Ryu, Blight’in dar sokaklarından çıkıp meydana adımını attığında karşılaştığı manzara, kaotik bir resimden farksızdı. Güneşin eğik ışıkları, meydanın ortasındaki dua eden kadın heykelini sarmış, bronzdan yapılmış figürü kutsal bir aura ile boyamıştı. Heykelin elleri, dua edenlerin o tanıdık teslimiyetiyle birbirine kenetlenmişti; yüzündeki huzur ifadesi, çevresindeki kalabalığın karmaşasına tezat oluşturuyordu.

Heykelin etrafında bir çember gibi sıralanmış satıcılar, mallarını sergileyen tezgahlarının ardında duruyorlardı. Parlak kumaşlar, taze meyveler, egzotik baharatlar ve eski savaş aletleri… Her şey meydanın üzerindeki gürültüye bir ses, bir renk katıyordu. İnsanlar, adımları ve sesleriyle meydanı bir senfoniye dönüştürmüşlerdi.

Ryu, kısa bir an duraksadı. Sarı tonlardaki gözleri meydanın etrafını tararken, yüzünde düşünceli bir ifade vardı. Esen rüzgar, saçlarını hafifçe dalgalandırırken kulaklarına yankılanan sesler, gitgide daha belirginleşiyordu. Kafasının içinde dolaşan bu sesler, ona bir zamanlar rahatsız edici gelen o gürültüyü andırıyordu, ama artık sanki onun bir parçası olmuş gibiydi.

Kısa bir süre gözlerini kapattı. Rüzgarın getirdiği baharat ve meyve kokuları, soluduğu havayı dolduruyordu. Derin bir nefes aldı, ardından mırıldandı:

"Bugün… En azından bir şeyler çalsam iyi olacak," dedi kendine. Sesi alçak ve kararlıydı. "Hiç değilse bu gece aç uyumam." Birkaç saniye duraksayıp düşüncelerini toparladıktan sonra ekledi: "Ve o silüetler... Belki de onlar hakkında bir şeyleri kütüphanede bulabilirim."

Bu düşüncelerle birlikte, meydandaki kalabalığa doğru adım attı. Rüzgar, tişörtünü hafifçe savururken sesler daha da netleşti. İnsanların mırıltıları, öfkeleri ve neşeleri, bir akarsu gibi zihnine doluyordu:

"Nasıl olur da bu 50 bronz sikke eder?!"

"Anne, lütfen! Şeker alabilir miyiz?"

"Duydun mu? Dünkü adamı yakalayıp hemen infaz etmişler!"

Ryu, yavaş adımlarla meydanın karmaşasına karışırken kendi içinde bir huzursuzluk hissediyordu. İnsanların seslerini yalnızca duyduğunu değil, aynı zamanda anlamaya başladığını fark etti. Sadece kelimeleri değil, ses tonlarının ardındaki duyguları da hissedebiliyordu. Öfke, mutluluk, korku... Tüm bu duygular, meydanın yankılanan duvarlarında birer yankı gibi zihninde çarpışıyordu.

"O olaydan sonra, gözlerim ve duyularım tamamen değişti. Gözlerim eskisine göre daha da net bir şekilde görüyor ve hislerimde sanki vahşi bir hayvanın hisleri gibi hareket ediyor. Buna bir isim vermem gerekseydi büyük ihtimal Panter olurdu ve nedense çok havalı geliyor" yüzündeki hafif gülümsemeyle beraber içinden konuşma devam etti Ryu. "Ama hala başım ağrıyor, bi türlü geçmek bilmedi şu lanet olası ağrı"

Ryu, başındaki ağrıyı hafifletmek için elini şakaklarına götürdü. Kalabalığın uğultusu, zihninde yankılanan bir davul gibi sürekli artıyordu. İnsanların ne dediğini anlamaya çalışmaktan vazgeçtiği bir anda, meydanın bir köşesinden yükselen bir bağırış dikkatini çekti.

"Hırsız! Yakalayın şu çocuğu!"

Bir satıcının öfkeli sesi, meydandaki kaotik seslerin arasından sıyrılarak kulaklarına ulaştı. Kalabalık bir anda hareketlenmiş, insanlar sesin geldiği yöne dönmüştü. Ryu’nun gözleri, çığlığın kaynağını ararken meydanın karşısında hızla kaçan küçük bir çocuğu fark etti. Çocuğun ince yapısı ve yırtık pırtık kıyafetleri, Ryu’nun kendisini tanımasına yetmişti; Blight’ın kenar mahallelerinden biriydi bu çocuk, tıpkı kendisi gibi hayatta kalmaya çalışan biri.

"Şu satıcılar ne zaman bir şeyi fazla ciddiye almamayı öğrenecekler acaba?" diye iç çekti Ryu.

Çocuk, insanların arasından kıvrak bir şekilde geçerek dar bir ara sokağa yönelirken, peşinden koşan birkaç iri yarı adam ona ulaşmaya çalışıyordu. Ryu, bir an tereddüt etti. "Bu benim işim değil" diye düşündü ama kalbinin derinlerinde bir yer, onu durduruyordu. O çocuğun yerinde bir zamanlar kendisinin olduğunu hatırladı.

"Öf, siktir" diye mırıldandı ve iç çekerek kalabalığın içine doğru ilerlemeye başladı.

Ryu, dar bir nefes alıp düşüncelerini susturmaya çalışırken, içgüdüsel bir şekilde çocuğun peşinden gitmek için harekete geçti. Kalabalığın arasında kayarcasına ilerlerken, gözleri hâlâ ara sokağın karanlığına doğru koşan çocuğu takip ediyordu. Rüzgar bir kez daha esip saçlarını savurduğunda, kendi kendine mırıldandı:

"Bu işin bana bir faydası dokunmayacak, biliyorum. Ama o çocuğu öyle bırakamam... Ha! Bekle ben ne ara yufka yürekli biri oldum?!"

Ryu kafasını sallayarak şimdilik bu düşünceleri erteledi ve ilerlemeye devam etti

Peşinden gelen bağırışlar ve yere çarpan ağır adımlar, meydanın gürültüsünü gölgede bırakmıştı. Çocuğu kovalayan adamlardan biri, kalabalığı yararak geçtiği sırada yere düşen birkaç meyve tezgahı insanları öfkeyle kükremeye itmişti. Ama Ryu, bu kargaşanın bir parçası olmayı reddederek çevik adımlarla kenardan ilerliyordu.

Çocuk, ara sokağın karanlığına girmişti. Ryu da hemen ardından sokak lambalarının loş ışıklarının bile ulaşamadığı bu dar geçide adım attı. Sokak, keskin bir rutubet ve çürük koku taşıyordu. Taş duvarlar sıvaya gömülmüş, karanlık köşeler tehditkâr bir sessizlikle doluydu. Çocuğun hızla uzaklaşan ayak seslerini takip ederken, Ryu'nun başındaki ağrı tekrar kendini hissettirdi.

"Yine o lanet olası his," diye homurdandı. Şakaklarındaki ağrı, çevresindeki seslerin ve kokuların daha da keskinleşmesine neden oluyordu. Duvardan yankılanan ayak sesleri, aniden durmuştu.

Ryu duraksadı ve gözleri karanlığa alışırken dikkatini toplamaya çalıştı. O an, çocuğun kaçışını kesmek için birilerinin harekete geçtiğini fark etti. İlerideki karanlık, sanki bir anda ağırlaşmıştı. Sokaktan gelen ince, tedirgin bir nefes sesi, Ryu’nun tüylerini diken diken etti.

Çocuk, dar bir köşede sıkışmış olmalıydı. Ancak sorun yalnızca bu değildi. Çocuğun üzerine doğru eğilmiş, neredeyse tamamen siyaha bürünmüş bir silüet fark etti Ryu. Gözleri aniden büyümeye başladı nedensizce.

Karanlık sokak, neredeyse nefes almayı bile zorlaştıran bir ağırlıkla doluydu. Hava, sessiz bir tehdit gibi göğüs kafesine çöküyordu. Sokak lambalarının zayıf ışıkları, taş duvarlara düşen uzun gölgeler yaratıyor, her köşe birer bilinmezlik karanlığına bürünüyordu. Ryu’nun gözleri, loş ışığın altında hareket eden figüre odaklanmıştı.

O silüet, gölgelerden sıyrılarak meydan okurcasına belirdi. Uzun, yere kadar uzanan siyah bir paltosu vardı; paltonun etekleri her adımda dalgalanıyor, sanki karanlık da onun bir parçasıymış gibi hareket ediyordu. Kafasındaki geniş kenarlı şapka, yüzünü gölgede bırakıyordu, ama gölgeler bile o gözleri saklayamıyordu. Sarı gözler.

Bu gözler insan değildi. Öyle parlak, öyle keskin bakıyordu ki, bir an için bu dünyaya ait olmadıklarını düşünmek kaçınılmazdı. Derinlere işleyen, adeta bir yargıç gibi karşısındakinin ruhunu didikleyen bu bakışlar, hem hipnotik hem de korkutucuydu.

Ryu’nun nefesi sıklaştı. “Sarı gözler mi?” diye mırıldandı, sesi rüzgarın fısıltısına karışarak yok oldu. Bu gözler... tanıdık bir dehşeti çağrıştırıyordu. Ama neydi? Zihninin bir köşesinde beliren bu his, sisli bir hatıraya benziyordu. Ne kadar zorlamaya çalışsa da bu görüntüyü netleştiremiyordu.

Silüetin yaydığı aura, sokaktaki havayı değiştirmişti. Görünmeyen bir baskı her yana yayılıyor, duvarlar bile sanki bu yükü taşımakta zorlanıyormuş gibi titriyordu. Duvara yaslanmış, gözyaşları içinde yere çökmüş küçük çocuk, o baskıyı en ağır şekilde hissediyordu. Çocuğun ince yapısı, titreyen omuzlarıyla daha da küçük görünüyordu. Gözleri boş, bedeni taş kesilmiş gibiydi; sanki bu varlığın önünde ruhu bedenini terk etmişti.

Silüet durdu. Başını hafifçe eğdi ve derin, uğursuz bir sesle konuştu.

“O saat nerede?”

Bu ses... sadece kelimeler değil, bir yıkım dalgasıydı. Taş duvarlarda yankılanan bu kelimeler, soğuk bıçaklar gibi etrafa saçılıyordu. Silüetin sesi, insanın iliklerine işleyen bir soğuklukla doluydu. Bu, bir tehditten fazlasıydı; bir hüküm, kaçınılmaz bir sondu.

Çocuk, titreyen dudaklarıyla bir şeyler söylemeye çalıştı. “S-saat mi?” diye mırıldandı, ama sesinin tonunda hayatın en ufak bir kırıntısı bile yoktu. Korku, tüm varlığını ele geçirmişti. Silüetin yaydığı karanlık, onu yutmaya hazırlanan bir girdap gibiydi.

Ryu, duvarın arkasına yaslanmış, gölgelerin içinde kendini mümkün olduğunca saklamaya çalışıyordu. Ama orada dururken bile üzerindeki baskı hissediliyordu. Hava yoğunlaşmış, neredeyse elle tutulabilir hale gelmişti. Sessizlik, gölgeler kadar boğucuydu. Tek duyduğu, birkaç metre ötesinde korkuyla soluğu kesilmiş bir çocuğun nefesiydi.

Silüet bir adım daha atarak çocuğun önünde dikildi. Uzun paltosu hareket ettikçe, karanlık sanki onunla birlikte akıyordu. Şapkanın altındaki gölgelerden sarı gözler parladı; soğuk, acımasız ve tehditkar.

“O saat nerede?” diye tekrarladı Silüet, sesi bu kez daha düşük ama daha keskin bir tonda. Bu ses, sanki birisinin boğazına bıçak dayamış gibi rahatsız ediciydi.

Çocuk, boğazından hırıltılı bir ses çıkardı, kelimeleri toparlayamıyordu. Gözleri Silüet’e bakıyor, ama iradesi tamamen çökmüştü. “Be-ben... saatten... habersizim,” diye inleyebildi sonunda.

Silüet yavaşça başını eğdi, çocuğun yüzüne daha yakın bir noktaya geldi. Sesi bir fısıltı gibi çıktı ama etrafı yankıladı:
“Habersiz mi? Yalan söyleme. Yalanın kokusunu alabilirim, çocuk.”

Çocuğun titremesi daha da arttı. Silüet elini uzatarak çocuğun omzuna dokundu. Ama bu, bir teselli hareketi değildi; aksine, bu dokunuş sanki ölümün soğuk eli gibiydi. Çocuğun gözleri yaşlarla dolarken, Silüet başını yana eğdi ve hafifçe güldü. Bu gülüş, insani bir eğlenceden çok, bir avcının avıyla oynadığı bir anı andırıyordu.

“Eğer saatten habersizsen, neden korkuyorsun? Belki de bunu açıklamalısın,” dedi Silüet, sesi derin bir alayla doluydu. Elini çocuğun omzundan çekip yere bıraktı, ama o aura çocuğun üzerinde kalmaya devam etti.

Çocuk, zorlukla nefes alarak, “Be-belki başkası aldı... Be-belki onu bulabiliriz size yardımda ederim! Lütfen öldürmeyin beni efendim!” diye kekeledi.

Silüet bir an sessiz kaldı. Ardından, ani bir hareketle çocuğun yüzüne doğru eğildi. Sarı gözler tam karşısındaydı. “Oh, o kadar fazlamı korkutuyorum seni? Ve onu bulabilmek için yardımmı edceksin?” dedi, her kelime adeta bir bıçak gibi çocuğun korkusunu daha da derinleştiriyordu. “Hey velet...” diye devam etti ve bir anda çocuğun boğazını sımsıkı kavrayarak "Bunu niye benim sikimde olsun?" dedi. Çocuk boğazındaki acı onun acı dolu gözyaşlarına engel olamıyordu. "Diyelim saati çalmadın niye seni serbest bırakmam lazım? Sizin gibi haşereleri niye hayatta tutmam gerek? Gözlerindeki ışık daha da keskinleşti. “Sizin var olmanız bile benim için sorun anlıyormusun" alaycı bir ses tonuyla konuştu.

Çocuk adeta kendinden geçmişti, ölüm ile adeta yüz yüze gelmişti. Silüet hala çocuğun boğazını tutarken, çocuk acı dolu sesiyle zar zor bağırıyordu. "Kurtarın beni! Lütfen biri kurtarsın" bağırırken korku dolu ağlamasına engel olamıyordu, ağlaması yüzünde dediği seyler boğuk bir ses tonuyla çıkıyordu.

Bu kelimeler, Ryu’nun içini titretti. Kendi nefesi kesilmişti, çocuğu o halde bırakmak istemiyordu ama bir yandan yardım ederse hayatına mal olması düşüncesi vücudunu titretirmeye neden oluyordu. Silüet’in bu kadar soğukkanlı ve kesin olması, ona karşı koymayı imkansız gibi hissettiriyordu.

“Bir saat... nasıl bir saat, bir çocuğa bu kadar korku yaşatabilir?” Düşünceleri hızla dönmeye başladı. “Eğer bu saat, düşündüğüm şeyse...” Ancak daha sözlerini tamamlayamadan, içinden yükselen bir korku dalgası her şeyi bastırdı.

Birden, zihninde bir görüntü belirdi. Pazarda yaşanan kaotik bir an. Birkaç gün önce, kalabalığın arasında gördüğü o silüet. Siyah uzun bir palto. Flört bir şapka. Ve en önemlisi, o gözler. Sarı gözler, parlayan ve insanın ruhuna işleyen o gözler.

O silüetlerin yanına ışınlandığı zaman duyduğu konuşmalar.

"Kara Panterin saatini cidden çalmış mı bu çocuk?"

Hepsi aniden gözlerinin önünde geçmeye başladı. Kalbi hızla atmaya ve vücudunda soğuk terler akmaya başladı, etrafını sara ölüm korkusuyla kekeleyerek konuşmaya başladı.

"Ka-kara Panter?"




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu