Onu adlandırmak, aslında yok oluşu dile getirmektir. Tarih boyunca farklı kültürler, onun varlığını farklı isimlerle andı: Viranelerin Sahibi, Çöküşün Lordu, Küllerin Çobanı… Fakat tüm bu adların ardında aynı hakikat gizliydi. O, ne başlangıcın ne de sonun yanındadır; o, bizzat sona giden yolun kendisidir. Yıkımın Efendisi’nden söz eden dillerin suskunlaşması boşuna değildir. Çünkü o anıldığında, taş çöker, demir paslanır, ruh kararıp umutsuzluğa kapılır. Onun gelişi, bir ulusun tükenişini değil, varlığın kendi kendini inkârını müjdeler.

—Yüce Zorath'ın Kül Kitabı

...

[İki gün önce]

Güneş, ufukta henüz tam yükselmemişti, fakat uzun ve modern tasarımlı camın ardından süzülen ışık odanın bütün karanlığını delmeye başlamıştı.

Camın yüzeyinde ince çizgiler halinde beliren buğular, dışarıdaki serin havanın bir işaretiydi. İçeri sızan ışık, önce masanın üzerine düşüyor, cilalı ahşabın üzerinde altın rengi parıltılar oluşturuyordu. Masanın köşesinde yarım bırakılmış bir mürekkep şişesi, yanındaki açık defterin sayfalarına gölgeler düşürüyordu. Defterin kenarları hafifçe kıvrılmış, bazı satırların mürekkebi kururken bulanık lekeler oluşturmuştu.

Kitaplık, odanın neredeyse tüm bir duvarını kaplıyordu. Kalın ciltli kitapların sırtlarında solmuş altın varaklar seçilebiliyordu. Bazıları öylesine eskiydi ki deri kapakları çatlamış, rafın üzerine neredeyse çökmüş gibiydi. En üst raflarda duran birkaç cilt, dokunulmamış bir sessizlik yayıyordu; yalnızca koleksiyon için oradaymış gibi. 'Rahibe Ana Klavuzu', 'Mesgen Dili', 'Mornfall'in Merkezi Çekirdeği' ve 'Dört Kıtadaki Kehanet' adlı kitaplardı... hepsi yan yana dizilmişlerdi

Duvara asılı duran sanat eserleri, sabahın ışığıyla bambaşka bir kimliğe bürünmüştü. Bir tablodaki kasvetli gri gökyüzü, ışığın dokunuşuyla kan kırmızısına çalan bir gölge kazanıyordu. Bir diğerinde, donuk yüzlü bir adamın gözleri parıldıyor gibi görünüyordu; sanki sabah güneşi onları yeniden hayata döndürmüştü.

Kapının yanlarında duran bitkiler, loş gölgelerin içinden yeşilin farklı tonlarını dışarı vuruyordu. Yaprakların üzerindeki ince damarlarda, ışık çizgiler halinde dolaşıyor, adeta damarlarında sıvı altın akıyormuş gibi gösteriyordu.

Koltuk, pencerenin hemen önünde, ışığın tüm gücünü üzerine çekiyordu. Kahverengi derisi, uzun yıllar boyunca kullanılmış olmasına rağmen hâlâ sağlamdı. Kenarlarında küçük çatlaklar vardı, ama bu çatlaklar, koltuğun kimliğini tamamlayan ince detaylar gibi duruyordu. Masanın önünde duran küçük gümüş bir saat, her tik takında sessizliği daha da derinleştiriyor, zamanı ölçmekten çok zamanı hatırlatıyor gibiydi.

Odanın tamamında belirgin bir düzen vardı. Ama bu düzende en dikkat çeken şey kapının üstündeki devasa resim olabilirdi. Yaşlı bir adamın, altında beyaz bir üst giymesiyle elinde bir incil tarzı bir kitabı tutarken çizmişlerdi.

Kapı aniden aralandı, ve içeriye on beş yaşlarında, zayıf, sarı saçlı ve mavi gözlü bir erkek çocuk girmişti. Yüzündeki keskin hatlar belirgin olmasıyla yakışıklı bir erkek olduğunu belli ediyordu. Üstündeki beyaz cüppe ile odaya giren ışıkla parlıyordu

Etrafa bir göz gezdirdi, sessizdi ve temizdi oda. Yavaş adımlarla masanın arkasındaki devasa pencereye doğru yaklaştı. Dışarıya baktığı zaman belli bir alanı kaplayan duvarların arasında, ağacın altında top oynayan çocukları gördü; dokuz veya on yaşlarındaydı. Hepsinin yüzlerinde eğlencenin mutluluğu vardı.

Sarı saçlı çocuk elini yavaşça cama doğru uzattı. Parmak uçları cama değdiğinde yüzeyden yayılan soğukluk, tenine ince bir titreşim gibi işledi. Camın sertliği ile dışarıdaki hayatın hareketliliği arasındaki farkı hisseder gibiydi.

“O kadar eğlenceli mi gerçekten?” diye fısıldadı. Dudakları kıpırdandı ama sesi odanın duvarlarına çarpacak kadar bile yükselmedi. Yüzünde kasvetli bir ifade vardı.

Bakışlarını dışarıdaki çocuklardan kaldırarak duvarların ardındaki şehre çevirdi. Grimwall… Velenor’un sarayının bulunduğu şehir. Krem tonlarına boyanmış, simetrik çizgilere sahip binalar, düzenli yolların iki yanına serpiştirilmiş ağaçlarla birleşiyordu. Göze çarpan her köşe, itina ile düzenlenmiş bir düzenin ürünüydü. Bitkiler, taş döşemeler ve aydınlatmalar, şehrin görkemini olduğu kadar yapay huzurunu da hissettiriyordu.

Şehrin merkezinde Velenor Sarayı yükseliyordu. Uzaklıktan dolayı bir siluet gibi görünse de ihtişamını belli ediyordu. İnce kuleleri gökyüzüne uzanıyor, duvarlarının çevresindeki süslemeler seçilemese de belli belirsiz bir ihtişam yayılıyordu. Çocuğun mavi gözleri sarayın üzerinde bir süre oyalandı. Gözlerindeki donukluk, derin bir düşünceye işaret ediyordu.

Sonra bakışlarını yeniden aşağıya, avludaki çocuklara indirdi. Ama az önce neşeyle top koşturan dokuz-on yaşlarındaki çocuklar artık orada değildi. Yerlerini yalnızca sessizlik ve ağaçların gölgesi almıştı. Çocuğun yüzünde fark edilmeyecek kadar hafif ama orada olduğu belli bir hüzün belirdi. Dudakları kıpırdadı, bir şey söyleyecekmiş gibi oldu ama sustu.

“Ah… doğru. Buraya babamın kitabını almaya gelmiştim.”

Elini camdan çekti. İçerideki sessizlik, dışarıdan gelen yaşamın hareketliliğini bastırıyordu. Ahşap masaya doğru yürüdü. Masanın kenarına parmaklarını sürerken, bir anlığına başını çevirip tekrar pencereye baktı. Çocukların oynadığı yerde artık yalnızca boşluk vardı; bir süre önceki kahkahaların hayali bile kalmamıştı.

Sonra kafasını çevirip masanın üzerindeki defterlerin arasını karıştırmaya başladı. Sayfaların arasında aradığı kitabı bulmaya çalışırken parmak uçları kâğıtların pürüzlü yüzeyinde geziniyor, her sayfa hışırtısı odanın sessizliğinde yankı buluyordu.

"Günün erken saatlerinde beni bir kitap için uyandırmasından nefret ediyorum" şikayet etti çocuk defterlerin arasında kitabi bulmaya çalışırken. Her defterin kapağı farklı bir renge, farklı bir dokuya sahipti. Kimisinin köşeleri aşınmış, kimisinin kenarları yeni cilalanmış gibi pürüzsüzdü. Toz tabakası incecikti, belli ki bu masa sık sık düzenleniyor ya da en azından babası tarafından özenle korunuyordu.

"Hayır burada da değil... Burda da değil..." Sayfaları araladıkça parmaklarının ucuna kuru, sert kâğıt kokusu siniyordu. Kitapların arasında, babasının ağır el yazısıyla doldurduğu not defterleri, eski ciltli metinler ve aralara sıkıştırılmış işaretlenmiş kâğıt parçaları vardı. Çocuk, tek tek kaldırıp kenara koydukça kaşları daha da çatıldı.

“Bir kitabın bu kadar önemli olmasına inanamıyorum…” diye homurdandı, dudaklarının kenarına belli belirsiz bir sitem yerleşmişti.

En sonunda, son defterin arasını karıştırırken parmak uçları farklı bir dokuya temas etti.
Diğer kâğıtlardan ayrılan, garip derecede koyu siyah bir parça… İlk bakışta basit bir kâğıt sayfasına benziyordu. Çocuk onu dikkatle çektiğinde, aslında kâğıt değil, deriden yapılmış ince bir kapak olduğunu fark etti. Deri yıllar boyunca kurumaya yüz tutmuş gibiydi; parmaklarının arasında sert, çatlak bir his bırakıyordu.

Havaya kaldırdığında nefesini tutarak baktı: bu şey bir kitaptı. Ama olağanüstü derecede inceydi, sanki sadece tek bir kâğıt parçasından ibaretti. İnceliği, çocuğun gözünde neredeyse gerçek dışı bir görüntü oluşturuyordu.

Merakı ağır bastı, kapağı usulca araladı. Çıtırtılar eşliğinde açıldığında, içinde yalnızca üç sayfa olduğunu gördü. Ne bir işaret, ne bir kelime… sadece bomboş, beyazdan çok griye dönmüş, kupkuru yapraklar. Sanki zaman onları bile unutmuştu.

Çocuğun yüzü kasıldı. Dudak kenarları titredi, gözlerinde ise sabırsız bir öfke belirdi.
“... Beni sadece boş bir kitap için mi uyandırdı yani!?”

Sesi hafif yankı yaptı, odanın sessizliğinde daha da sert işitiliyordu. Kitabı öfkeyle masanın köşesine bıraktı. Darbenin etkisiyle ince sayfalar titredi, kapak gıcırdayarak kapandı. Çocuk ise içindeki kızgınlığı bastırmaya çalışarak dağıttığı defterleri yeniden düzenlemeye başladı. Parmakları hızla hareket ediyor, kâğıtların arasında bıraktığı öfkenin izleri hissediliyordu.

Her cildi yerine koyarken gözleri aniden masanın kenarında bırakılmış kitaba kaydı. Bir an için gözü, kapağın üstünden süzülen belirsiz bir parıltı gördüğünü sandı. Ama başını çevirdiğinde hiçbir şey yoktu; kitap, diğer tüm kitaplar kadar sıradan görünüyordu. Çocuk, bunu uykusuzluğuna vererek derin bir nefes aldı.

Defterleri toparladıktan sonra boş kitabı eline aldı ve hızla kapıya yöneldi. Ağır ahşap kapıyı ittiği anda, üzerine uzun bir gölge düştü.

“Ah! Genç efendimiz Leon, buradaydınız demek.”

Sakin, ölçülü ama taşıdığı otoriteyle odayı dolduran bir sesti bu. Leon başını kaldırdığında, karşısındaki adamı hemen tanıdı: Takım elbiseli, görkemli bir beyefendi… Altmışlı yaşlarına yaklaşmıştı. Yüzündeki derin çizgiler, yılların ağırlığını taşırken, saçları çoktan dökülmüş, yalnızca yan taraflarda ince gri teller kalmıştı. Fakat gözleri—o yeşil gözler— hâlâ olağanüstü derecede parlaktı. Yaşına meydan okuyan, canlılıkla ışıldayan bir zeka saklıydı onların içinde.

Leon, karşısındaki adamın varlığıyla birkaç saniye dondu kaldı, sonra toparlanarak konuştu:
“G-günaydın, Kahya Arthur. Seni günün bu kadar erken saatinde buraya atan neydi?”

Arthur hafifçe başını eğdi, dudaklarının kenarında yumuşak bir tebessüm belirdi.
“Babanız, neden bu kadar geç kaldığınızı merak etti, genç efendi Leon. Siz çıkana kadar burada bekliyordum.”

Leon’un kaşları şaşkınlıkla kalktı.
“Ben çıkana kadar burada mı bekledin? İçeriye niye girmedin ki?”

Arthur’un yüzünde kısa süreli bir duraksama oldu. Boğazını temizledi, ardından sesi biraz daha resmi bir tona büründü:
“Burası babanızın çalışma odası, genç efendi. Bildiğiniz üzere, buraya yalnızca Graves ailesinin üyeleri girebilir. İçeriye adım atmam… benim için uygun olmazdı.”

Leon’un zihni birden keskin bir hatırlamayla çarpıldı.
Doğru… burası sıradan bir oda değildi. Graves ailesinin en önemli bilgi kaynaklarının saklandığı yerdi. Çocukluğundan beri kulağına kazınan uyarıları hatırladı: Bu odanın üzerine ilahi bir büyü işlenmişti. Graves’ler dışında içeri giren herkes, yavaşça ruhunun emildiğini hisseder ve sonunda tamamen kaybolurdu.

Leon’un yüzüne kısa bir tedirginlik yansıdı, ardından hızlıca kendini toparladı. Zayıf bir gülümseme ile başını salladı.
“Kusura bakma Arthur… saçma bir soru oldu. Sanırım hâlâ uyku sersemliği üzerimden atamadım.”

“Hahaha… sizin gibi gençlerin bünyesi sabahın bu saatlerine alışık değildir, genç efendi Leon.”

Arthur, koridor boyunca yan yana yürürlerken alçak bir kahkaha atmıştı. Gri taşlardan örülmüş duvarlar, sabah ışığını yalnızca dar ve uzun pencerelerden alıyor, içeriyi loş bir aydınlıkla dolduruyordu. Tahta zeminde yankılanan adımlar, sessizliği her seferinde bölen tek sesti.

Arthur’un bakışları, Leon’un elinde tuttuğu ince cilde kaydı. “Efendi Vincent’in aradığı kitap bu mu?”

Leon başını eğdi, parmaklarının arasındaki ince sayfalara baktı. Kapakları yıpranmış, kenarları kıvrılmıştı.

“Ah… evet, bu olmalı Arthur. Ama… buna kitap denir mi emin değilim. Daha çok birbirine yapıştırılmış bir kâğıt parçası gibi.”

Arthur, elini çenesine götürüp birkaç adım daha yürüdü. Gözleri kısa bir süre Leon’un elindekinde gezindi. “Anlıyorum…” dedi sonunda. Elini yüzünden çekip sırtını dikleştirdi. “Kırk beş yıllık iş hayatımda nice kitap gördüm; kalın ciltliler, ağır tomarlık metinler… ama bu kadar ince bir kitapla ilk kez karşılaşıyorum.”

Bir süre daha yürüdüler. Koridorun sonunda yukarıya çıkan geniş koyi rengindeki tahta merdivenler görünüyordu. Arthur ellerini arkasında birleştirerek merdivenleri işaret etti.

“Madem aradığınızı buldunuz, yemek salonuna geçelim mi, genç efendi? Babanız hâlâ sizi bekliyor olmalı.”

Leon kısa bir duraksamanın ardından başını hafifçe kaldırdı. Gözlerinde yorgun bir gölge vardı. “Doğru… tamamen unutmuşum.” Sesinde fark edilmeyecek kadar ince bir hüzün titreşiyordu.

Arthur’un keskin bakışları bu detayı kaçırmadı. Yavaşça Leon’un yanına eğildi ve alçak sesle fısıldadı:

“İsterseniz… daha sonra odanıza birkaç kılıç tekniği kitabı getirebilirim.”

Leon’un gözleri bir anda parladı. Çehresindeki ağır ifade dağıldı, yerini coşkulu bir ışığa bıraktı. “Gerçekten mi!” dedi heyecanla. Yürüyüşünde bile bir anlık hafiflik belirmişti.

Arthur, bu ani değişimi görünce dudaklarının kenarında samimi bir tebessüm belirdi. “Ama babanıza söylemek yok. Anlaştık mı?”

“Tabii ki söylemeyeceğim!” Leon dudaklarını bükerek güldü. “Sanki önceden söylemişim gibi soruyorsun.”

Arthur kısa bir kahkaha attı. Merdivenlere işaret ederek yeniden seslendi: “O hâlde buyrun, genç efendi. Babanız bekletilmemeli.”

Leon başıyla onayladı, artık daha özgüvenli adımlarla merdiven basamaklarına yöneldi.

“Kitapları unutma Arthur!” diye seslendi yukarı çıkarken.

Arthur, gözlerinde belli belirsiz bir eğlenceyle gülümseyerek karşılık verdi. “Sanki daha önce unuttuğumu görmüşsünüz gibi söylüyorsunuz, genç efendi.”

...

Leon, basamakların sonuna geldiğinde elindeki ince cilde bir kez daha baktı. Ne ağırlığı vardı ne de derinliği. Daha çok katlanmış, kalın bir kâğıt parçasını andırıyordu. Dudakları kıvrıldı.

“Babam bu kitabı neden istiyor…?” diye içinden geçirdi, ama sorgulamanın bir faydası olmadığını bildiğinden sustu. "Neyse beni alakadar etmez sonuçta."

Üst kata çıktığında koridorun havası değişmişti. Zemin boyunca serili olan koyu kırmızı halı, adımlarını yumuşatıyor, duvarlarda sıralanan büyük tablolar ise sanki gözleriyle onu takip ediyordu. Çerçevelerde eski krallar, kadim savaşlar ve rahiplerin koyu renkli çizimleri asılıydı. Duvardaki meşaleler sabah ışığında sönük kalsa da taş duvarlara ince gölgeler düşürüyordu.

Bir pencerenin önüne geldiğinde, içeri sızan güneş ışığı gözlerini yaktı. Elini kaldırıp yüzünü kapattı, ardından kalın mavi perdeyi kenara çekmek için elini uzattı Leon. Tam çekicekken dışardaki gürültülü fark edip bakmaya başladı.

Grimwall tüm ihtişamıyla gözlerinin önündeydi. Şehir, festival havasındaydı. Sokakların iki yanı bayraklarla süslenmişti, balkonlardan çiçekler sarkıyor, evlerin cephelerine renkli kumaşlar gerilmişti. İnsan kalabalığı taş yolları doldurmuş, ellerinde bira kupaları, şarap şişeleriyle birbirlerine bağırıyor, kahkahalar yükseliyordu. Çocuklar kalabalığın önünde koşturuyor, ellerini uzatıp yoldan geçen askerlerin zırhlarına dokunmaya çalışıyordu.

Leon’un gözleri ordunun düzenine kaydı. O an bütün şehrin neden toplandığını anladı.

Parlak zırhların oluşturduğu dalgalanma göz kamaştırıyordu. Velenor’un gururu, Beyaz Şahin Birliği yürüyordu. Mızraklarınınve kılçıklarının uçları güneş ışığını yakalıyor, kalkanların kenarları bir bütün gibi parlıyordu. Adımlar o kadar uyumluydu ki taş yolda yankılanan çelik sesleri bile ritmik bir melodiye dönüşmüştü. En önde atlı komutanlar vardı; miğferlerinin gölgesi yüzlerini saklıyordu ama üzerlerindeki işlemeli armalar, kim olduklarını anlamak için yeterliydi.

Ama… kalabalığın arasında öyle biri vardı ki, gözler istemsizce ona takılıyordu.

Beyaz Şahin Birliği’nin en önünde yürüyen, ağır zırhı sabah ışığını yansıtarak adeta bir ayna gibi parıldayan, siyah pelerinli adam… Sağ elinde sırtına kadar uzanan devasa bir kılıç taşıyor, sol elinde ise Velenor İmparatorluğu’nun altın şahin armalı kırmızı bayrağını kavrıyordu. Her adımı, taş zemini sarsıyor gibiydi.

“Baş Şövalye Leonhard!” diye bağırdı kalabalıktan biri. O tek isimle, halkın coşkusu daha da patladı.

Kadınlar çığlık atıyor, çocuklar boylarını aşan kalabalığın arasından başlarını uzatmaya çalışıyor, erkekler yumruklarını havaya kaldırarak onun adını tekrar ediyordu. Gürültü öyle bir noktaya ulaştı ki, sokaklardaki bayraklar bile o ses dalgasıyla titreşiyor gibiydi.

Baş Şövalye Leonhard’ın uzun beyaz saçları, sert esen rüzgârın akışına kapılmış, dalgalar halinde savruluyordu. Sarı gözleri, sanki içlerinden ışık saçıyor, bir aslanın avına odaklanan bakışı gibi herkese derin bir ihtişam yayıyordu. Yüzündeki keskin hatlar, sertleşmiş çene yapısı ve göz kapaklarının altındaki koyu halkalar, onun sadece güçlü değil, aynı zamanda yorgun ve çok şey görmüş bir adam olduğunu hissettiriyordu.

Leon pencereden dışarıya bakarken farkında olmadan nefesini tutmuştu. Baş Şövalye’nin duruşunda, yürüyüşünde, bakışında öyle bir kudret vardı ki… Beyaz Şahin Birliği bile onun gölgesinde kalıyor gibiydi.

“Baş Şövalye Leonhard…” diye mırıldandı kendi kendine. Sesinde hem hayranlık hem de ulaşılmaz bir mesafeyi kabullenmişlik vardı.
Leon, istemsizce nefesini tuttu. Kalbinin daha hızlı attığını fark etti.

Onların arasına katılmayı hayal etti bir an. Zırh giymeyi, birliğin ritmine ayak uydurmayı, birlikte, Grimwall halkının gözlerinde gördüğü hayranlığı kendi üzerinde hissetmeyi… En çok ise kılıç kullanmayı istiyordu!

Ama hayali kısa sürdü. Elindeki ince kitabı fark etti yeniden. Boş, anlamsız, hafif. Avuçlarının içinde sıkıp pencerenin ardındaki manzaraya tekrar baktı.

“Beyaz Şahin Birliği…” diye mırıldandı. Sesinde hayranlık vardı ama aynı zamanda erişilemez bir uzaklık da. Leon perdeleri çektiğinde, odaya aniden dolan loşluk onu birkaç saniyeliğine sessizliğe hapsetti. Sanki dışarıdaki o coşkun kalabalıkla kendi içindeki kasvetli düşünceler arasında görünmez bir perde inmişti. Dudaklarının arasından fısıltıya benzer bir ses döküldü:

"Aklını başına topla... Sen bir rahibin oğlusun. Onun yolundan sapmamalısın."

Bu sözleri söylerken gözleri istemsizce titredi, elleri ise bir an için boşluğa asılı kalmış gibiydi. Göz bebeklerinde, pencereden sızan ince ışığın bıraktığı solgun yansıma, sanki üzerinde bir yükün gölgesini taşıyordu.

Sonunda pencereden uzaklaştı; adımları ağır, düşünceleri bulanıktı. Önünde duran koyu kahverengi ahşap kapıya doğru yöneldi. Kapının yüzeyinde yılların izleri, neredeyse damar gibi kıvrılan çatlaklarla örülüydü. Leon bir anlığına kapıya değil de, o çatlakların içine gizlenmiş görünmez gözlere bakıyormuş gibi hissetti.

Birkaç saniye boyunca öylece dikildi; nefesi düzensizleşiyor, omuzları hafifçe titriyordu. Kalbinin derinlerinde, ne olduğunu tam adlandıramadığı bir huzursuzluk kabarıyordu.

Derin, ağır bir nefes aldı. Yumruğunu kapının yüzeyine üç kez vurdu. Ses, koridorun sessizliğinde yankılandı; sanki duvarların arasına gömülmüş eski anıları uyandırmış gibi.

Ve ardından, içeriden gelen tok, otoriter bir ses, tüm tereddütleri paramparça eden bir netlikle yankılandı:

“İçeri gel."




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu