerimi uygula, yeter.

Selim başını salladı, Ahmet’in kararlı ve keskin bakışlarından etkilenmişti. Sessizce masasından kalktı.

Öğleden sonra ofiste kısa bir sessizlik vardı; herkes yemek yemiş, kendi köşesine dönmüştü. Birkaç kişi seri cinayetler dosyası üzerinde çalışıyor, bir kısmı ise diğer dosyaları gözden geçiriyordu. Ahmet ve Selim ise otoparktaydılar. Ahmet arabasının kapısını açtı, içeri oturdu. Selim, biraz çekingen ama kararlı bir şekilde yanında oturdu. Motorun sesi, boş otoparkta yankılanıyordu.

Yola çıktılar.

Ahmet, ön cama bakarak konuştu, sesi düşük ama keskin:
— İzledin mi sorgu kayıtlarını?

Selim, not defterini hafifçe dizi ne koyarken cevapladı:
— Evet, komiserim. Mahmut’un babasına göre Necati ölmüş, ama boşanma davasının açıklanmasından sadece birkaç gün sonra gerçekleşmiş. İlginç olan, veritabanında hâlâ “yaşıyor” olarak gözüküyor. Yani resmi olarak ölü görünmüyor, hâlâ aranıyor. Çevresindekiler zaten ölü olduğunu biliyor ama resmî kayıtlar farklı.

— Bir de Mahmut’un yeni bir arkadaşı olmuş Necatiden sonra. Sakallı, kel bir adam… Babasının tarifine göre Necati’ye çok benziyor. İsmi yok, cismi yok. Muhtemelen kimlik değiştirmiş, kayıtlarda izi yok. Necati'nin Geçmişte birkaç suç kaydı var: vergi kaçırma, dolandırıcılık iddiaları… Ama bunlar eski, şu anda kimliğini değiştirmiş olmalı bu yüzden şu an yeni bir bağlantı bulmak zor.

Selim kısa bir duraklama yaptı, ardından ekledi:
— Yani, resmi kayıtlarda ölü gözükmüyor ama çevresi öldü biliyor. Yandı diyorlar zaten adamın kimsesi yok. Aranıyor şu anda. Mahmut’un babasının ve ailesinin ifadeleri doğrultusunda, bu adam hâlâ aktif ama çevresinde görünmüyor.

Ahmet’in gözleri yola odaklanmıştı ama hafifçe başını Selim’e çevirdi, bakışı keskinleşti:
— Aferin. Güzel şeyler bulmuşsun. 3 gündür bunları bulmak zormuydu? Oğlum ha…

Selim başını hafifçe salladı, sesi yumuşamıştı:
— Haklısınız, komiserim.

Ahmet kaşlarını çattı, sıkıldı:
— Bana komiserim demek zorunda değilsin.

Selim gülümsedi, gözlerinde hem hafif bir rahatlama hem de tatlı bir çekingenlik vardı:
— Ama siz…

Ahmet başını hafifçe salladı, sesi sabırsız ama uyarıcıydı:
— Tamam işte, zorunda değilsin.

Selim tekrar başını salladı:
— Tamam abi.

Bir süre sessizlik çöktü, sadece motorun ve lastiklerin asfaltla teması duyuluyordu. Selim hafifçe sırıtmaya başladı, zafer kazanmış bir çocuğun sessiz memnuniyeti gibi. Ahmet hemen fark etti, bakışıyla onu durdurdu:
— Sırıtma lan…

Selim duramadı, hafif bir gülümseme daha belirdi. Ahmet araya girdi, sesi daha sert:
— Tamam lan, sağa çekiyorum, in.

Selim ani bir şekilde cevap verdi, biraz panik:
— Tamam tamam abi, pardon.

Ahmet cevap vermedi, direksiyonu sıkıca kavradı ve yola devam ettiler. İçerideki sessizlik, önlerindeki uzun yol gibi ağır ve gergindi. Ahmet’in gözleri yoldaki her detayı tarıyordu; Selim’in anlattığı bilgiler beyninde dönüyor, her detayı bir sonraki hamlesi için hesaplıyordu. Motorun uğultusu, bir tür ritim gibi… hem yorgunluk hem de tehlikenin sessiz habercisi.

Aradan birkaç saat geçmişti.
Gökyüzü, sanki ağır bir yorgan gibi şehrin üzerine çökmüştü; güneş bulutların ardında kaybolmuş, havaya o gri, kasvetli sonbahar kokusu sinmişti. Kış, kapıda bekleyen bir misafir gibi nefesini artık açıkça hissettiriyordu. Gelmişti.

Ahmet, arabayı yol kenarına sessizce çekti. Motor sustu, ama havadaki gerginlik olduğu yerde kaldı. Kapıyı açıp indi; sessiz, sert, düşünceli… Selim de arkasından alelacele indi ve Ahmet daha kapanmadan kapıyı kilitledi.

Selim, soğuk havada nefesi buharlaşırken Ahmet’e baktı. Yüzünde hem şaşkınlık hem tereddüt vardı.

Selim
— Yetimhane mi?

Ahmet gözünü bile kısmadan, kısa bir nefesle:
— Evet.

Selim etrafına bakındı; binanın yüksek, karanlık pencereleri, çatlamış duvarları, eski bir çocuk parkının iskelet gibi kalmış demirleri göze çarpıyordu. Hafif bir rüzgâr, paslı salıncağın zincirlerini ince bir iniltiyle sallıyordu.

Selim
— Abi… iyi de burası ne alaka? Burası Mahmut’un çocuklarının yetimhanesi.

Ahmet yürümeye başladı, Selim de mecburen peşine takıldı. Adımlarının sesi boş avluda yankılandı.

Ahmet
— Hepsi değil. Beş çocuğu ayrı ayrı dağıttılar.
— Burası… en büyük çocuğun kaldığı yer.
— On dört yaşındaki Emel’in yani.

Selim duraksadı, kaşlarını çattı.
— Anladım abi de… Emel’den ne çıkar ki? Zaten konuştuk.

Ahmet o anda durdu. Selim’e yavaşça döndü.
Gözlerinde hem öfke hem o derin, tecrübeli polis sezgisi vardı.

Ahmet
— Mahmut’un arkadaşı Necati’yi konuştunuz mu, evladım benim?

Selim, bakışlarını yere indirip kısa bir “yutkunma” yaptı.
— Hayır…

Ahmet bir adım Selim’e yaklaştı, omzuna değil, beline yakın bir yerden kontrolcü bir hareketle itti.
Sesi soğuk ve değişmezdi:

Ahmet
— O zaman ne soru soruyon?
— Yürü hadi.

Selim, dengesi bozulsa da bir şey diyemedi. Ahmet kapıya doğru yürürken, Selim toparlanıp arkasından yetişti.

Yetimhanenin ağır demir kapısından içeri girdiklerinde, içerideki soğuk daha farklı vurdu.
Sessiz koridorda eski deterjan kokusu, duvarlarda çocuk çizimleri, uzaklardan gelen boğuk bir uğultu…
Her şey bir anda ağırlaştı.

Ahmet adımlarını yavaşlatmadan içeri ilerledi.
Selim ise etrafa bakarken kendi kendine sordu:
“Emel… Necati… Mahmut… Hangisi burada doğruyu söyleyecek?”

Ama Ahmet’in yüzündeki kararlılık şunu net gösteriyordu:
O cevabı çoktan kafasında bulmuştu.

Resepsiyonun bulunduğu koridor, eski binanın rutubet kokusunu çekiyordu içeri. Duvarların boyası yer yer kabarmış, floresan ışıklar titreyerek yanıyordu. Bankonun arkasındaki kadın —esmer, saçlarını sıkı bir topuzla toplamış, ütülü bir etek–önlük kombinasyonu giymiş— göz ucuyla ikisine baktı. Yaka kartı yoktu; burada çoğu çalışan isimle değil, yorgunlukla tanınırdı zaten.

Ahmet, ağır ve kendinden emin adımlarla yaklaştı. Kadınla göz göze geldi; Ahmet’in bakışı sertti, kadın da geri adım atmayan bir gerginlik taşıyordu.

Ahmet: — Emel Uzun’la görüşmemiz gerek.

Kadının kaşları anında çatıldı, sesi kuru ve resmiydi: — Siz kimsiniz?

Ahmet hiçbir şey söylemeden arka cebine uzandı, cüzdanını çıkardı ve kimliğini kadının göz hizasında açtı.

Ahmet: — Cinayet Büro.

Selim de aynı hareketi yaptı, ama Ahmet ona hızlı bir yan bakış attı; alay mı, hafif bir utanç mı, anlaşılmaz bir karışım.

Kadın bakışlarını hemen yumuşattı, önce Ahmet’e sonra Selim’e baktı:

Kadın: — Pardon… hemen çağırıyorum.

Telefonu eline aldı, birkaç tuşa bastı, kısa ve mekanik bir konuşma yaptı. Ahmet sabırsız, Selim hafif huzursuz bekliyordu. Resepsiyonun sessizliği adeta tırmalıyordu insanı.

Selim, başını Ahmet’e doğru hafifçe eğdi, bir sırrı fısıldar gibi: — Abi…

Ahmet, gözlerini ileri dikmiş halde: — Ha?

Selim: — Bir şey çıkmaz bundan.

Ahmet’in dudakları kıpırdadı, alayla karışık bir öfke belirdi yüzünde: — Yanımda ol yeter. Boş bir olay bu zaten. Siz aptalsınız.

Selim’in yüzü bir an gerildi, göz kapakları belirsiz bir kızgınlıkla titredi. Direncini toparladı, hafif meydan okuyan bir tonda: — Görücez abi… bir şey çıkmazsa ama yemek ısmarlarsın.

Ahmet’in yüzündeki sabır çizgisi tamamen kırıldı; başını Selim’e çevirip kaşlarını sertçe indirdi.

Ahmet: — Salak çocuk. Kendini Amerikan polisiye dizisinde mi sanıyorsun? Arabada kahve ve donut da ister misin? Ne iddiası oğlum? Şu hallerden çık bi. Türk polisisin. Değersiz bir kölelik sadede. altmış bin TL alıyorsun diye adam olmadın. Geçin yeter, hepsi bu.

Selim’in yüzündeki gergin ifade, bir anda içe dönük bir sessizliğe dönüştü. Gururu kırılmıştı. Başını eğdi; tepki vermedi.
Ahmet buna baktı, hiçbir şey hissetmiyormuş gibi.

Aralarındaki sessizlik ağırlaştı. Resepsiyonun floresan ışığı sanki biraz daha titredi. Binanın içi, kışın ilk soğuğunu taşır gibi donuktu.

İkisi sessizce bekliyordu. Merdivenlerden, yorgun ve donuk bakışlı bir ergen kız indi. Saçları yağlı, yüzünde hayatın ağırlığını taşır gibi bir ifade vardı. Resepsiyon görevlisi onu yanlarına yönlendirdi.

Kadın: — Emelcim, bu gelenler polis.

Emel, gözlerini hafifçe kırpıştırarak: — Anladım abla, sağ ol.

Kadın: — Daha bitirmedim.

Emel, sessiz bir iç çekişle: — Belli zaten abla neden geldikleri.

Ahmet araya girdi, sesi derin, keskin ve yorulmuş: — Tamam, gel bizimle. Şu koltuğa… biraz konuşmamız gerekiyor.

Emel ağır adımlarla koltuğa doğru yürüdü. Sonra oturdu. Ahmette karşısına oturdu, Selim ayakta, not defterini elinde tutuyordu. Aralarındaki sessizlik neredeyse fiziksel bir ağırlık gibiydi; binanın eski duvarları, rutubet kokusu, floresan ışıkların titremesi… hepsi bir baskı gibi oturmuştu.

Ahmet: — Seni böldüğümüz için üzgünüm ama…

Emel hafifçe başını salladı, sesi yorgun ve soğuk: — Sorun yok, zaten bir şeyim kalmadı.

Ahmet, gözleri dikkatle Emel’in gözlerine kilitlenmiş, derin bir sessizliğin ardından sordu: — Pekâlâ… Babanın ölen arkadaşı Necati… neden cenazesi olmadı?

Emel’in sesi, yaşına rağmen tükenmiş bir tonla çıktı: — Yanmış cesedi… Tanıdığı yok diye cenazesi olmamış zaten.

Ahmet kaşlarını kaldırdı, hafif öfke ve merak karışımı: — Baban mı dedi?

Emel: — Evet, o dedi.

Ahmet sertçe: — Baban mı öldürdü sence anneni?

Emel, sadece bakışlarını yere indirdi: — Sanırım… boşanma yüzünden.

Ahmet’in sesi yine derinleşti: — Necati boşanma davasından sonra ölmüş… babana borcu var mıydı?

Emel: — Manevi bir şeylerden bahsediyorlardı.

Ahmet hafifçe öne eğildi: — Ney bu “manevi şey”?

Emel: — Bilmiyorum… sadece “manevi borç” diyorlardı.

Ahmet gözlerini Emel’in gözlerinden kaçırdı, yerine düşüncelerini yola, bulutlara, kışın yaklaşan soğuğuna yöneltti. Sessizlik birkaç saniye sürdü, Selim hâlâ sessiz, notlarını alıyordu; Emel ise artık tepki vermeye enerjisi olmayan bir kabulleniş halindeydi.

Ahmet: — Baban nerede olabilir peki?

Emel, yorgun ve boş: — Necati abi desem olmaz… öldü. Babam Belki kendini öldürmüştür.

Ahmet hafifçe gülümsedi, gözlerinde soğuk bir kıvılcım: — Ya da Necati ölmemiştir, ha.

Emel gözlerini açtı, hafif bir şaşkınlık; ama aşırı bir tepki vermedi. Tepki verecek enerjisi yoktu. — Nasıl?

Selim hâlâ sessiz, notlarını alıyor, bakışlarında çaresizlik vardı.

Ahmet: — Necati, boşanma davası başlayınca öldü… Bu sürede baban yeni bir arkadaş edindi mi?

Emel: — Şey… birisi vardı.

Ahmet, hafif heyecanlandı, sesi titredi: — Kim?

Emel: — Neydi adı… Arif mi, Akif mi… Bekle abi.

Ahmet kaşlarını çattı: — Neyi bekliyim?

Emel: — Benim günlüğüm vardı… alıp getirsem, bazı şeyler işinize yarar.

Ahmet, sert bir tonla, hafif alaycı: — Bu yaşta günlüğün mü var?

Emel, bakışlarını yere dikerek cevapladı: — Ne yapsaydım… polismi olsaydım.

Selim hafifçe gerildi, şaşkın ve sessiz, not defterini sıkıca tuttu. Ahmet biraz bekledi, gözlerini Emel’den ayırmadan: — Git, getir hadi günlüğünü.

Emel başını salladı, ağır adımlarla merdivenlere yürüdü ve yukarı çıktı. Resepsiyon görevlisi uzak köşede işleriyle meşguldü. Selim hâlâ sessiz, hiçbir tepki vermiyor, not alıyordu. Ahmet ise yere bakmış, zihninde olayları birleştiriyor, kendi karanlık hesaplarını yapıyordu. Dışarıda rüzgar soğuk, kışın ilk nefesi binanın içine sızıyordu. İçeride ise yalnızca Ahmet’in sessizliği, Selim’in yazdığı notların tıkırtısı ve floresan ışıkların hafif uğultusu vardı.

Birkaç dakika sonra, merdivenlerin başında ayak sesleri duyuldu. Emel ağır ağır indi; basamaklara bastıkça ayaklarının altında hafif bir gıcırtı yükseliyordu. Kızın yüzünde hâlâ o donuk ifade vardı—sanki yaşamak bir görev, nefes almak bir alışkanlıktı. Elinde pembe bir defter tutuyordu; ucuz bir şey. Üzerinde kalp şeklinde küçük bir kilit… çocuklukla karanlık arasında sıkışmış bir eşya.

Sessizce Ahmet’e uzattı.

Ahmet bir an durdu. Deftere baktı. Renk… kilit… Emel’in yaşı… dışarıdaki soğuk… hepsi birbirine karıştı. Sonra defteri aldı.

Ahmet: — Anahtar?

Emel sanki unuttuğunu yeni fark etmiş gibi hafifçe irkildi.
— Pardon.

Cebinden küçük metal bir anahtar çıkardı ve Ahmet’e uzattı.

Ahmet anahtarı aldı, kilidi çevirdi. Küçük bir “klik” sesi… eski bir anının kapısı açılıyormuş gibi. Defteri açtı. Sayfalar sararmış, köşeleri kıvrılmış, genç bir kızın zihniyle konuşan cümleler doluydu. Ahmet sayfalar arasında gezinirken, yüzündeki sertlik birkaç saniyeliğine çözüldü; belki kendini, belki çocukluğunu, belki çoktan gömdüğü bir tarafını gördü.

Ahmet: — Günlüğüne bakmam rahatsız etmiyor mu seni?

Emel’in sesi taş gibi düştü:
— Pek bir anlamı yok zaten abi. İstediğini yap.

Söylerken bile nefesi titremedi; alışmışlık, yorulmuşluk ve kabulleniş karışımı bir boşluk vardı.

Ahmet, bu çökmüş ergen ruh halini dağıtmaya çalışır gibi sayfayı çevirdi. Böyle bir karanlığa alışkındı ama yine de zordu; Emel’in çöküşü bir çocuğun çöküşüydü.

Ahmet: — Şey… babanın yeni arkadaşıyla ilgili aldığın not nerede?

Emel defteri Ahmet’in elinden nazikçe değil, yorgun bir refleksle aldı. Parmakları sayfaların içinde dolaştı. Bir bölümde durdu. Üstte yazan başlık: “Taşan Düşler.”

Sayfayı aramaya başladı. Gözleri satırlar üzerinde süzülürken dudaklarını ısırdı. En sonunda buldu.

Emel: — Hah… buldum. Akif’miş ismi. Burada yazıyor abi.

Ahmet sayfaya eğildi. Gözleri satırları hızlıca tararken yüzüne çok hafif bir umut yerleşti. Yorgun ama keskin bir sesle:
— Harikasın… Sen olmasan imkânı yoktu bu işin.

Emel hafifçe başını yana çevirdi, sanki bu övgü üzerine ne hissedeceğini bilmiyor gibiydi.
— Şimdi ne olacak abi? “Akif” ismi ne işine yarar ki?

Ahmet kaşını kaldırdı.
— Sen kafa yorma oralara...

Emel başını eğdi. Bileğini kaşıdı. Sessiz, huzursuz, tükenmiş bir hareket.

O sırada Selim sonunda konuşmaya cesaret etti:
— Abi?

Ahmet dönüp baktı; sesi biraz sertti:
— Söyle.

Selim: — Ben… arabaya geçeyim mi? İş bittiyse.

Ahmet: — Neden lan?

Selim kısa bir nefes aldı:
— Abi… üç beş şeyler.

Ahmet bu cümleyi çok iyi tanıyordu. Kendisinin her seferinde kaçmak için uydurduğu, kendi kendine bile inanmadığı bahaneler. Ama Ahmet hiçbir şey demedi. Sadece içindeki yorgunluğun bir parçası teslim oldu.

Ahmet: — Tamam, git.

Selim başını eğerek çıktı. Resepsiyon kapısından geçip avluya yöneldi. Ardında hafif ayak sesleri bırakarak gözden kayboldu.

Emel, Ahmet’e döndü. Birkaç saniye düşündü. Sonra sessizce:
— Abi… eğer işine yarayacak olursa…

Durdu. Sanki konuşacak enerjiyi boğazından söküp çıkarıyordu.

— Günlüğü alabilirsin. Ama sonra geri ver.

Ahmet kaşlarını hafifçe kaldırdı.
— Hani anlamı yoktu senin için?

Emel gözlerini kaçırdı.
— İstiyorum.

Bu tek kelime… bir çocuğun elinde kalan son şey gibi duruyordu. Hayat yıkılmış, aile yok olmuş, güven kalmamış… ama bir defter, bir iki sayfa… bir tek onlar kalmıştı.

Ahmet kısa bir sessizliğin ardından başını salladı.
— Tamam. Alacağım… sonra geri getiririm.

Emel yine başını eğdi. Bir şey söylemedi. Sessizlik onların arasında ölmüş bir şey gibi durdu.

Ahmet ayağa kalktı. Defter elindeydi. Yorgun, hissiz ama gerçek bir tonda konuştu:
— Yazmaya devam et sen. Kalemin güçlü.

Emel göz kaldırmadan fısıldadı:
— Denerim abi.

Ahmet kapıya yöneldi:
— Ben de gitmeliyim. Günlüğünü sonra getireceğim.

Emel sadece bir “Peki abi…” diyebildi.

Ahmet yürürken Emel koltukta oturuyordu; avuçlarını sıkmış, gözleri Ahmet’in sırtında. Sanki gitmesini istemiyor gibi… ama ses edecek gücü yoktu.

Ahmet avluya çıktı. Havanın soğuğu bir bıçak gibi yüzünü kesti. Sessiz, ağır bir hava asılıydı tüm binanın üzerinde. Avludan geçip yol kenarına doğru yürüdü. Selim ve arabası oradaydı.

Ahmet avludan çıkıp arabanın yanına geldiğinde, açılmamış sokak lambasının altındaki Selim’i gördü. Selim kaputa yaslanmış, başı hafif öne düşmüş, göz kapakları yarı kapalıydı. Saat akşam dört civarıydı; turuncuya çalan bir gökyüzü, günün ölmek bilmeyen bir ateş gibi ufku boyadığı o çürük sessizliği çocuğun omuzlarına ağırlık gibi çökmüştü.

Ahmet kapıyı açıp şoför koltuğuna oturdu. Selim de acele etmeden, sanki her adımı uykuyla boğuşuyormuş gibi, yan koltuğa geçti. Motor çalıştı. Araba açık yolların içine doğru kaydı.

Bir süre konuşmadılar. Yol çizgileri, akşamın ışığı altında titreyen beyaz izler gibiydi. Ardından Ahmet derin bir nefes alıp konuştu:

Ahmet:
— Bu günlük bu kadar yeter.

Selim, beklemediği için başını kaldırdı.
Selim:
— Abi… daha bulamadık ki adamı.

Ahmet direksiyona daha sıkı sarıldı.
Ahmet:
— Oğlum bugün bulamayız zaten. Topladığımız bilgileri amire götürmemiz gerekiyor.

Selim’in omzu düştü, sesi kırık geldi:
Selim:
— Anladım abi…

Rüzgâr camlara çarpıyor, arabanın içinde gerilmiş bir sessizlik dolaşıyordu. gökyüzü arabanın kaportasına vuruyor, içeri hafif bir yanık gün ışığı doluyordu. Ahmet yola bakmayı sürdürdü, gözleri derin, düşünceleri bulanık.

Ahmet:
— Seni merkeze direkt bırakayım mı? Benim işlerim var.

Selim:
— Ne işi abi?

Ahmet:
— Boşver. Bilsen ne yazar ha?

Araba yavaşça viraj aldı. Şehrin sokakları gri bir pusun içindeydi; sadece onların konuşmaları uyanıktı.

Ahmet:
— Bu arada… sen neden bir anda garipleştin?

Selim kısa bir nefes aldı, gözünü camdan ayırmadı.
Selim:
— Bilmiyorum abi.

Bir süre dışarıyı izledi. Sokak lambaları henüz yanmamıştı; turuncu akşam ışığının altında bir tren vagonu gibi gözünün önünden geçiyordu her şey. Sonra biraz daha alçalıp konuştu:

Selim:
— Abi… senin olaylı bir geçmişin varmış diyorlar.

Ahmet’in çenesi sıkıldı.
Ahmet:
— Evet.

Selim:
— Nasıl polis oldun… öyle bi’ geçmişle?

Ahmet acı bir tebessüm etti; sanki kendine bile değmeyen bir gülümseme.
Ahmet:
— Devlet işte… ne beklersin.

Selim:
— Anlamadım abi.

Ahmet:
— Boşver oğlum… boşver.

Sesindeki yorgunluk, kelimelerden daha çok şey anlatıyordu. Susmasa kırılacaktı; konuşsa bazı şeyler düşüp parçalanacaktı. O yüzden sustu.

Selim de sustu.
Çünkü bazen susmak, soru sormaktan daha sadakat doludur.

Ahmet direksiyona bakarken içinden geçenler söz olmuyordu:
Sanki içimde bir şey çatırdıyor. Dün gece başlayan bir şey. Zamanın içinden geçemiyorum; zaman benden geçiyor. Ben hiçbir şeye yetişemiyorum… hiçbir şey bana yetişmesin diye.

Yol bitti. Bir saatlik ağırlığın ardından merkezin önünde durdular. akşam ışığı merkezin çelik kapısının üzerine vuruyor, sanki kapıyı solgun bir ateş çiziyordu.

Selim kapıyı açtı, ayakları yere değince kısa bir esneme sesi çıktı.
Selim:
— Sağ ol abi.

Ahmet ona bakmadan, gözlerini hâlâ göstergelerde gezdirirken konuştu:
Ahmet:
— Bilgileri göster amire. Ha… bir de akşam dosyaya bakmaya devam et.

Selim başını salladı.
Selim:
— Tamam abi… Allah’a emanet.

Ahmet kısa, sert ama samimi bir şekilde cevap verdi:
Ahmet:
— Sen de.

Selim kapıyı kapatıp içeri doğru yürüdü. Ayak sesleri binanın betonuna karışırken Ahmet geriye yaslandı. Motor çalışıyordu. İçeride tütün, yorgunluk ve eski hatıraların kokusu vardı.

Sonra vites attı.
Arabası ağır bir gölge gibi merkezin önünden uzaklaşmaya başladı.
Turuncu hava yavaşça sönüyor, şehir günün küllerini toplar gibi yavaşlıyordu.

Sanki şehirde kimse uyanık değildi ve Ahmet, kimsenin görmediği bir yükü sürüklüyordu.

Akşam çoktan çökmüştü. Ahmet, yol kenarındaki paslı bankta tek başına oturuyordu. Deniz, soğuk bir nefes gibi
taşlara vuruyor; kız kulesi, karanlık suyun üzerinde fazla romantik duran bir nokta gibi parlıyordu.
Klişe… belki. Ama insanlık zaten klişenin kölesi. Kendi duygusunu bile popüler kültürden kiralıyor.

O ise sadece oturuyordu.
Ağzında sigara, külü rüzgârla birlikte kırılacak gibi titriyordu.
Duman, Ahmet’in yüzünde yarım bir maske çiziyordu: Yorgunluk, suç, pişmanlık, kanla lekelenmiş hafızalar.

Aklına Emin’in çocukları geldi.
Korkuları.
Ardından o korkuların birer hedef tahtasına dönüşüşü.
Boğazına bir düğüm oturdu. Artık sadece… kurtulmak istiyordu.

Ceketinin iç cebine uzandı. Derya’nın ona sokuşturduğu küçük, siyah telefon avucunda soğuk bir taş gibiydi.

Bir süre baktı telefona. Sanki yanlış bir numara çevirirse kaderi değişecekmiş gibi.
Sonra bastı arama tuşuna.

Üç uzun bip.
Sonra tık.

Derya:
— Alo?

Ahmet denize baktı. Gözleri kararmış bir ufka çarpar gibi.
Ahmet:
— Robot resmi çizmeye başlamışlar mı?

Derya’nın sesi bir an titredi, sonra kendini toparladı:
Derya:
— Hayır… ama başlayabilirler.

Ahmet’in parmakları sigarayı daha sıkıp gevşetti.
Ahmet:
— Sen nereden biliyorsun bunları?

Derya:
— Merkezin finansörüyüm ya hani, Ahmet… unutma.

Ahmet içinden karanlık bir kahkaha attı ama dışarı çıkarmadı.
Sigaradan derin bir nefes aldı.
Ahmet:
— Bundan… nasıl kurtulacağım?

Derya bir saniye düşündü. O saniye Ahmet’in kulağında saat gibi gürledi.
Derya:
— öldür.
Dedi; sanki bir sipariş verir gibi.

Denizden esen rüzgâr o kelimeyi Ahmet’in yüzüne çarptı.
Acıtmadı.
Yaktı.

Ahmet:
— Sen yaptıramaz mısın?

Derya:
— Çocuk öldüren bir tetikçi yok. O işten herkes tiksinir.
(ufak bir duraklama)
Hem… senin bile prensiplerin var...
Değil mi?

Ahmet dudaklarının kenarından acı bir gülümseme kaydırdı.
Ahmet:
— Yaparım.
Ama gözleri karardı, sesi buz gibi devam etti:
— Ama ben yaparsam… seri katil işi olduğu anlaşılır.

Bu cümle havada soğuk bir bıçak gibi asılı kaldı.
Bunu söylerken kendi sesinin ne kadar değiştiğini fark etti; sanki bir başkasının sesiydi
Derya susmuştu.
O sessizlikte ikisi de düşünüyordu; ikisi de kendi içindeki canavarın yüzüne bakıyordu.

Ahmet’in zihninde bir şey kıvılcımlandı.
Yavaşça büyüdü.
Sonra patladı.

Ahmet (kısık sesle):
— Derya…

Derya:
— Söyle.

Ahmet gözlerini denizden çekmiyor, ama sesindeki karanlık kıyıya vuruyordu:
Ahmet:
— Yarın sabaha kadar bana küçük bir silah bul.
Ve… Ceyda’yla Elif’in annesinin adresini gönder.
Zeynep’in evinin adresini.

Derya’nın nefesi değişti, neredeyse tedirgin:
Derya:
— Öldürmeye mi gidiyorsun?

Ahmet hiç düşünmeden cevapladı:
Ahmet:
— Evet.
(ufak bir duraklama… sonra daha soğuk bir tonda)
— Ama… farklı.

Derya:
— Nasıl bir fark?

Ahmet’in yüzünde ilk kez tehlikeli bir gölge belirdi.
Sigarasını yere attı, ayakkabısıyla ezdi.
Ahmet:
— Haberlerde izlersin.

Derya bir anda korkuyla nefes aldı.
Ama Ahmet’in söylediği şeyde öyle bir karanlık vardı ki
tartışmaya cesaret edemedi.

Sessizlik.
Sonra:

Derya:
— Tamam. Ayarlayıp getiririm.

Ahmet başını hafifçe eğdi, tek kelime söyledi:
Ahmet:
— Güzel.

Ve telefonu kapattı.
Ekranın ışığı yüzünden çekilirken Ahmet’in yüzü yarım saniyeliğine karanlık bir heykel gibi kaldı.

Sigarasının dumanı hâlâ havadaydı.
Deniz hâlâ soluyordu.
Kız kulesi hâlâ parlıyordu.

Ama Ahmet… başka birine dönüşüyordu.
İçindeki korku ve heyecan birbirine dolanmıştı.
Bu plan hızlıydı, deliceydi, geri dönüşü yoktu.

Ama işe yararsa…

kabus bitecekti.

Ve Ahmet, gecenin içinden doğan bir gölge gibi oturduğu bankta sessizce içinden geçti:

“İşe yararsa… bugün son kez Ahmet olurum.”

Birkaç saat sonra Ahmet evine geldi.
Kapıyı kapattı; kilidin tık sesi evin karanlığına yapıştı. Ceketini çıkarıp askıya astı — koku, tütün ve gecenin pası; elleri hâlâ soğuktu. Her şeyin eskidiği bir odada, eşyalarla arası bile bitmiş gibiydi. Mutfağa yürüdü, dolabı açtı, soğuk şişeyi eline aldı. Şişeyi açarken usul bir ritüel gibiydi; basit, anlamsız bir onay.

Salona geri döndü, koltuğa çöktü. Yaylar gıcırdadı; sanki koltuk da onun kadar yorulmuştu. Şişeyi kaldırdı, hafifçe baktı, sonra ağzına götürdü:

Ahmet
“Bu suyu Azerbaycandaki bir kız için içiyorum. İki de olabilir.”

Söyledi; cümle kendi kulağında bile tuhaftı — ironik, savunmasız, umutsuzca küçük bir jest.

Suyu bitirdi. Şişeyi fırlattı; ses, odanın içine düştü ve orada kaldı. Uzun süredir bırakamadığı alışkanlıkları bir kenara attı gibi. Başını geriye yaslayıp gözlerini kapattı. Bir düşün dalgası geçti: yaparsa ne olurdu? Kafasının içinde bir an babasının yüzü belirdi — o soğuk, uzak hatıra. Babası oradaydı, Ahmet ona bakıyordu; ikisi konuşmadı. Sessizlik aynı anda hem boşluk hem suçtu.

Gözlerini açtı, bakışları sabitlendi; kendine konuşuyordu ama kelimeler düzensiz, zorla dökülüyordu:

Ahmet
“Babam ve hisler… Birinizin gidişine alışamadan ikiniz de mi gidiyorsunuz, ha?”

Duraksadı. Yüzünde hiçbir ifade yoktu; mimikler bir tür erozyona uğramıştı. Konuşması, anlam arayan ama bulamayan birinin tekdüze vuruşları gibiydi. Bir şeyler söyleme zorunluluğunun ağırlığı altında:

Ahmet
“Siktir olun, gidin o zaman.”

Derin bir nefes aldı; ciğerleri sanki daha ağır çalışıyordu. Uykusuzluğun, suçun ve yorgunluğun karışımı bir boşlukta asılı kaldı. Emel’in günlüğü aklına geldi — arabada unutmuştu; ama umursamadı. Ergen bir kızın defteri, bütün bu çarpışın içinde neden kayda değer olsun ki? Düşününce hemen kendi içinde küçüldü ve kayboldu.

Bazı gerçekler, kaçınılmazdı. Eğer o tinerci çocuğu öldürmeseydi, bugün Ahmet hâlâ aynı çürümüşlük içinde bir adam olur muydu? Belki. Belki de şimdi farklı bir şekilde, yine yaralanmış, yine eksik bir hayat sürüyor olurdu. Öldürdü — ya da öldürttü. Sonrasında ne olduğuna dair kesin bir cevap yoktu; sadece bir dalga geçmişti ve o dalganın kıyısında Ahmet duruyordu. Kendini artık “kötü hissetmekten” çok, garip bir “güç” ile tanımlıyordu; ama bu gücün ne olduğunu kavrayamıyordu.

Gözleri tavana takılı, sigara paketini karıştırdı. Çakmağı buldu, yakan kıvılcım bir anlığına parladı. Dumanı çekti; dumanın sıcaklığı göğsüne değdi, düşünceler daha da bulanıklaştı. Dilinde, zihninin bir köşesinde bir cümle dolaştı — bir tür ilan gibi, bir itiraf değil, daha çok bir sorgulama o cümleyi hatırladı daha önce söylediği şey:

Güç bumu... insan korksa bile durmamasımı.

Sözün sonunu bile getiremedi; çünkü söylemek, bir şekilde kabul etmek demekti. Oysa Ahmet’in içinde kabul edilmemiş çok şey vardı. O geceyi, o karanlığı, o eylemi kabul etmek mi? Yoksa kendini daha güçlü sayma yanılgısına teslim olmak mı?

Pencereye yaklaştı; dışarıda turuncuya çalan bir akşam hâlâ sönmekteydi. Deniz bir aynaydı; Kız Kulesi siluet oldu, klişe bir görüntü gibi uzaktı. Her şey klişe kalmıştı; insanlar yine kendi hikâyelerinin içinde savruluyor, kimse kimsenin derinliklerine inmiyordu. Ahmet, o derinliklerin soğuk taşına ilişmiş bir figür gibi durdu. Karanlık yavaşça çöktü; şehir kendi ritüellerine geri döndü.

Odanın içinde yalnızlığın mürekkebi kururken Ahmet, koltuğa geri yaslandı. Gözleri kapandı, nefesi uzun ve ağır çıktı. Belki de bu, onun son sorusuydu kendine: yapmak mı, yapmamak mı — her ikisi de bir tür cehennem vaat ediyordu.

Ve o cehennemin ortasında, sigara külleriyle, kırılmış ritüelleriyle, yarı uyur bir adam durdu. gece derinleşti, şehir uyumadı, sadece bir adam daha karanlığın içine çekildi.

15. Bölüm sonu.




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu