Kapının iki yanındaki hizmetçiler, sanki görünmez bir işaret almışçasına aynı anda hareket etti. Ağır kanatlar açıldığında, dışarıdan içeriye bir anda dolan ışık Leon’un yüzüne vurdu; gözlerini kısmasına neden olacak kadar keskin bir parlaklıktı bu. Ardından esen serin rüzgâr, üzerindeki ince giysilerin arasından geçip tenine işledi, bi rahatlık gelmişti.
Leon, kapının eşiğinde birkaç saniye öylece kaldı. ‘Sakin ol alt tarafı babanı göreceksin’ dedi kendi kendine.Sonunda ise derin bir nefes aldı ve içeriye doğru yürüdü. Her adımı, ahşap zeminde yankılanıyordu. Kapı, arkasından ağır bir uğultuyla kapandığında, Leon’un zihninde boğuk bir mühür gibi çınladı.
Odanın görkemi göz kamaştırıcıydı. Sol uzun duvarın neredeyse üçte ikisini kaplayan, koyu kırmızı zemin üzerine altın ipliklerle işlenmiş devasa bir örtülü masa vardı odanın ortasında. Işığın vurduğu her kıvrımda desenler canlıymışçasına kıpırdanıyor, altın işlemelerden yayılan parlaklık ise bir taht odasının ihtişamını hatırlatıyordu.
Ve o ihtişamın merkezinde, masanın başında bir adam oturuyordu.
Leon’nun babasıydı
Adam, otuzlu yaşlarının olgunluğunu taşıyan bir yüzle, sakince yemeğini yiyordu. Önünde duran tabakta kan kırmızısı suyunu salan bir bonfile vardı; yanında közlenmiş mantarlar, hafif is kokusunu odaya yayıyordu. Yanındaki gümüş kadehteki kırmızı şarap, ışıkla buluştuğunda parlak bir görünüm elde ediyordu
Leon, birkaç adım ilerleyerek ellerini karnına götürdü. Yavaşça eğilip başını selam için öne bıraktığında, sesi ağır bir saygıyla odanın genişliğine yayıldı.
“Yüce Rahip Babamızı selamlıyorum.”
Sözler, odanın duvarlarında yankılandı, ardından sessizlikte asılı kaldı.
Babası başını kaldırmadı. Sadece göz ucuyla kısa bir bakış gönderdi, ardından ağırbaşlı bir sükûnetle başını hafifçe eğdi. Yemeğine geri dönerek çatalını bıçağa sürttü. Metalin porselene değdiğinde çıkardığı keskin ses, odadaki sessizliği yararak Leon’un içindeki gerginliği daha da derinleştirdi.
"Senden istediğim kitabı getirdinmi oğlum?" Dedi babası.
Leon nedensizce bir an irkildi."E-evet getirdim..." diyerek elindeki ince kitabı babasının yanına giderek yemek yediği tarafının yanında bıraktıktan sonra bir kaç adım geriye giderek tekrardan başını eğdi.
Babası elindeki bıçakla ile çatalı tabağın içine bırakarak, eliyle hizmetçilere kaldırmaları için işaret verdi. Hizmetçilerden biri tabağını alırken bir başkasıda şarabını yeniliyordu. Leon'un babası masadaki altın şeritli bir peçeteyi eline alarak nazikçe ağzının etrafına yayılmış yağı temizler. Temizledikten sonra ise peçeteyi masanın bir köşesine bıraktıktan sonra Leon'nun masaya koydu kitabı alır ve için açar.
Odada bir kaç dakikalık sessizlik oluşmuştu
Leon babasına doğru bakmayı sürdürürken babasının yüzündeki ifadeye görünce kafası karışmıştı. Babası boş eliyle çenesini tutarken diğer eliyle kitaba bakarak düşünüyor gibiydi.
'Boş bir kitap için gereğinden fazla bakmadımı?' Diye düşündü Leon.
En sonunda babası kitaba bakmayı kesti ve yavaşça kapatarak masaya koydu. Eli hala kitabın üzerindeydi.
"Leon" Dedi Babası
"Evet Yüce Babamız"
"Kitabin başka bir sayfası olmadığına emin misin?"
Leon bu soru karşısında kafası karışmıştı ve bir yandan içinde merak tohumları belirlenmişti.
"Hayır... Başka sayfa yoktu. Ve kitapta herhangi bir sayfanın kaybolmasına dayalı bir bulgu yoktu."
“Anlıyorum,” dedi adam, sesi ne yumuşaktı ne de sertti.
Masadaki kitabı dikkatlice kenara koydu, ardından ağır hareketlerle sandalyesinden kalktı. Cüppesinin altın işlemeli uçları zemini süpürürken pencereye doğru ilerledi.
“Gel, Leon.”
Eliyle işaret ettiğinde, Leon hiç tereddüt etmeden itaat etti. Adımları sessizdi, ama kalbinin atışları neredeyse o sessizliği deliyordu. Babasının yanına geçtiğinde, ikisi de bir süre konuşmadan dışarıya baktılar.
Pencerenin ardında şehir adeta bir deniz gibi dalgalanıyordu. Kalabalık, rüzgârla birlikte savrulan renkli bayrakların altında bağırıyor, gülüyor, şarkılar söylüyordu. Yerde şarap kırıkları, havada kavrulmuş et kokusu, duvarlarda yankılanan kahkahalar vardı.
‘Çok fazla ses…’ diye düşündü Leon, babasını bu durumda rahatsız olacağını zannederek.
Beyaz Şahin Birliği çoktan ayrılmıştı ama halk hâlâ kutlamaya devam ediyordu. Onların neşesi, Leon’a hep yabancı gelmişti. Genellikle şövalyeler, kılıç teknikleri ve kılıç tarihi dışında onu pek neşelendiren bişey yoktu.
Yine de, Velenor İmparatorluğu’nun bir soylusu —Hemde en önemli olan soylulardan—olarak, insanların yüzlerindeki o mutluluk ifadesini anlamaya çalışması gerektiğini biliyordu.
“Leon.”
Babası konuştuğunda, sesi bir çan sesi kadar keskin yankılandı. Leon istemsizce omuzlarını kasıp başını çevirdi. Bu ses, çocukluğundan beri itaatsizlikle değil, korkuyla eşleşmişti onun zihninde.
“Evet, baba.”
Bir anlık sessizlik oldu. Ardından adamın sesi bir hüküm gibi yeniden yankılandı:
“Seni iki gün sonra Blight Kilisesi’ne göndereceğim.”
Leon’un nefesi, sanki boğazına takıldı. Birkaç saniyeliğine çevresindeki her şey sessizleşti. Dışarıdaki kahkahalar, bayrakların hışırtısı, uzaktan gelen müzik… hepsi sanki bir perdenin ardına gizlenmiş gibiydi.
Kelimeler zihninde yankılanmaya devam ederken, babasının ifadesi hiç değişmedi. Ne gurur vardı o yüzde, ne de şefkat… Sadece olması gerekeni söylemiş bir rahibin soğukkanlılığı.
“N–Ne?...”
Leon’un sesi odanın sessizliğinde yankılanırken kendi kulaklarına bile yabancı geldi. Boğazındaki düğüm yüzünden ses boğuk çıkmıştı.
“Bir sorun mu var?”
Babası başını yavaşça çevirdi, sesi bir bıçak gibi soğuk ve düzgündü — ne öfke ne merhamet vardı içinde, sadece sorgusuz bir otorite.
Leon’un kalbinde bir şeyler kıvrıldı.
"Bir sorun mu var?"
Evet, bu cümle bile başlı başına bir sorundu.
“...Neden Blight’e gidiyorum!?”
Sözleri, istemsiz bir haykırış gibi döküldü dudaklarından.
Odadaki hava bir anda ağırlaştı. Altın işlemeli perdeler hafifçe titredi, dışarıdan gelen festival sesleri bile sanki boğulmuş gibiydi.
Babası kaşlarını çatmadan önce dudaklarını sıkıca ısırdı. Gözlerindeki bakış, bir anlığına Leon’un içini dondurdu; sanki gözbebeklerinin ardında bir fırtına dönüyordu ama hiçbir damlası dışarı taşmıyordu.
Leon’un nefesi hızlandı, parmakları titremeye başladı.
‘Hayır… yine mi? Yine yanlış bir şey mi söyledim?’
Babası başını hafifçe eğdi, gözleri oğlunun endişeyle titreşen omuzlarına takıldı. O an yüzündeki sertlik, sanki eriyip gitmişti. Yerine kısa ama gerçek bir pişmanlık yerleşti.
‘Yine aynı hatayı yapacaktım…’ diye geçirdi içinden.
Derin bir nefes aldı, ardından bakışlarını dışarıdaki kalabalığa çevirdi.
Pencerenin ötesinde, insanlar hâlâ kutluyordu. Kahkahalar, davul sesleri ve parlak kumaşların dans eden gölgeleri odaya kadar ulaşıyordu. Fakat babasının sesi, tüm o gürültünün arasında keskin bir çizgi gibi yankılandı:
“Leon.”
Sadece bir kelimeydi ama duvarlardaki sessizlik bile irkildi.
“Artık on beş yaşındasın. Hatta on altıncı yaş gününe iki ay kaldı.”
Kısa bir duraksamadan sonra sesi yumuşadı, ama yine de ağırlığını koruyordu.
“Artık bir rahip olman için stajyerliğe başlaman gerekiyor.”
Leon bir anda ne diyeceğini bilemedi. Gözleri donuklaştı.
‘Demek… bu yüzdenmiş.’
Babası sözlerine devam etti:
“Bu yüzden seni Blight’e göndereceğim. Rahip Owen’ın yanına.”
Leon’un bakışları pencereden dışarı kaydı. Işığın altında parlayan bayraklar, bir anda solgun göründü. Şehrin gürültüsü, sanki kulaklarının içinde yankılanan uğultuya karıştı.
“Peki neden Blight?” dedi, sesi neredeyse bir fısıltıydı.
“Orası suç oranı en yüksek yer. İnsanlar ona Velenor’un ‘Kirli Lekesi’ diyor. Diğer rahipler oraya adım atmaya korkarken, neden ben?”
Babası cevap vermeden önce uzun süre sustu. Gözlerini kapattı, alnındaki derin çizgiler daha da belirginleşti.
“Blight…” diye başladı, neredeyse kendi kendine konuşur gibi.
“Bildiğin gibi, Yeraltı Şehri Zaun’un bir uzantısı. Hem oraya hem de Velenor’a bağlı. O insanların çoğu suçla doğdu, suçla büyüdü. Onları değiştirmek kolay değil.”
Bir an duraksadı. Sesinde yorgun bir bilgelik vardı.
“Rahip Owen artık yaşlandı. Yetmiş beşine bastı. Blight gibi bir yerin ağırlığını tek başına taşıyamaz. Bu yüzden seni oraya göndereceğim. Ona yardım etmeni istiyorum.”
Başını yavaşça Leon’a çevirdi.
“Bunu yapabilirsin… değil mi?”
Leon babasının gözlerinde bir anlığına, alıştığı o taş duvarın ardında kırılmış bir parça gördü.
Ama o kadar kısa sürdü ki, neredeyse hayal ettiğini sandı.
Odanın sessizliği, dışarıdaki coşkuya rağmen kalın bir perde gibi üzerlerine çökmüştü.
Leon, babasının sözleri üzerine birkaç saniye boyunca sessizliğe gömüldü. Odanın içini dolduran sessizlik, dışarıdan gelen boğuk kalabalık sesleriyle karışıyor, havayı ağırlaştırıyordu. Gözleri babasının yüzünde dolaşırken, adamın bakışlarındaki kararlılık Leon’un kalbinde bir şeyleri sıkıştırdı.
Yutkundu. Dudaklarının kıpırdadığını kimse fark etmedi ama o, kendi içinde fısıldar gibi söyledi:
‘Yalan… söylüyor.’
Gözleri, babasının masanın üzerindeki mühürlü belgelerine, düzenli yığılmış evraklara ve o titizliğin ardına saklanmış soğuk bir zihne kaydı.
‘Yardım mı?’ diye geçirdi içinden, dudaklarının kenarı belli belirsiz titredi.
‘Sen ne zaman birine yardım etmek için bu kadar istekli oldun ki?’
İçinde, yıllardır bastırmaya çalıştığı bir öfke kabardı. Babasının her kelimesi, ona “koruma” bahanesi altında dayatılmış emirleri hatırlatıyordu.
‘Sen... sadece otoriteni korumaya çalışıyorsun. Her zaman yaptığın gibi. Ve ben...’ Leon’un yumrukları farkında olmadan sıktı, boğazındaki düğüm nefesini zorlaştırdı.
‘...ben de o otoriteni büyütmek için kullandığın bir araçtan başka bir şey değilim.’
"Leon?"
Babası kaşlarını hafifçe çatarak oğluna baktı. Gözlerinde karışık bir ifade vardı; hem merak hem de sabırsızlık. Sessizlik biraz daha uzadığında, adamın dudaklarının kenarı belli belirsiz gerildi. İçinden, ‘Karşı mı çıkacak yoksa?’ diye geçirdi.
Leon başını hafifçe eğdi, derin bir nefes aldı. Ciğerlerine dolan hava ağırdı, sanki her nefeste içindeki karmaşayı bastırmaya çalışıyordu. Parmak uçları dizlerinin üzerinde titredi, ardından gözlerini babasınınkinden kaçırarak pencereye çevirdi.
Dışarıda, gri bir gökyüzü Blight’a giden yol kadar kasvetli görünüyordu. O an düşündü; belki de bu kararın içinde bir özgürlük kırıntısı gizlidir. En azından, babasının gölgesinden uzak olacaktı…
“Evet…” dedi sonunda, sesi sakin ama içinde ince bir gerilimle. “Elbette. Rahip Owen’a seve seve yardımcı olurum.”
Babası önce şaşırdı, sonra yüzünde belli belirsiz bir tebessüm belirdi. Gözlerinde kısa bir süreliğine yumuşak bir ifade vardı, ama bu ifade çabucak yerini eski o soğuk ciddiyete bıraktı.
“Bunu duyduğuma sevindim, oğlum.”
Cümlesini söylerken arkasına dönerek tekrardan yemek masasına doğru yavaş adımlarla ilerlemeye başladı. “Bugün yola çıkacaksın. Yolculuğun iki gün sürecek, ona göre kendini hazırla.”
Leon başını hafifçe eğdi. “Anladım.” dedi kısaca.
...
Leon’un ayak sesleri, ahşap basamaklarda yankılanıyordu.
Yavaşça iniyordu. Her basamakta, babasının sesi zihninde yankılanıyor gibiydi — “İki gün sonra yola çıkacaksın”
Sanki o kelimeler, duvarlara kazınmıştı
Blight
İsmi bile karanlık bir yankı gibi zihninde çınlıyordu. O yerin hikâyelerini duymuştu — suçun, açlığın ve çürümüş inançların şehrini. Orada rahipler bile dualarını ederken yanların korumalarla beraber gezerlerdi.
Peki neden?
Neden onu oraya gönderiyordu?
Leon’un parmakları, merdiven korkuluklarını sımsıkı kavradı. Soğuk metalin derisine değmesi bile onu düşüncelerinden koparmaya yetmedi.
“Belki de beni en zor koşullara alıştırmak istiyordur?” diye geçirdi içinden, dudaklarını ısırarak.
Son basamağa geldiğinde durdu
Bir an sessizce başını kaldırıp yukarı baktı — babasının odasının kapısı hâlâ yarı aralıktı. İçeride, bir anlığına annesinin silüetini görmüş gibiydi. O an kalbi sıkıştı; nefesi göğsünde düğümlendi. Gözlerinin önüne, annesiyle ve babasıyla geçirdiği o eski, sıcak günler geldi — annenin gülüşü, babasının yumuşak sesi, üçü birlikte geçirdikleri huzurlu vakitler.
Birlikte yemek yedikleri o akşamlar, mum ışığında yankılanan kahkahalar…
Hepsi bir anlığına gözlerinin önünde belirdi, sonra da rüzgârın dağıttığı bir buğu gibi kayboldu.
Leon’un gözleri hafifçe kısıldı.
“Sonuçta… ben onun oğluyum.”
Bu düşünce dudaklarından dökülmeden kayboldu havada. Gururla karışık bir hüzün vardı içinde; hem ait olmanın ağırlığı, hem de o aidiyetin zincirleri...
Koridora adım attığı anda dışarıdan esen rüzgâr, ağır perdeleri birden savurdu. Odanın içine dolan serin hava, Leon’un altın sarısı saçlarını dalgalandırırken, gözlerinin önünde küçük bir siluet belirdi. İnce vücut yapısı, sade elbisesi ve ellerindeki kalın kitapla orada duran kişi, on bir yaşına yeni girmiş kız kardeşi Rita’ydı.
Rita’nın simsiyah saçları babasından, canlı yeşil gözleri ise annesinden mirastı. Elindeki kalın, zarif ciltli kitabın kapağında altın işlemeli yazılar parlıyordu; sayfalarından yayılan hafif koku ise, eski metinlerin o kendine özgü ağır havasını taşıyordu.
“Rita? Senin burada ne işin var?” dedi Leon, şaşkınlıkla.
Fakat Rita onu duymamış gibiydi. Gözleri, kitabın sayfalarındaki resimlere öylesine dalmıştı ki, sanki etrafındaki dünya tamamen sessizliğe gömülmüştü.
“Rita?” diye seslendi Leon, bu kez biraz daha yüksek bir sesle.
“Ah!” Rita bir anda irkilerek başını kaldırdı. Panikle kitabı sımsıkı tuttu, ama kaygan parmaklarının arasından kurtulan ciltli kitap yere düşerek tok bir ses çıkardı.
Ses, koridorun taş duvarları arasında yankılanırken, ikisi de bir an duraksadı. Rüzgâr, yine perdeleri savurdu. Havada uçuşan birkaç sayfa kenarı hafifçe titreşti. Leon sessizce eğildi, kitabı yerden aldı.
“A-Abi dur!” diye bağırdı Rita.
Leon bakışlarını kapağın üzerindeki altın harflerde gezdirirken göz bebekleri ansızın büyüdü.
Kitabın üzerinde "Kılıçın Kullanış Amacı Ve Kullanıcın Amacı" yazıyordu. Bu kitap Leon'nun Arthurdan almak için yalvardığı kitaplardan biriydi, hatta Arthur'un dediğine göre bir şövalye olma yolundan ilerlemek isteyen birinin kesinlikle okuması gereken kitaplardan biriydi bu kitap.
Leon gözlerini tekrardan Rita'ya dikti. Gözlerinde hafif bir kızgınlık belirtisi vardı.
“Bunu nerden buldun?”
Rita gözlerini devirerek huzursuz bir sesle “Senin odanda abi.” dedi. Yüzündeki pişmanlık apaçık belli oluyordu.
“Benim odamdamı?”
Leon bir an şaşırmıştı. Çünkü odasında hiç bir kılıç tekniği ve şövalyeleri konu alan hiç bir kitabı bulundurmamayı özen gösteriyordu babasından dolayı. Birden babasının çalışma odasından çıkarken Kahya Arthur ile konuşmasını hatırladı.
‘Ah, doğru ya. Kahya Arthur bana kitaplar getirecekti.’
“Abi…”
Rita’nın sesi neredeyse bir fısıltıydı ama içinde belirgin bir titreme vardı — korkuyla karışık bir endişe.
Leon, bu seste bir tuhaflık sezdiği anda, bakışlarını kız kardeşine çevirdi.
“N’oldu, Rita?” diye sordu.
Sesinde istemsiz bir gerginlik vardı.
Küçük kız, iki elini birbirine geçirip göğsüne bastırdı. O ince parmaklar, sanki içindeki korkuyu gizlemeye çalışır gibi kenetlenmişti.
“Şey…” dedi, gözlerini kaçırarak. “Babamın hazırladığı siyaset derslerini bitirdikten sonra seninle oynamak için odana gidiyordum.”
Sözleri bir noktada tıkandı.
Yutkundu.
Leon sessizce bekledi; Rita’nın nefes alışverişi bile duyuluyordu artık.
“Kapıya yaklaşınca…”
Bir an sustu, dudaklarını ısırdı.
“İçeride Kahya Arthur’la iki hizmetçinin konuştuğunu duydum.”
Leon’un zihninde bir kıvılcım çaktı.
’Yoksa… Blight meselesini mi öğrendi?‘
Kalbi hafifçe hızlandı ama dışa yansıtmamaya çalıştı.
Yalnızca kaşlarını hafifçe çattı, “Ne konuşuyorlardı?”
Rita yere baktı. Küçük omuzları titredi.
İlk denemesinde ses çıkmadı, ikinci denemede ise kelimeler boğazından güçlükle döküldü.
“Senin… Blight’e gideceğini söylemişler. Hizmetçilere… eşyalarını hazırlamalarını emretti Kahya Arthur.”
Leon bir süre sessiz kaldı.
Ne yüzünde bir mimik vardı, ne de sesinde bir tepki.
Sanki tüm düşünceleri bir anda buharlaşmış gibiydi.
Sonra gözlerini yavaşça kapadı.
Derin, kısık bir nefes aldı.
“Ah…” dedi, kendi kendine, fısıltı kadar bir sesle.
“Demek… öğrenmiş.”
O an, koridorun sessizliğini sadece rüzgârın perdeyi sürükleyen hışırtısı dolduruyordu.
Ve Leon, o rüzgârın serinliğinde, kaderinin çoktan çizildiğini hissediyordu.
Leon, kardeşinin yüzüne baktığında, geçmişin gölgeleri bir bir zihninde belirmeye başladı.
Kendisinin bir rahip olmak üzere yetiştirildiğini… Rita’nın ise daha on bir yaşındayken bir ülkeyi yönetmeyi öğrenmek zorunda bırakıldığını hatırladı. Babalarının emirleri, onların çocukluklarını ellerinden almıştı.
Rita’nın o ince elleri her zaman kitap sayfalarının üzerinde olurdu — ama o kitaplar masallarla değil, siyasetle doluydu.
Ve Leon bunu her görüşünde, içinde tanımlayamadığı bir suçluluk hissi belirirdi.
Annelerinin ölümünden sonra her şey değişmişti.
Babaları, o zamana kadar soğukkanlı ama dengeli bir adamken, bir anda duygularını yitirmiş birine dönüşmüştü.
Evdeki sıcaklık, yerini kurallara, disipline ve sessizliğe bırakmıştı.
Leon, Rita’nın ne kadar yalnız kaldığını biliyordu.
Onun tek sığınağı, tek huzur bulduğu kişi kendisiydi.
Ama şimdi… o da gidiyordu.
“Rita…”
Leon derin bir nefes aldı, elini nazikçe kardeşinin başına koydu.
Parmakları onun ipeksi siyah saçlarının arasından geçti.
Rita başını kaldırdı; göz bebekleri titriyordu, alt kirpiklerinin ucunda birkaç damla yaş parlıyordu.
Leon, o bakışta bir çocuğun çaresizliğini, korkusunu ve kabullenemediği bir vedayı gördü.
“Bu…” dedi sessizce, kelimeleri dikkatle seçerek, “Babamızın kararıydı, Rita. Ne kadar istemesem de… dediğini yapmak zorundayım.”
Rita dudaklarını araladı ama ses çıkaramadı.
Leon’un parmakları hafifçe titredi, sanki o da kalmak istermiş gibi.
Koridoru dolduran sessizlik, iki kardeşin arasındaki vedayı daha da ağırlaştırdı.
Sadece uzaktan, rüzgârın getirdiği kilise çanının sesi duyuldu —
ve Leon o an, o sesle birlikte, hayatının bir döneminin kapandığını hissetti.
...
Malikanenin önünde dört güçlü atın çektiği, siyah ve kahverengi tonlarının karanlık bir uyumla iç içe geçtiği bir at arabası bekliyordu.
Leon, elindeki deri valizi arabayı süren adama uzattı. Adam sessizce başını eğip valizi koltuğun altındaki gizli bölmeye yerleştirdi. Bu sırada Leon, malikanenin kapısında onu uğurlamak için bekleyen iki kişiye —kahyası Arthur ve kız kardeşi Rita’ya— doğru döndü.
“Hemen bugün ayrılacağımı düşünmemiştim hiç,” dedi Leon, sesinde hafif bir titreme, içinde bastırılmış bir burukluk vardı.
“Ne yazık ki bunu ben bile tahmin edemezdim, genç efendim...” diye karşılık verdi Arthur, yaşlı gözlerini yere indirerek, alışkanlıkla saygı dolu bir eğilme eşliğinde.
Leon başını iki yana sallayıp, zoraki bir tebessümle onun sözlerini kesti.
“Senin suçun yok, Kahya Arthur. Bu kararı veren kişi babam.”
Sözlerinin ardından Leon’un dudaklarında sakin, ama içinde kırık bir sıcaklık taşıyan bir gülümseme belirdi. “Kız kardeşime sevgini eksik etme Arthur... lütfen. Bu, Yüce Rahip’in oğlu olarak verdiğim bir emirdir.”
Arthur’un yüzündeki çizgiler daha da derinleşti. Gözlerindeki hüzün, kelimelere sığmayan bir ağırlık taşıyordu. Bir adım attı, ellerini Leon’un omuzlarına koydu ve onu kendine çekip sıkıca sarıldı.
“Ah, çocuğum...” dedi boğuk bir sesle. “Keşke elimden bir şey gelseydi... keşke sana ve kız kardeşine sıradan bir çocukluk verebilseydim.”
Rüzgâr o an hafifçe esti. Malikanenin önündeki kuru yapraklar taş döşemede dönerek uzaklaştı.
Arthur’un yanaklarından bir damla yaş süzülürken, Leon başını kaldırıp kız kardeşine doğru yürüdü.
O an, Leon’un aklından tek bir düşünce geçti:
Keşke Rita’yla biraz daha fazla zaman geçirebilseydim.
Keşke onun gülüşünü biraz daha duyabilse, birlikte geçirdikleri o kısacık anları biraz daha uzatabilseydi.
“Keşke...” diye fısıldadı içinden. Keşke onunla bir oyun daha oynayabilseydim...
Leon dizlerini yere indirip kardeşinin önünde eğildi. Rita’nın yeşil gözleri, yağmurdan hemen önceki gökyüzü gibi hüzünle doluydu; küçük elleri titriyor, parmakları Leon’un pelerininin ucuna sıkıca tutunuyordu.
“Rita...” dedi Leon, yumuşak bir sesle.
O anda kelimeler, boğazında taş gibi düğümlendi.
Rita birden ileri atıldı, gözyaşları yanaklarından süzülürken Leon’un boynuna sarıldı.
“Neden... neden!” diye haykırdı, sesi çatallanmıştı.
“Neden gitmek zorundasın, abi! Neden sen olmak zorundasın!?”
Küçük kızın titreyen sesi, Leon’un göğsünde yankılandı. Her kelime, sanki kalbine saplanan bir iğne gibiydi.
Leon’un gözleri doldu, dudakları titredi. O an bütün cesareti, babasının verdiği emirlerin ardındaki duvarlar gibi çökmeye başladı.
Kollarını Rita’nın sırtına doladı.
“Bilmiyorum,” dedi fısıltı halinde. “Gerçekten bilmiyorum, Rita...”
Rita’nın ağlaması, sabahın sessizliğini paramparça eden tek sesti artık.
Ve Leon, o seste yalnızca bir kız kardeşin özlemini değil, kaybolan çocukluğunun yankısını da duydu.


İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı