Yaratığın karşısındaki figür önce esnemeye başladı. Omuzlarını geriye attı, kollarını iki yana açarak eklemlerini kıtlatmaya koyuldu.
“Kıt… kıt…”
Kollarından, bacaklarından gelen sesler boş meydanda yankılandı. Yüzündeki rahatlama ifadesi, sanki gerçekten uzun bir uykudan uyanmış gibiydi.

“Ahh~ En son kendi vücudumun dışında başka birini kullandığımdan beri epey zaman geçti.” dedi, sesi alaycı bir ciddiyet taşıyordu. Konuşurken beden hâlâ kanıyordu; göğsünden, kopmuş bacak uçlarından ince kan çizgileri taş zemine damlıyordu. “Ama keşke bu vücudun durumu biraz daha iyi olsaydı…”

Birden, aniden zıplamaya başladı. Sanki ip atlıyormuş gibi; bir ayağı yere basarken diğeri havaya kalkıyor, sonra tam tersi oluyordu. Vücudu kanlar içinde olmasına rağmen hareketleri esnek, ritmik, neredeyse oyunsuydu.

“Galiba veletin ismi Ryu’ydu…” diye mırıldandı, gözlerinde hafif bir parıltı belirerek. Ardından dudakları geniş bir gülümsemeyle kıvrıldı. “Neyse. Önce biraz toparlanmak lazım. Bu vücudun sahibini öldürmek istemeyiz, değil mi?”

Sonra zıplamayı kesti. İki elini bir anda birbirine çarptı.

“Şak!”

Ayak tabanlarının altında koyu gölgelerle karışmış hasta bir yeşil ışık parladı. Işık önce bileklerine dolandı, sonra bacaklarına tırmandı, gövdesine sarıldı ve boynuna kadar yükseldi. O an figürün tüm bedeni ışığın ve gölgenin esiriydi. Ama bir göz açıp kapayıncaya kadar o aura sessizce kayboldu. Sanki hiç olmamış gibi.

Ryu’nun bedenini kontrol eden kişi gözlerini yavaşça aşağıdan yukarıya gezdirdi. Kendi ellerine baktı, göğsüne, omuzlarına… sonunda gözleri sarı bir parıltıyla yandı. Yüzünde geniş, keskin bir gülümseme belirdi.

Tam o anda, yaratık sarsıcı bir hırıltıyla kükredi ve bir dokunaç şimşek hızıyla fırladı.

“—!?”

Dokunaç, figürün göğsüne çarptı. Hava sarsıldı, taş zeminde çatlaklar yayıldı.
Toz bulutu meydanı boğmuştu. Çatlamış taşlardan ve yıkılan duvarlardan yükselen duman, havayı ağırlaştırıyor, görüşü neredeyse tamamen yok ediyordu. İnsan nefes aldıkça göğsüne taş gibi bir basınç çöküyordu.

Yaratık, devasa gövdesini sallayarak geri çekildi. Dokunaçlarını, öfkeyle olduğu kadar korkuyla da savuruyordu. Karanlık formunun içinden yükselen ses, bu kez saldırganlıktan çok tedirginliğe benziyordu. İçgüdüleri ona kaçmasını söylüyordu ama bu iğrenç bedenin nereye kaçabileceğini bilmiyordu.

Derin bir kükreme salındı:

“GRHHHHH…”

O an, tozun içinde bir kıpırtı…
Sanki sisin arasından parlayan bir yıldız gibi, ince ve uzun bir ışık doğdu. O ışığın çevresinde karanlık kıvrımlar dans ediyor, gölgeyle karışmış o hasta yeşil ton gözleri kamaştırıyordu.

Ve sonra—

“Fşşşhhh!”

Mızrak, toz bulutunun kalbinden bir ölüm fermanı gibi fırladı. Havayı yaran keskin bir sesin ardından yaratığın gövdesine saplandı. Önce o çelik et yığınını andıran kan tabakasını, kemiğini ve damarlarını yırtarak ilerledi.

“GRAAAHHHHHHH!”

Yaratığın çığlığı, meydanın taşlarını titreten bir kükreme gibiydi. Devasa cüssesi, aldığı darbenin gücüyle havaya fırladı. Geriye doğru savrulurken arkasındaki binaya çarptı; duvarlar paramparça oldu, taşlar şiddetle etrafa saçıldı. Siyah ve kırmızı renginde olan yapışkan sıvılar gövdesinden fışkırarak zemini boyadı.

Beden ağır ağır yere düştü. O anda çıkan ses, sanki göğün yere çarpması gibiydi. Yer sarsıldı, meydanın taşları bir kez daha çatladı. Toz bulutu, kan ve taş kokusu birbirine karıştı.

Ve ardından tekrar sessizlik oluştu.

Sadece uzaklardan gelen insanların çığlıkları ve taşların yuvarlanma sesleri kalmıştı.

Toz bulutunun kalbinde hâlâ bir silüet vardı. Omuzları dik, başı hafif yana eğilmişti. Elinde gölgeyle sarılıp yeşil ışıkla titreşen uzun mızrağını tutarken yürüyordu. Sarı gözleri karanlığın içinden yanar gibi parladı.

O an bile, düşmanın gözünde korkunun yerini dehşet aldı.

Dumanların içinden yavaş adımlarla çıkan figürün elindeki mızrak, sanki hiç var olmamış gibi gölgelerle birlikte kayboldu. Fakat mızrağı tutan kolu… yara bere içindeydi. Derisi paramparça olmuş, kasları açığa çıkmış gibiydi. Biraz daha zorlansa, kolunun kolayca kopacağı hissini uyandırıyordu.

Figür, önce karşısında can çekişen yaratığa kısa bir bakış attı. Ardından, kan ve gölgeyle kaplı kolunu inceledi.

“Düşündüğümden daha dayanıksız çıktı,” dedi sakince.

O anda yaralı kolunun etrafında gölgeyle karışmış yeşil ışık kıvılcımları dolaşmaya başladı. Karanlık parçacıklar, damarlarına sızar gibi kolunu sardı. Birkaç saniye sonra, kanayan etin yerinde yeniden bütünleşmiş, pürüzsüz bir deri vardı.

Figür derin bir nefes aldı. Kendi kendine mırıldandı:

“Gücümü kontrol etsem iyi olacak. Az önce yaptığım saldırı gücümün beşte biri bile değildi. Eğer bu vücudun sınırını yanlışlıkla aşarsam… o çocukla birlikte ben de yok olurum.”

Yeşil parıltı kaybolduğunda, yaralı kol tamamen iyileşmişti. Figürün yüzünde ince bir gülümseme belirdi.

“Her neyse…” dedi gözlerini tekrar yaratığa çevirerek. “Sana şişko domuz mu desem, yoksa dokunaçlardan ötürü ahtapot mu? Ah… mizah anlayışım her geçen gün daha da kötüye gidiyor galiba.”

Cümlesi bittiğinde, gölgeler figürün avuçlarından yükseldi. İki elini de karanlığa teslim etti. Koyu yeşil ışığın titreşimi, kollarına kadar yayıldı. Teninde, gölgelerin bıraktığı izler yara izlerine benziyordu.

Tırnakları ise değişti. Normal insan tırnakları olmaktan çıkıp bir hayvanınkine dönüştü; uzun, keskin, ölüm vadeden pençelere. Panteri andıran vahşi bir görünümle, her an parçalamaya hazırdılar.

Aynı şey ayaklarının altında da oldu. Gölgeler zeminden yükselerek tabanlarına sarıldı. Bacaklarına kadar tırmanan bu karanlık, kaslarını şekillendirdi, ışıkla karışan parçacıklar çırpınan alev gibi etrafında dolaştı. Ayakları da elleri gibi dönüşmüştü; koyu yeşile boyalı, pençeler keskin ve hayvansı.

Ve sonra—

Ryu’nun bedeninden taşarcasına, yeşil ışıkla gölgenin birleşiminden doğan bir aura belirdi. Zemini çatırdatan, havayı titreten bu aura, meydanı ölüm sessizliğine gömdü. Figürün yüzünde kurnaz, şeytani bir sırıtış kıvrıldı.

Bir kalp atışı kadar kısa bir an sonra… gözden kayboldu.

Yaratık, devasa gövdesiyle taş zeminden doğrulmaya çalıştı. Dokunaçları, sarsılan bir tapınak sütunu gibi yere saplanıyor, yapışkan sıvılar damla damla yayılıyordu. Çürüyen et ve yanmış kanın kokusu meydanı doldurmuştu.

Tam başını çevirdiğinde—

Bir gölge, gözle seçilemeyecek bir hızla yüzünün önünde belirdi. Aniden patlayan bir şimşeğin parlaklığı gibi… Ve sonra “BAM!”

Figürün yumruğu yaratığın çenesine indi. Etle kemiğin parçalanış sesi, geceye uğursuz bir yankı gibi yayıldı. Dev cüsse, sarstığı zemini bile titreterek geriye doğru sendeledi.

Fakat daha nefes almaya fırsat bulamadan, karanlığın içinden bir uğultu yükseldi. Bir anlığına meydanın tüm gölgeleri figürün etrafında titreşmiş gibiydi. Sonra—o ses yok oldu.

Ve yaratık, ardında soğuk bir varlık hissetti.

Pençeler, birer mezar taşı gibi sessizce indi.
Keskin pençeleri, deriyi ve kası sanki kâğıt gibi yararak sırtına derin, siyahımsı bir iz işledi. Yaratığın sırtından koyu bir sıvı boşaldı; kan mıydı, yoksa lanetli bir çamur mu, ayırt edilemiyordu. Çatlamış taşların üzerine damladıkça yer, canlıymış gibi inledi.

“GRAHHHHHHHH!”

Canavarın çığlığı bir öfke değil, daha çok bir boğulma, bir lanet gibiydi. Dokunaçlar delice savruldu; havayı parçalayarak geçti, fakat figürün gölgesi çoktan başka bir yerdeydi.

O an, meydan sessizleşti. Rüzgâr bile esmedi. Yalnızca kanın metalik kokusu ve gölgelerin garip bir şekilde kımıldayışı kalmıştı.

Figür, gözlerinde hasta bir parıltıyla, yavaşça ellerini inceledi. Parlak sarı gözlerinde bir gülümseme belirdi. Ama bu sıradan bir gülümseme değildi; bu, ölümün tiyatrosundan keyif alan bir aktörün tebessümüydü.

...

Karanlıktı. Çok karanlıktı.

Burası, ne gökyüzüne ait ne de yeryüzüne... Adeta varlığın unutulmuş bir köşesiydi. Hiçbir ayak izi bırakmayan bir boşluk, ne bir sesin yankılanabileceği ne de bir ışığın doğabileceği mutlak bir hiçlik.

Ve Ryu, bu hiçliğin tam ortasında tek başına duruyordu.

“Ner—… nerdeyim ben?”
Sesi, kendi kulağına bile yabancı gelmişti; sanki kelimeler bu boşlukta yankılanmak yerine hemen boğuluyordu. Elini ensesine götürdü, kasılmış kaslarını ovaladı. Halsizdi. Yorgunluğu iliklerine kadar işlemiş gibiydi.

Yavaş adımlarla etrafına bakındı. Ama etrafında hiçbir şey yoktu. Ne bir duvar, ne bir zemin, ne de bir ufuk. Sanki dünyadan kopmuştu.

Sonra bakışları aşağıya kaydı.

Orada… yerde kendi yansımasını gördü. Simsiyah boşluğun ortasında, pürüzsüz bir ayna gibi duran görünmez bir yüzey. Kendi gözleriyle göz göze geldiğinde, içini tarifsiz bir ürperti kapladı.

Yavaşça eğildi, parmaklarını aşağıya doğru uzattı.
Dokundu… ya da dokunamadı.

Çünkü hissettiği şey ikisinin arasındaydı. Sanki hem varlığa dokunuyordu hem de hiçliğe. Soğuk bir ürperti, parmak uçlarından kalbine kadar yükseldi.

“…Bu ne?”

Bir anlam veremediği için yürümeye başladı Ryu.
Adımları boşluğun içinde yankılanmıyor, ne bir iz bırakıyor ne de bir ses çıkarıyordu. Sanki yürüyüşü bile bu hiçlik tarafından yutuluyordu.

“Cidden… neredeyim ben?”
Kendi kendine konuştu. “Yoksa… öldüm mü? Eh… şaşırtıcı olmazdı gerçi.”

Aslında düşününce, şu ana kadar hayatta kalması çok daha şaşırtıcıydı. Bu sıska, açlıktan kemikleri sayılan vücudu… Bunca şeye rağmen ayakta kalmış olması mucizeydi. Normalde herkes—hatta kendisi bile—çoktan ölmüş olacağını sanırdı.

Ama işte, hâlâ buradaydı.

Yürümeye devam etti. Adımlarının karşısına çıkardığı tek şey, ara sıra yüzüne çarpan o soğuk esintiydi. Görülebilir hiçbir şey yoktu. Ne bir zemin, ne bir ufuk. Sadece sonsuz karanlık.

“Burası git gide daha da rahatsız etmeye başladı…” diye mırıldandı. “Igh… Bari ölmeden önce güzel bir yemek yeseydim… Lanet olsun!”

Adımlarını hızlandırdı.
Sonra yavaşlattı.
Sonra tekrar hızlandırdı.

Ama fark etmediği bir şey vardı: Bu yürüyüşte zaman duygusu çoktan kaybolmuştu. Dakikalar mı geçiyordu, yoksa saatler mi… Belki de günler… bilmiyordu. Sadece yürüdü. Ve tekrar yürüdü. Ve tekrar…

Ne bir çıkış, ne bir son.

“Daha ne kadar yürüyecem be?!” diye haykırdı sonunda. Sesi kendi zihnine çarpıp yankılandı, sanki hiçlik ona sesini geri iade ediyordu. “Adeta hiçliğin içine yürümek dışında bir şey yapamıyorum!”

Öfke, korkuyla karışıyordu. Ne kadar yürürse, zihninde ince bir çatlak daha oluşuyordu. Sanki aklını bu boşlukla birlikte kaybediyordu.

Ve işte o an fark etti.

Adımları ilerledikçe… vücudu giderek değişiyordu. Karanlıkta bir parıltı belirdi; beyazımsı bir ışık, ince ince onun bedeninden yayılmaya başlamıştı. Önce ellerinde belirdi, sonra göğsünde, sonra tüm bedenini örten hafif bir ışık huzmesine dönüştü.

Ryu durdu.
Elleri titreyerek kendi bedenine baktı.
“…Ben… parlıyorum mu?”

Ryu’nun bedeni ansızın bembeyaz bir ışıkla kaplandı. O ışık sadece onu değil, içinde bulunduğu sonsuz karanlığı da aydınlatıyordu.

“Neler… oluyor?” diye mırıldandı, gözlerini kısmaya çalışarak.

Ama ışık gittikçe şiddetlendi. Öyle ki gözlerini kapatsa bile kirpiklerinin ardında beyaz bir yanma hissi vardı. Sonra… tıpkı bir gelgit gibi, o yoğun ışık yavaşça azalmaya başladı. Ryu gözlerini ihtiyatla araladı.

Ve gördüğü manzara karşısında dondu.

Artık hiçlikte değildi. Gri ve beyaz tonların hâkim olduğu, sessiz bir tepede duruyordu. Tepede yalnızca tek bir ağaç vardı. Yaprakları ağır ağır dalgalanıyor, sanki zamanı unutmuş gibi hareketsiz bir havada asılı kalıyordu. Uzaklarda ise Velenor İmparatorluğu görünüyordu. Fakat tuhaftı… Ryu orada büyümüş, orada yaşamıştı, ama bu kadar uzaktan hiç görmemişti. Sanki imparatorluk bir rüyadaki silüet gibiydi; oradaydı ama aynı zamanda değildi.

“Burası da… ne böyle?” dedi kısık sesle.

Düşüncelerinde kaybolurken, arkasından gelen çatırdı sesiyle irkildi. Hızla başını çevirdi. Az önce boş olan ağacın altında şimdi bir çift oturuyordu. Bir kadın ve bir adam… El ele tutuşmuş, sessizce birbirlerine yaslanmışlardı.

“A-ah! Merhaba?” Ryu seslendi, ama çift tepki vermedi. Sesini biraz daha yükseltti:
“Beni görebiliyor musunuz? Duyuyor musunuz?”

Yine cevap yoktu. Onlar sadece kendi dünyalarına gömülmüş gibiydiler.

'Galiba şuan bir hayaletim, sanırım.'

“Neden hiç dinlenmiyorsun?” dedi kadın, tatlı ama yorgun bir sesle. “Bir gün olsun şu araştırmayı yapmasan olmaz mı?”

Adam elindeki kitabı yavaşça kapattı, kadına gülümseyerek baktı.
“Bu araştırma benim varoluş amacım, sevgilim. Daha en başında hayatımı bu işe adamıştım.”

Kadın iç çekti. Yüzündeki hayal kırıklığı belirgindi, fakat belli etmemek için çabalıyordu.
“Biliyorum… Ne kadar uğraşsam da bu tarih saplantına engel olamıyorum. Sonuçta boşuna Eldergate Üniversitesi’nde profesör olmadın.”

Adam kısık bir kahkaha attı.
“Haha, aynısı senin için de geçerli. Sen de biyoloji sevdan yüzünden Duskbell Yüksek Araştırma Tesisi’nde çalışıyorsun.”

Kadın gülümseyerek başını salladı.
“Haklısın.”

İkisi de güldüler. Ellerindeki kitapları açtılar, birbirlerine göstererek sayfaları tartışmaya başladılar.

Ryu’nun kafasıysa giderek daha çok karışıyordu. Onları görebiliyordu ama sanki bir sisin ardındaymış gibiydiler. Ne yüzlerini seçebiliyordu ne de ayrıntılarını. İki düz silüet… sadece konuşmaları ve hareketleri vardı.

Ama aklını en çok kurcalayan soru bambaşkaydı:
Neden bunu görüyordu?
Burası neresiydi? Bu insanlar kimdi? Ve neden bu anı ona gösteriyordu?

Ryu yumruklarını sıktı. İçindeki huzursuzluk boğazına düğümlenmişti.

“…Ben… neden buradayım?” diye fısıldadı.

Birden her şey titremeye başladı.

“!? Neler oluyor böyle?!” Ryu, panikle bağırdı; sesi sanki boğuk bir kuyunun içinde yankılanıyormuş gibi boğuldu.

Etraf, görünmez bir kasırganın merkezindeymiş gibi bükülüp kendi içine çekilmeye başladı. Karanlık, bir kumaş gibi yırtıldı. Ardından siyah ve beyaz dumanlar, zıt iki yılan misali kıvrılarak Ryu’nun etrafında dolanmaya başladı.

“N-Ne… bu…!?” dedi, boğazındaki sözcükler kesilirken.

O an gözleri, son kez ağacın altındaki adama kaydı. Ellerinin arasında tuttuğu tek şey—o eski, tozlu kitap—parıldıyordu. Kapağında tek bir kelime vardı:

“Dünya…”

Sözcük dudaklarından döküldüğü an, görüşü tamamen silindi.

Ardından kulaklarını delen bir ses yükseldi. İğrenç, tiz, neredeyse insan sesini andıran ama çok daha bozuk bir çığlık…

“GAH! GAH! GAH!”

Sanki ruhunu parçalıyormuşçasına içini oydu o ses.

Ryu, irkilerek gözlerini araladı. Açtığı anda gözbebeklerine, keskin bir bıçak gibi saplanan kör edici parlaklık doldu.

“Öhü! Öhü!” Boğazı yandı, kuru nefesi kum gibi döküldü.

Başını kaldırdığında artık o ağacın altında değildi. Şimdi, sonsuzluğa uzanan bir çölün ortasındaydı. Kum tepeleri sessizlik içinde uzanıyordu; fakat bu çöl sıradan değildi.

Uzakta, ufku yaran devasa bir boşluk vardı. Sanki dünya delinmiş, sonsuz karanlığa açılmış bir yarık açılmıştı. Deliğin çevresi tuhaf desenlerle çatlamış, kenarları siyah beyaz bir ışıkla yanıp sönüyordu.

...

Meydan, kurşunların yankısıyla inliyordu.
Barut kokusu, yanık etin ve kanın ağır kokusuna karışıyor; çığlıklar, emirler ve ölümün uğursuz sessizliği birbirine düğümleniyordu.

“Ateşe devam edin!” diye haykırdı bir komutan, sesinde hem öfke hem korku vardı.

Polisler mermilerini boşaltıyor, ancak karşılarında ilerleyen şeyler sanki hiçbir darbeden etkilenmiyordu. Çürümüş bedenlerden, paramparça olmuş etlerden, kopmuş uzuvlardan oluşmuş iğrenç golemler… İnsan biçiminde, ama insandan çok uzak. Her adımları, ölümün varlığını haykırıyor gibiydi.

Burası, Blight’in kuzey kapısıydı. Velenor'un şehirlerinden biri olan Duskbell’e açılan kapılardan biriydi. Hem Blight polis departmanının karargâhı, hem de Blight'in insanları ile diğer şehirlerdeki soylularının ayrılması için bir duvardı.
Soylular için bu kapı sadece böcek gibi olan varlıklardan kendileri ile arasına koyulan bir engel; polisler içinse gerektiğinde canlarını verecek bir taş yığınıydı.

Golemler ilerledikçe, meydan daha da daralıyordu.

“Siktir! Bariyerleri getirin!” diye bağırdı bıyıklı, orta yaşlı bir polis.

Hemen birkaç genç memur demir bariyerleri sırtlanarak öne koştu. Ter içinde kalmışlardı, elleri titriyordu. Bariyerleri dizmeye çalıştılar, ama daha kuramadan sürü üzerlerine çullandı. Golemlerin akını, tüm düzeni paramparça etti.

“H-hayır! Bariyeri tutun!”

“Yardım edin! Lütfen, yardım edin!”

Çığlıklar birbiri ardına yükseldi. Bariyerin altında kalan polisler, dev et yığınlarının arasında kayboldu. Kemiklerin kırılış sesi, etin parçalanışı, boğuk iniltiler…
Ve sonra hiçbir şey.
Geriye sadece golemlerin kana bulanmış elleri kaldı.

Polislerin çabası nafileydi. Her biri birer birer düşüyor, sürünün önünde eriyip gidiyordu.

Bıyıklı polis, gözleri dehşetle açılmış halde tabancasını düşürdü. Dizlerinin bağı çözülmüş, nefesi kesilmişti. Ölüm, gözlerinin önünde, adım adım geliyordu.

“Bitti…” diye fısıldadı.
Sesi kısık, neredeyse bir iniltiydi.
“Hepimiz… öldük…”

Tam o anda, bıyıklı polisin yanından bir gölge geçti. Uzun, dimdik duran bir keşişti bu. Tek bir hamlede, koca bir darbe indirdi.

Darbe öylesine güçlüydü ki, ön saftaki golemler bir anda sarsıldı. Çürük bedenleri paramparça olmuş halde yere savruldular. Ama en korkunç olanı, geri kalan golemlerin hiç tereddüt etmeden yere düşen parçaları kapıp yemeye başlamasıydı.
Kopan kolları dişleyen, bağırsakları koparıp çiğneyen bu sürü, mide bulandırıcı bir vahşete dönüşmüştü.
O görüntüyü gören herhangi biri, kusmadan asla bakamazdı.

“Igh... sonu gelmiyor bunların.”
Sert ve tok bir erkek sesi yankılandı.

Bıyıklı polis, gözlerini o sese çevirdiğinde ayak seslerini duydu. Yanında biri belirmişti. Ayaklarını ağır ama emin adımlarla basıyordu. Çökmüş meydanın tozuyla, dumanıyla birlikte sanki karanlıktan çıkmış bir silüet gibiydi.

Hafif sakallı biriydi. Uzun ve dağınık kahverengi saçları rüzgârın arasında savruluyordu. Her adımında dalgalanan saçlarının arasından parlayan mavi gözleri, etrafı dikkatle tarıyordu. Yüzünde eski savaşların hatırası olan yaralar vardı; her biri, yaşanmışlıkların ve tecrübelerin sessiz birer tanığıydı.

Üzerinde beyaz bir gömlek, koyu kahverengi pantolon, belinde siyah bir kemer ve yere sağlam basan kahverengi botlar vardı. Omuzlarından aşağıya inen eski mavi palto, yıpranmış kenarlarıyla uzun yolculukların izini taşıyordu.

Elinde tuttuğu uzun kılıç ise parlıyordu; metalin yüzeyinde eski çarpışmalardan kalma çizikler göze çarpıyordu.

Adam kılıcını sıkıca kavradı, bileklerinde kaslar gerildi. Kılıcı yavaşça havaya kaldırdığı anda, metalin etrafını açık mavi, saydam bir aura sardı. O aura, rüzgârı kesen bir fısıltı gibi kılıcın etrafında dalgalanıyor, ışık huzmeleri etrafa yayılıyordu.

Adam gözlerini daralttı, ağzı hafifçe aralandı ve karşısında, çürümüş bedenlerden doğmuş sürüye baktı.

'İlk Teknik: Labirent Keşişi.'

Sözleri meydanda yankılanır yankılanmaz bir keskinlik sesi duyuldu.

Vshhh!

Bir anda ortadan kaybolmuştu. İnsan gözüyle takip edilemeyecek kadar hızlıydı. Görünen tek şey, mavi auranın geride bıraktığı izlerdi. Adam sürünün içine girdiğinde, sol eliyle kavradığı kılıcı yatay bir pozisyonda parıldıyordu. Aynı anda sağ eliyle cebinden çıkardığı tabancayı doğrultmuştu.

Adımları zikzaklar çiziyor, kılıcıyla bedenleri parçalarken tabancasından çıkan kurşunlar havayı yırtıyordu. Her hamlesiyle bir golem parçalanıyor, sonra diğerine sıçrıyordu. Kesiklerin ardından etrafa siyah sıvı sıçrıyor, tabancanın namlusu ise sıcak demir gibi kızarıyordu.

Sanki ölümün labirentinde dolaşan bir keşişti; her hareketinde yeni bir yol açıyor, arkasında sadece yıkım bırakıyordu.

Lucas’ın kılıcı, havada çizdiği her hatla beraber etleri lime lime ediyor, tabancası her patlayışında kafataslarını patlatarak ortalığı siyahımsı kanla boyuyordu. Çığlıklar, et yığınlarının dağılması, parçalanmış organların yerlere saçılması… Meydan, tam anlamıyla bir mezbahaya dönmüştü.

“Cidden… inanılmaz.” Bıyıklı polis donakalmış gözlerle izledi. Dudakları titreyerek konuşmaya devam etti:
“Başkomiser Lucas Veylar… İkinci meridyen noktasındaki hasarına rağmen… böyle akıcı, böyle ölümcül… İşte bu yüzden o bir başkomiser…”
Sesinde hem hayranlık hem de dizlerinin bağı çözülecek kadar bir korku vardı.

Lucas sonunda son golemi de ikiye biçti. Nefesi düzensizdi, gövdesi öne eğildi. Kılıcını yere saplayarak dizlerinin üzerine çöktü.

“Huff… huff…”

Ter alnından damlıyordu. Sol kolu titriyordu, kavradığı kılıcı düşürmemek için çabalıyordu. Birden burnundan kan boşandı. Yana süzülen damlalar zemine karışırken, yüzünde hüzünlü bir gölge belirdi.

“Bir teknik… sadece tek bir teknik için bu hale mi düştüm? Bu kadar mı zayıfladım?.. Lanet olsun.”

Dişlerini sıkarak burnunu sildi.

“Başkomiser Lucas!”

Bıyıklı polisin sesi panikle yankılandı. Lucas, yorgun gözlerini arkaya çevirdiğinde onun yüzündeki dehşeti gördü.

“Arkanızda!”

Lucas’ın kalbi bir anlığına durdu. Başını çevirdiğinde, gördüğü şey kanını dondurdu: ufuk boyunca yaklaşan, yeni bir sürü!

“Siktir…”

Silahını yere attı. İki eliyle kılıcını kavradı. Titreyen kolları isyan ediyordu, ama bırakmadı. O devasa sürü üzerine çullanırken, Lucas’ın gözlerinde yanıp sönen bir ışık vardı.

Kan ağzından süzülürken, çatlamış dudakları kıpırdadı:

“İkinci Teknik…”

Gözleri birden alev gibi parladı.

“İçsel Keşiş.”

Ve dünya durdu.

Golemler kükreyerek üzerine gelirken donmuştu; halk, polisler, havadaki kuşlar… her şey gri tonlara bulanmış halde hareketsizdi. Zamanın kalbi atmayı unutmuş gibiydi.

Bu donmuş dünyanın tek canlısı, kılıcını iki eliyle kavrayan Lucas’tı. Gözleri kapalı, nefesleri derin… Burnundan süzülen kan damlaları yere çarptığında yankısı bile yankılanmadan yok oluyordu.

Sonra gözlerini açtı.

Dünyayı dolduran gri sisin içinde incecik, kan kırmızısı çizgiler belirdi. Her bir çizgi, golemlerin bedenlerinden geçiyor, etlerini, kemiklerini işaret ediyordu. Lucas bakışlarını her kaydırdığında çizgiler çoğaldı, birleşti, yeni yollar çizdi. Sonunda tüm sürü ağ gibi birbirine bağlanmış çizgilerin içine hapsoldu.

Çizgiler birden renk değiştirdi; kırmızı ateş gibi yanarken, ardından mavi tonlara büründüler. Lucas’ın gözlerinde deli bir ışık parladı. Dudaklarının kenarı yukarı kıvrıldı.

“Bingo.”

O an bedeninden ışık fışkırdı; mavi ve kırmızı parıltılar, taş zemini çatlatacak kadar yoğunlaştı. Bir adım attığında yer altından bir patlama sesi geldi. Sanki dünya onu itmiş, zamanın dışına fırlatmış gibiydi.

Bir göz açıp kapama anında, Lucas sürünün arkasındaydı. Zaman yeniden akmaya başladığında, sahneyi sarsıcı bir uğultu kapladı. Golemler tek tek—sanki içlerinden görünmez bir el kalplerini söküp parçalamış gibi—patlayarak yere yığıldılar. Siyahımsı kan ve kırılmış taş parçaları göğe fışkırdı, ardından ağır bir sessizlik çöktü.

Lucas dizlerinin üzerinde duruyordu. Nefesi hırıltılı, omuzları ağırdı.

“Huff… Huff… İlaçlarım… Nerede…”

Kılıcını arkasına bile bakmadan yere bıraktı. Ellerini aceleyle ceplerinde dolaştırdı; hareketleri bir çaresizlik ve öfkenin karışımıydı. Sonunda parmakları sert bir kutuya dokundu. Beyaz kaplı küçük kutuyu çekip çıkardı, kapağını zorla açtı. İçinden çıkardığı iki kapsülü dudaklarının arasına bıraktı ve tek yutkunmayla boğazından aşağı gönderdi.

“Başkomiser Lucas!”

Bıyıklı polisin sesi, hâlâ hayatta olmanın verdiği şaşkınlıkla titriyordu. Adam, gövdesindeki kan lekelerine rağmen koşarak yanına geldi.

Lucas ise cebinden buruşmuş bir sigara paketi çıkardı. Çakmağı tıklatırken, yorgun gözleri bıyıklı polise kaydı. Dudaklarının kenarında, umursamaz bir ifade vardı.

“Sen… hâlâ hayatta mısın?”

“Ha?!” Adamın gözleri kocaman açıldı, ne diyeceğini bilemedi.

Lucas, onun şaşkınlığını önemsemeyip sigarasını yaktı. Dumanı içine çekti, ciğerlerindeki yanmanın acısını hissederek gözlerini etrafa çevirdi. Gördüğü manzara içini burktu: parçalanmış evler, kanla bulanmış taş yollar, cansız bedenler… Bir zamanlar sıradan bir kasaba olan bu yer, şimdi sadece yıkımın ve ölülerin sessizliğini barındırıyordu.

Bıyıklı polis, söylemek istediği bir şey varmış gibi duraksadı. Dudaklarını kıpırdatıp durdu, bakışlarını yere indirdi, sonra Lucas’ın gözlerini yakalamaya çalıştı.

Lucas, dumanı havaya üflerken homurdandı:
“Soracaksan, sor.”

Adam bir an irkildi. Boğazını temizledi, sesi zorla çıktı:

“Başkomiser Lucas… Acaba… neden bu kadar geç geldiniz? Hem… niye tek başınıza geldiniz?”

Lucas, bu soruya karşılık uzun bir süre sessiz kaldı. Dumanı ciğerlerinde bir süre tuttuktan sonra ağır ağır bıraktı. Çelik mavisi gözleri, kasabanın yanık izlerine daldı. Sonunda dudakları aralandı:

“Bir çöp için hayatını feda eder miydin?”

Bıyıklı polis dondu kaldı. Kafası karışmıştı. ‘Sorduğumla bunun ne alakası var?’ diye düşündü. Yine de dürüst bir şekilde cevap verdi:

“Hayır…”

Lucas, sigarasını parmaklarının ucunda sallarken ona yan gözle baktı. Ardından bakışlarını tekrar yıkıntıya çevirdi. Sesinde hüzün vardı ama ustalıkla bastırıyordu.

“İşte… Velenor İmparatorluğu da burayı öyle görüyor. Çöpten farksız. Burada yaşayan insanlar olsun, bizim gibi meslektaşlarımız olsun… Hepsi onlar için aynı. Çöp.”

Sözler ağır ağır havaya yayıldı. Yanan sigaranın dumanı gibi; zehirli, keskin, ama inkar edilemez bir gerçeklik barındırıyordu.

...

Etraf bembeyazdı. O kadar beyazdı ki, insan gözlerini kırpsa bile hiçbir fark göremezdi. Ne gölge, ne ışık oyunu… Sadece tekdüze, boğucu bir beyazlık.

Böyle bir yerde duran biri, ilk anda cennete geldiğini sanabilirdi. Ama Ryu, öyle hissetmiyordu. İçinde huzur değil, tarif edilmez bir sıkışma vardı. Sanki bu beyazlığın ardında bir şey gizleniyordu; onu izleyen, ona doğru eğilen görünmez bir yüz.

Az önce hâlâ çöldeydi. O kocaman deliğin yanındaydı. Ama şimdi… hiçbir şey hatırlamıyordu. Ne zaman geldiğini, nasıl geldiğini, hatta gelip gelmediğini bile.

“Igh…” Dudaklarının arasından boğuk bir inilti çıktı. “Bu ani seyahatler… midemi bulandırıyor, cidden…”

Dizlerinin bağı çözülmüş gibi oldu ve kendini otururken buldu. Ne sertlik, ne de soğukluk hissetti. Sanki havada asılıydı.
Bir anlığına yere değil, boşluğa oturduğunu fark etti. Bedeninin altında destek var mıydı, yok muydu? Bilmiyordu.

Elini çenesine götürdü. Parmağıyla derisini hissetmeye çalıştı, ama sanki dokunma duyusu da bu beyazlık tarafından yutulmuştu.

Sessizlik…

Ryu başını kaldırıp etrafına bakındı. Her yer aynıydı. Her yön aynı boşluk. Soluğu daralır gibi oldu. Beyazlığın içinden bir şey çıkmayacağını biliyordu ama yine de bakmaktan kendini alıkoyamadı.

‘Ben… geri dönebileceğim, değil mi?’

Kendi düşüncesi bile yankı yapar gibi zihninde çınladı. Bir an, bu beyazlıkta sadece kendisi değil, binlerce kopyasıyla birlikte sıkışıp kaldığını hayal etti. Her biri aynı anda nefes alıyor, aynı anda korkuyordu. Git gide zihni dağılıyor gibi hissetti

Boğazı düğümlendi.
‘Ya… bu beyazlığın kendisi ben isem?’

İçinde ağır bir korku yükselmeye başladı. Ryu gözlerini kapadı, ama fark etti ki kapalı gözlerinin arkasında da aynı beyazlık vardı. Karanlık yoktu. Hiçlik yoktu. Kaçacak hiçbir yer yoktu.

“…Kurtulmak istiyorum.”

Elleriyle yüzünü kapadı Ryu. Parmaklarının arasından süzülen soluk nefesleri, boşluğun sessizliğinde yankılanıyordu.

“O iğrenç yer bile… buradan daha iyi.”

Kendi sesi bile zihnine birer diken gibi batıyordu. Umutsuzluk, sanki görünmez pençeleriyle aklının etini lime lime ediyordu. Ne kadar dirense de, bu beyazlığın boğucu sessizliği içini kemiriyordu.

Tam o sırada—
Bir ışık belirdi.

Solgun beyazlığı yaran bir damla gibi. Zümrüt tonlarında, zarif, narin bir ışıltı… Bir çiçeğin yaprağına düşen çiy tanesi kadar ince, ama kalbi kavrayacak kadar güçlü.

Ryu şaşırdı. İlk tepki bir irkilmeydi; ama şaşkınlığının yerini hızla başka bir şey aldı. Merak.

Elini titreyerek ışığa uzattı. Parmağı değdiğinde hissettiği şey, uzun zamandır tatmadığı bir duyguydu: sıcaklık.

“Çok… güzel.”

Sözleri dudaklarından kendiliğinden döküldü. Işığın cazibesi karşısında iradesi eriyip gidiyordu. O sadece bir ışık değildi; içine çeken, sakince davet eden bir varlıktı.

Yeşil ışıltı genişlemeye başladı. Önce ince bir çizgi oldu, sonra kıvrılan bir patika. Adımlarını çağıran, bilinmez bir yol…

Ryu bir an tereddüt etti. Yüreğinde korku vardı. Ama bu beyazlıkta kalmak daha da kötüydü; aklının duvarlarını çatlatan sessizlikten daha kötü ne olabilirdi ki?

“Yapacak başka bir şeyim yok…” diye fısıldadı ve ilk adımını attı.

Her adımda bir değişim oluyordu. Patikadan yayılan sıcaklık, kışın soğuğunda yorgana sarılmak gibiydi. Yavaşça, sessizce bedenini sarıyor, zihnini uyuşturuyordu. Adımları ilerledikçe, daha önce bedenini kaplayan o beyazlık solmaya başladı.

Ellerine baktığında gözleri büyüdü. Beyaz silüet kaybolmuş, derisi yeniden görünür olmuştu.

“Normale döndüm!”

Sevinçle haykırdı. Sonra gözleri hızla uzanan patikaya çevrildi. İçinde açıklayamadığı bir his kıpırdadı. Umut muydu bu? Belki. Ama kelimelerle tarif edilemeyecek, yabancı bir his gibiydi.

Ryu hızlandı. Önce adımlarını sıklaştırdı, sonra koşmaya başladı. Kalbi göğsünü döverken, vücudu sanki zincirlerinden kurtulmuş bir panterin özgürlüğünü tadıyordu.

Ve sonunda—
Gözleri, yolun sonunda beliren ışığı gördü.

Beyazla yeşilin birleşiminden oluşmuş, zarif bir kapı. Işıktan örülmüş bir geçit.

“Bu… yoksa?”

Sesi titredi, adımlarıysa hızlandı. Nefesi kesiliyor, ciğerleri yanıyordu ama durmadı. Çünkü o ışığın içinde bir çıkış, belki de kurtuluş vardı.

Sonunda ışığa dokunacak kadar yaklaştı. Elini uzattı—

Ve gözleri karardı.

...

“GRAHH!”

Yaratığın haykırışı gökyüzünü sarsarcasına yankılandı. O devasa gövde, kırık dökük binaların arasında hapsolmuş bir canavarın acizliğiyle kıvranıyordu. Dokunaçlarından çoğu paramparça olmuş, kimisi kopmuş, kimisi de yere çivilenmiş bir halde titreyerek kıpırdamaya çalışıyordu. Her çırpınışında, metalik ve keskin bir ses yankılanıyor, yaralı etten yükselen ağır kokuyla birlikte havaya siniyordu.

Sanki bir kurt, demir kapanın dişleri arasında sıkışmıştı. Ama bu kurt devasa, bu kapan ise görünmezdi.

Gökyüzünden ince ince süzülen toz parçaları, karanlığın ortasında ışığa tutulan parıltılar gibi havada asılı kalıyordu. Ve onların arasından bir ses geldi.

Alaycı, sakin, neredeyse eğleniyormuşçasına bir ses…

“Ne oldu? Daha yeni oynamaya başlamıştık… Yoruldun mu, şişko?”

Sesin geldiği yöne bakıldığında, yıkılmış bir binanın üstünde, duman ve toz bulutlarının içinde bir siluet belirdi. Gözleri gizlenmişti ama gülümsemesi, ölümün sahneye davet edilmiş soğukluğu kadar netti.

Yaratığın hırıltıları kesik kesikti. Gücü tükeniyordu ama gözlerinde hâlâ öfke vardı. O bakışlar, zincirlenmiş bir canavarın, zinciri tutan ellere yönelttiği bakışlardı.

"Hm? Bakıyorumda bana iyice sinirlenmiş gibisin..."

Toz bulutlarının içinden süzülerek yere inen figür, sanki karanlığın kendisinden doğmuş gibiydi. Omuzlarından aşağıya sarkan gölgeler, kıpır kıpır yaşayan canlılar gibi dalgalanıyor, her adımıyla taşların üzerinde karanlık izler bırakıyordu.

Avuçlarında şekillenen mızrak, ince ve zarifti. Yeşil bir ışıkla parlıyor, ama ışığı boğan siyah gölgeler silahın etrafını sarıyordu. Sanki ışık ile karanlık aynı bedende savaş veriyor, ama karanlık ağır basıyordu.

Yerde kıvranan yaratığa küçümseyici gözlerle baktı. Devasa cüssesi paramparça olmuş, kopmuş dokunaçları kanlı yığınlar gibi etrafa saçılmıştı. Buna rağmen hâlâ yaşıyor, acıyla inliyordu.

“Pff…” dedi figür, dudaklarını bükerek. “Kara Panter piçinden daha fazlasını beklerdim.”

Mızrağı havada savurduğu anda, sanki bir illüzyonmuş gibi yok oldu. Elinde hiçbir şey kalmadı. Parmakları titredi, damarları kabardı.

“…Ne?”

Yüzünde kısa bir anlık şaşkınlık belirdi. Sonra dudaklarında ince, uğursuz bir gülümseme kıvrıldı.

“Velet… çoktan uyandı mı? Beklediğimden hızlı.”

Gölgeler, sol kolundan başlayarak tüm bedenini terk etmeye başladı. Uzun pençeler yavaşça kısaldı, derisi insana özgü hâline döndü. Karanlık kasırga gibi dönerken gözleri uzaklara çevrildi. Başını yavaşça sağa eğdi, sanki görünmeyen bir sahneyi izliyordu.

“Orada da bir savaş var…” diye mırıldandı.

O sırada devasa bir dokunaç üstüne indi. Çürümüş et ve kokuşmuş kan kokusu etrafa yayıldı. Darbe figürü yere savurdu; taşlar çatladı, yer yarıldı. Fakat figür gülüyordu. Dudakları genişledi, gözleri deli gibi parladı.

‘Üzgünüm, şişko dostum… Ama benim gitme zamanım geldi. Bundan sonrası sana kalmayacak. Senin işini bitirecek başka biri var.’

Ve o an meydanı bir uğursuz aura sardı. Gökyüzü bile kararmış gibi oldu. Taşların arasından kara sisler sızıyor, havadaki oksijen çekilmişçesine nefes almak zorlaşıyordu. Golemin iradesi paramparça oldu; koca cüssesiyle titredi, ama hareket edemedi.

Figür başını geriye atarak derin bir nefes aldı. Sesinde hem rahatlama hem de uğursuz bir dinginlik vardı:
“Sanırım… birini çağırmak için bu kadarı yeter.”

Gölgeler vücudundan hızla sıyrılmaya başladı. Çözülen iplikler gibi kayboluyor, Ryu’nun bedenini terk ediyorlardı. Ama gitmeden önce bir kez daha konuştu:

“Hey, şişko!” diye haykırdı. Sesindeki alay meydanı yankıladı. “Bir dahaki sefere savaşırız diyecem ama… maalesef o gün hiç gelmeyecek.”

Karanlık tamamen yok olmadan önce yaratığa baktı, dudaklarında son bir gülümseme vardı.

“Bol şans.”

Ve figür kayboldu. Ryu’nun bedeni, ipleri kesilmiş bir kukla gibi yere yığıldı. Baygındı. Savunmasızdı.

Yaratık donakaldı. Devasa dokunaçlarından biri yavaşça doğruldu, baygın gencin üzerine doğru indi. Ucu Ryu’nun göğsüne değmek üzereydi. Sessizlik tüm meydanı doldurmuştu.

Şlakk!

Kuru, tiz bir ses yankılandı. Dokunaç, ortasından ikiye ayrıldı. Yaratık acı dolu bir ulumayla geriye sıçradı. Siyah kan taşların üzerine fışkırdı.

“GRAHHHH!”

Canavarın acı dolu çığlığı yankılandığında, yer sanki titredi. Çürük et kokusunu andıran bir koku havaya karışırken, onun inlemeleri gökyüzüne yükselen uğursuz bir dua gibiydi. Geriye doğru sendeleyerek karanlık sokakların taşlarını siyah kanıyla lekeleyen devasa beden, bir ölümlünün gözünde çaresiz bir vahşiyi andırıyordu. Dokunaçları hâlâ can havliyle kıpırdamaya çalışıyordu, fakat çoğu ya kopmuştu ya da derin kesiklerle işlevsiz kalmıştı. Kapanın dişleri arasına sıkışmış bir kurdun çaresizliği gözlerinde okunuyordu.

Karanlığın içinden bir gölge belirdi. Siyah sisin arasından çıkan keşiş, tereddütsüzce ileri atıldı. Adımları, sessizliği bölen bir ölüm fermanı gibiydi. Parlayan kılıcı, devin kabarık gövdesine saplandı; metalin ete sürtünürken çıkardığı keskin ses, tüyleri diken diken edecek kadar berrak ve rahatsız ediciydi.

Canavar kıvranırken, o kılıcı tutan kişi tısladı:

“Tch! Derin kesemedim...”

Sesi, uğursuz sessizlikte yankılandı. Soğuk ve tanıdık bir tınısı vardı.

Gölgelerin arasından adımını öne atan, mavi paltosu gece rüzgârı gibi savuran adamın yüzü yavaşça aydınlandı.

Lucas Veylar’dı bu.

‘Buraya beni çeken şey... Uzakta hissettiğim o keskin auraydı. Cidden bu yaratıktanmı geldi?’ diye geçirdi içinden Lucas, sanki az önceki boğucu auranın karşısındaki yaratıktan geldiğini inanmayarak

“Neyse... Pek de önemli değil.” Lucas’ın sesi, keskin bir kılıç gibi havayı yardı. Kılıcını yaratığa doğrulturken gözlerindeki kararlılık bir anlığına buz gibi bir parıltıyla yanıp söndü. “Sonuçta bu yaratığı öldüreceğim.”

Sözlerinin ardından yaratık, sinir krizi geçiriyormuşçasına bir çığlık kopardı.

“GRAHHHH!”

Yerdeki taşları sarsan uğultu, kulakları sağır ediyordu. Devasa bedenine rağmen beklenmedik bir hızla ileri atıldı. Arkasında bıraktığı siyah kan, bir dere gibi akıyor, zemini karanlık bir nehri andıracak şekilde kaplıyordu. Dokunaçlarının etrafı kabaran siyahımsı et yığınlarıyla kaplanmaya başladı; şekilsiz et parçaları sivri uçlara dönüşerek zırh misali bir kalkan oluşturdu. Ardından, hepsini birden Lucas’a doğru savurdu.

Lucas’ın yüzündeki sakinlik hiç bozulmadı. Derin bir nefes aldı; nefesiyle birlikte dünya ağır ağır yavaşlamaya başlamış gibi hissetti. Gelen dokunaçlardan birini fark ederek havaya sıçradı. Bedenini ileri fırlatırken, üzerine gelen dokunaçlardan birinin üstüne ayak basarak koşmaya başladı.

Kılıcının etrafını şeffaf, mavimsi bir aura kapladı. O aura, fırtına öncesi denizin derinliğini andırıyordu. Kılıcı fırlatır gibi savurduğunda, karşısındaki iki dokunaç kesildi. Ardından silahını geri çekip bir başka dokunaç üzerine atıldı ve yaratığın kafasına doğru beş el ateş etti.

“Tch...” Sesinde belirgin bir huzursuzluk vardı. Mermiler, yaratığın kafasında iz bile bırakmamıştı. “İşe yaramaz silah.” dedi dişlerini sıkarak. Elindeki tabancayı öfkeyle yere fırlattı, kılıcını iki eliyle kavrayıp yeniden derin bir nefes aldı.

‘Bu sefer... gereken ilaçları almadan gelmedim. Saldırılarım düzensiz olmayacak. Bu sefer... kontrol bende!’

Yeni bir saldırı dalgası yaklaşırken Lucas bir kez daha havaya sıçradı. Ama bu kez, bedeni havada asılı kalmış gibiydi. Mavi gözleri korkutucu bir ışıkla parladı. Dudakları aralandı, ağzından kan süzülerek yere damladı.

“İlk Teknik... Labirenti Keşiş.”

Aniden zigzaglar çizerek dokunaçların arasında hareket etti. Kılıcının ışığı, havada kalmış kan damlalarının arasında kıvılcımlar gibi dans ediyordu. Her bir kesik, karanlıkta yankılanan bir çan sesi gibi derin bir iz bırakıyordu. Dokunaçlar birer birer parçalanırken yaratığın çığlığı göğü yırttı.

“GRAHHHHHH!”

Kesilen parçalar gökten yağarken Lucas, bu kanlı merdivenleri basamak yaparcasına zıplayarak yaratığın önüne kadar ulaştı.

“Artık bitti!” diye haykırdı, kılıcını kaldırırken.

“İkinci Teknik—”

Ama sözünü bitiremedi. Çünkü yaratığın bedeninden bir şey sızıyordu... Ruhlar.

Sayısız insanın çığlığı, yaratıktan yükseliyordu. Kadınlar, çocuklar, yaşlılar... Her biri acı içinde kıvranıyor, içlerinden feryatlar göğe yükseliyordu. Yaratığın evrimleşmek için tükettiği, öğütüp sindirdiği ruhlar... Hepsi Lucas’ın gözleri önünde canlanmıştı.

Onun yüzündeki sakinlik yerini derin bir korkuya, ardından ise devasa bir öfkeye bıraktı.

“Seni... piç kurusu!”

Kılıcını iki eliyle kavradı. Mavi aura bedenini ve silahını kaplarken, bu kez sarı bir ışık onunla kaynaşmaya başladı. Aura, fırtına ile güneşin buluşması gibi titreşiyordu.

“...Karanlık.” dedi hırıltıyla. Sarı ışık kılıcı kapladı.

“Karanlığın içindeki şefkat...” dediğinde sarı ve mavi ışık birbirine karıştı.

“Aydınlığın içindeki zulüm.”

Zaman durmuş gibiydi. Dünya susmuş, bütün gürültüler silinmişti. Sadece Lucas ve kılıcı kalmıştı. Aura, göz kamaştırıcı bir yoğunluğa ulaşırken sağ gözü, maviden sarıya dönüştü.

Son sözlerini fısıldadı:

“Karanlığın içindeki şefkat, aydınlığın içindeki zulüm... Tarafsızın içindeki anlamsızlık.”

Aura patladı. Lucas, güneş gibi parladı. Mavi ve sarı çizgilerden oluşan bir yol, yaratığın kafatasını baştan sona kat etti.

“Buyursun... Kadim Savaşçının Doğru Yolu!”

Ve ardından, geceyi yaran bir şimşek gibi patlayan ışık her şeyi yuttu.

...

Yaratık, göz açıp kapayıncaya kadar etrafına baktı. Boş bakışlarıyla karanlık alanda gezindi; ardından kafasını eğip kendi bedenine döndü. O anda fark etti—göğsünden başlayarak bütün bedeni, yavaş yavaş kül olup havaya savruluyordu. Önce dokunaçları, sonra devasa kolları, ardından çürümüş etin altında gizlenmiş kemikleri... Hepsi birer birer çözüldü.

“...”

Çığlık atmadı. Sanki son anda bile direnmeyi bırakmış gibiydi. Sadece sessizlik, sadece tükeniş.

Lucas’ın gözleri donuktu. O an yaratığa bakmak bile istemedi; çünkü gördüğü şey, yalnızca bir canavar değil, içinde sayısız masumun çığlığını taşıyan bir mezardı. Dudakları titredi. Aralandı, sustu. Tekrar açıldı. Sonunda, kısık bir sesle konuştu:

“...Umarım huzur içinde uyursunuz.”

Sözleri, boşluğa fısıldanmış bir dua gibiydi.

Ama geriye kalan manzara, huzurdan çok uzaktı. Etrafta hâlâ dumanı tüten kan göletleri, parçalanmış bedenlerden yükselen boğucu bir koku, gökyüzünü dahi karartan bir kasvet vardı. Katliam o kadar büyüktü ki, yaşayan her ruhun üzerine görünmez bir yük gibi çöküyordu.

Lucas, kılıcını yavaşça indirdi. Parmakları kılıcın kabzasını bırakırken titriyordu. İçinde taşıdığı öfke sönmüş değildi, ama yerini ağır bir yorgunlukla örülmüş bir kedere bırakmıştı.

Devasa yaratığın kül olup dağılan bedeni, geceye savrulurken geriye yalnızca bir sessizlik kaldı.

Bir sessizlik... ve hafızalarda yankılanacak bir mezar taşı kadar ağır, bir katliamın gölgesi.

Lucas derin bir nefes aldı. Kılıcını yavaşça kınına yerleştirdi, gözleri ise hâlâ etrafta savrulan küllere takılı kalmıştı. Gökyüzünde kaybolan her zerre, zihninde uğursuz bir yankı bırakıyordu.

Ama işte o anda, gözleri yerde hareketsiz yatan birine kaydı.

Toz ve kan kokusuyla dolu zeminin üzerinde, genç bir beden yatıyordu. Ryu. Çatışmanın ortasında bir yük gibi yere savrulmuş, soluk bir yüzle sessizce uyuyor gibiydi.

Lucas’ın gözlerinde farklı bir parıltı belirdi. Adımlarını ağır ağır attı, yere çöktü. Parmaklarını eski mavi paltosunun yakasından tutarak yavaşça çıkardı. Yıpranmış ama hâlâ sağlam olan paltoyu Ryu’nun üzerine dikkatle örttü; sanki onu soğuktan değil, dünyanın tüm kasvetinden korumak ister gibiydi.

Sonra usulca kollarına aldı Ryu’yu. Nefes alışlarını duyduğunda dudaklarından, yıllardır sakladığı bir rahatlamanın kırıntısı döküldü.

“...En azından sen hayattasın.”

Sesi, çatlak ve yorgundu; ama içinde derin bir şükran gizleniyordu.

O sırada, uzaklardan yankılanan ayak sesleri belirdi. Kaosun ardından geciken sirenler, kalabalığın telaşlı uğultuları, polislerin bağırışları... Ve hemen ardından beyaz önlüklü doktorlar koşarak sahneye girdi.

Spot ışıklarının altında, kanlı molozların ve dumanın arasında, cesetleri toplamaya başladılar, yaralı insanlar varsa ilgilenmeye başladılar.

...

Beyaz.
Sonsuzluğa uzanan, göz alabildiğine bembeyaz bir boşluk. Ne gökyüzü vardı ne de zemin… Sanki hiçbir şey yoktu, yalnızca varlığın en saf hâli.

O uçsuz bucaksız boşluğun ortasında bir kadın duruyordu. Uzun siyah saçları, sırtından aşağıya şelale gibi dökülüyordu. Saçlarının arasında göze çarpan iki kıvrımlı boynuz vardı; alnına düşen kaküllerinin bir kısmı ise zehirli bir yeşil ile boyanmıştı. Uzun boyu, asil ve tehditkâr duruşu, siyahın en derin tonuna bürünmüş elbisesiyle gölgelerin kraliçesi gibiydi.

Kadın, başını yana eğdi. İnce dudaklarından bir iç çekiş döküldü.
“Ah… Keşke biraz daha oynayabilseydim.”

Sesi, hem tatlı hem de boğucu bir yankı ile bu beyazlıkta dalgalandı. Sanki kendi kendine konuşuyor, ama aynı zamanda evrenin her köşesine hitap ediyordu.

Bir an sonra dudaklarında sinsi bir tebessüm belirdi.
“Neyse, yapacak bir şey yok. Sonuçta…”

Kadının sarı gözleri, gizemli bir ateşle parladı. O an, beyaz boşluğun tamamı tek bir bakışının içinde yok olabilirmiş gibi hissettiriyordu.

“…gelecekte çok daha eğlenceli şeyler olacak.”

Bir süre sessizlik oldu. Sonra başını hafifçe kaldırdı, gözlerinde açlık ve sabırsızlıkla karışık bir beklenti parladı.

“Dört gözle bekliyorum seni…” dedi, sesi fısıltı ile kudret arasında gidip gelirken.

Ve dudakları tek bir ismi haykırdı, bu beyaz boşlukta gökleri titreten bir yankıya dönüşerek:

“Ryu Starfall.”

BÖLÜM NOTU

İlk arc bitti




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu