Ryu, ağır ahşap kapının menteşelerinin çıkardığı gıcırdamayla dükkândan adımını attı. Ardı sıra kapanan kapı, bir yargıcın tokmağı gibi gürültüyle çarparak arkasında bir şeylerin kesinlikle bittiğini ima ediyordu. Gözlerini kısarak, sokağın soluk sarı ışığına alışmaya çalıştı. Elindeki cep saatine sıkıca tutunuyordu; fakat bu, bir zafer kazananın değil, bilinmez bir yükün ağırlığını taşıyan birinin tutuşuydu.
Dükkânın içinde ise antikacı, olduğu yerde kalmış, kapının kapanışıyla birlikte yüzünde yavaşça yayılan bir gülümsemeyle hareketsiz duruyordu. Ortamdaki eski tahta zemin, onun ayaklarının ağırlığını hisseder gibi hafifçe gıcırdadı. Antikacı, ellerini yavaşça sırtının arkasında birleştirdi, sanki her şeyi mükemmel bir şekilde planlamış bir kuklacı gibi.
Gözleri, dükkânın karanlık köşelerine doğru gezindi. Yüzü kasvetliydi, ama gözlerinde bir zafer ışıltısı vardı. İçinde yükselen tatmin duygusunu bastırmaya gerek duymadan fısıldadı:
"Bir çocuk… Bir çocuk. Bu kadar kolay kandıramayacağımı kendim bile inanamadım."
Sesi, sanki havaya asılı kalmış bir gölge gibi dükkânın duvarlarına çarpıp geri döndü. Parmakları, tezgâhın altındaki gizli bölmeye uzandı. Tozlanmış, çatlamış, kırmızı rengindeki bir çevirmeli telefonun soğuk yüzeyine dokunduğunda, parmak uçlarında hafif bir ürperti hissetti. Telefon, yılların ağırlığıyla metalik bir tını çıkararak yerinden kalktı. Her bir numarayı çevirirken çıkan tıkırtı, boş dükkânda yankılanıyordu.
Hattın diğer ucundan gelen ilk ses, derin ve boğuk bir nefesti. Ardından, gecenin en soğuk rüzgârından bile ürpertici bir ses yankılandı:
"Konuş."
Antikacının alnından terler süzülmeye başladı. Parmakları telefonun kenarını sıkıca kavradı, sanki telefonu bırakırsa ses onu çekip alacakmış gibi. Boğazındaki düğümü yutkunmaya çalışarak konuştu:
"Galiba bahsettiğin saat ile ilgili bişeyler bulmuş olabilirim. Küçük bir veledin elindeydi."
Ses, yanıt vermeden önce uzun bir süre sustu. Antikacı, telefon hattındaki sessizliği dinlerken, kendi kalp atışlarının düzensiz yankısını hissedebiliyordu. Sonunda, ses geri döndü.
"Takip et."
Telefon bir klik sesiyle kapandı. Antikacının elinden düşmek üzereydi. Ter içinde kalan bedeni, dükkânın karanlığına gömüldü. Gözleri, rafların arasında duran, karanlık bir gölge gibi duran kutuya dikildi. Ter içinde kalan yüzü aniden gülümsemeye başladı. "Sonunda başlayacak"
...
Ryu, iki çöp konteynerinin arasında gizlenmiş barınağına ulaştığında, gecenin karanlığı adeta bir yaratık gibi üzerine çöküyordu. Şehrin gri dokusu, geceye yayılan yağmurun ardından daha da solgun görünüyordu. Hava ağır ve kasvetliydi; bulutlar gökyüzünü tamamen kaplamış, şehir ışıkları gölgeler arasında kaybolmuştu. Ahşap kaplamaları kenara iterek içeri girdi. Barınağın karanlığı, dışarının kasvetini bile gölgede bırakıyordu.
İçeri girer girmez burnuna keskin bir rutubet ve çürümüş tahta kokusu doldu. Barınağın içi, hayatta kalma çabasının zoraki bir eseri gibiydi. Zemin, yer yer çamur ve taşlarla kaplanmış, üzerine serilmiş ince bir örtüyle gizlenmeye çalışılmıştı. Tahtalar rüzgârın her esişinde inliyor, sanki anında çökecekmiş gibi sallanıyordu. Tüm bunlara eşlik eden soğuk, iliklerine kadar işliyordu.
Ryu, yorgun bedenini köşedeki örtünün üzerine bıraktı. Soğuğa alışmaya çalışırken derin bir nefes aldı. Ellerini ceketinin cebine götürdü ve orada sakladığı eski cep saatini çıkardı. O an, odanın karanlığına yeni bir ağırlık eklendi. Saatin metal yüzeyi, barınağın loş ışığında parlıyor, ama bu parlaklık bir huzur değil, bir tehdit gibi görünüyordu.
Ryu, “Lanet olsun. Boş bir heves uğruna aldım şu şeyi,” diye homurdandı, ama saatten gözlerini alamıyordu. Parmakları saatin pürüzsüz yüzeyinde dolaşırken, içinden gelen bir huzursuzluk hissi boynuna dolanmış bir yılan gibi sıkıyordu onu.
Saatin kapağını yavaşça açtı. İçeride duran dişliler hareketsizdi, ama sanki bir göz onları izliyormuş gibi bir his vardı. Tam saatin detaylarını incelerken, parmağı tahtanın üzerine yanlışlıkla çarptı ve ince bir kesik oluştu. Küçük bir kan damlası, saatin camına doğru yuvarlandı.
“Ah! Buda ne!"diye bağırdı.
"Tch, bugün şansız günüm galiba" diye düşündü Ryu. Gözlerini tekrardan saate çevirdi.
Saatin camına düşen kan damlası, bir dalganın göle çarpması gibi sessiz bir etki yarattı.
Tik! Tak! Tik! Tak!
Dişliler bir anda tiz bir iniltiyle dönmeye başladı. Odayı saran rüzgâr, barınağın çatısını sallıyor, tahtaların arasında ince bir uğultu oluşturuyordu. Ryu, saati bırakmak istedi, ama elleri ona yapışmış gibi hissediyordu. Ne kadar çırpınsa da parmakları gevşemiyordu.
Etrafını bir anda bir sis sardı. Önce barınağın köşelerinden süzüldü, sonra yavaş yavaş yoğunlaşarak tüm görüşünü kapladı. Barınağın soğuk ve karanlık atmosferi, bu yoğun gri içinde kayboldu. Sis, etrafında adeta bir duvar gibi yükseldi. Nefesi sıkıştı; derin bir karanlık göğsünü sıkıştırıyordu.
“Ne oluyor?!” diye haykırdı, ama sesi boşlukta yankılanmadan kayboldu.
Gözlerini sıkıca kapattı. Sislerin içinde garip bir enerji hissetti. Parmak uçlarından tüm bedenine yayılan bir soğukluk, onu ele geçirmeye çalışıyordu.
"Neler oluyor!? Hiç bişey göremiyorum!" Ryu sorgulamaya başladı
"Kaçırıldımmı yoksa?" Ryu düşünmeden edemiyordu.
Ryu gözlerini açtığında, etrafını saran karanlık o kadar yoğun ve boğucuydu ki nefes almak bile güçleşmişti. Gözlerini ovuşturdu, ancak görüşü hâlâ sisin içinde kaybolmuş gibiydi. Hafif bir nem yüzüne vuruyor, tenine yapışıyordu. Zemin, çıplak ayaklarının altında soğuk ve pürüzsüzdü; adeta taş değil de donmuş bir gölün yüzeyi gibi ürpertici bir his veriyordu.
"Burası da neresi?" kendi kendine sordu Ryu. Etrafına hızlıca göz gezdirirken yavaş adımlarla ilerlemeye çalışıyordu.
Sis, hareket ediyordu. Ya da belki yaşıyordu. Her adım attığında, sisler bacaklarına dolanıyor, sanki geri çekilmek yerine onu sarmalamaya çalışıyordu. Sanki bir yaratık gibi, nefes alıp veriyor ve Ryu'nun üzerinde sinsice dolaşıyordu. Duyduğu her fısıltı, kulağına bir iğne gibi batıyor, anlamadığı dillerde yankılanan kelimeler zihnini delercesine içini ürpertiyordu.
Gözlerini kısarak ilerledi. Sislerin içinde beliren tek şey, uçsuz bucaksız karanlık bir boşluktu. Ancak adımlarını sıklaştırdığında uzağında beliren bir yapı… Hayır, bir saray. Ama bu saray bir ihtişam değil, bir kabusun hayaleti gibiydi.
"Burası neresi böyle? Aynı bir saray gibi... ama gizli bir saray." diye düşündü Ryu.
Duvarlar, sanki karanlığın ta kendisinden yapılmış gibiydi. Pürüzsüz, siyah taşlar, aralarından bir sıvı sızdırıyordu; tıpkı gözyaşları gibi, ama bu gözyaşları siyahtı ve zemine düştüğünde çürümüş bir koku yayıyordu. Üzerine oyulmuş semboller, insan zihninin kavrayamayacağı kadar karmaşıktı. Onlara bakmak bile Ryu'nun kafasını karıştırıyor, bilinçsizce bir baş ağrısı yaratıyordu.
Büyük ve ağır görünen kapılar, hiçbir güç uygulanmaksızın kendiliğinden açıldı. Kapıların arkasından yükselen gıcırtı, yalnızca bir mekanizmanın sesi değil, bir varlığın acı dolu çığlığı gibiydi. Ryu istemsizce geri adım attı.
Büyük sütunlar göğe uzanıyor gibiydi, ancak hiçbir tavan yoktu; yalnızca yukarı baktığında sanki boşluğun ta kendisi ona bakıyordu. Arada bir duyduğu sesler, hiçbir yerden gelmiyor, her yerden yankılanıyordu. Bu sesler, ruhların ağlamaları ya da lanetli bir şarkının yankıları gibiydi.
Taş zemin, Ryu'nun her adımında yankılanan bir melodi yaratıyordu; ama bu bir davulun temposu değil, bir cenaze marşıydı. Etrafındaki sis, burada daha yoğundu. Sütunların çevresini sarıyor, taş duvarları yalıyor ve sürekli hareket halindeydi. Ryu, sisin arasında kıvrılan ve gözlerini dikmiş gibi duran karanlık gölgeler gördüğünü sandı. Ama bakmak için döndüğünde hiçbir şey yoktu. Biraz daha ilerleyince geniş bir odaya denk geldi.
Tam ortada devasa yuvarlak bir masa duruyordu. Masanın yüzeyi, cilalı siyah taştan yapılmış gibi görünüyordu, ama yaklaştıkça yüzeyinde kıpırdanan bir sıvı fark etti. Ryu, bir an için bunun yalnızca taş olmadığını, yaşayan bir şey olduğunu düşündü. Masanın çevresinde altı büyük taht vardı. Her biri devasa, ürkütücü ve sanki yaşayan birer varlık gibi ona bakıyordu.
"Burası... toplanma odası gibi bişeymi yoksa?"
Ryu uzun bir süre düşündü. Buranın toplanma odası fikri tam anlamıyla uyuşuyordu.
"Burda neler dönüyor cidden? Ve ben nasıl geldim buraya?" Gözleri elindeki cep saate çevrildi "Bu saat! Parmağımdan akan kan saatin üzerine geldiğinde buraya geldim, bu saatin normal bir saat olmadığını biliyordum!" Sezgileri doğru çıkan Ryu'nun bir anlık hevesi kısa sürsede tedbiri elden bırakmaması gerektiğini çok geçmeden hatırlayıp düşünmeye çalıştı.
"Buraya bu saatle geldim, kanım saate deydiği anda beni buraya ışınladı o zaman belki geri dönmek için yine kendi kanıma ihtiyacı vardır?"
Ryu, geri dönmek için bir yol bulurken aklına saati çaldığı adam geldi.
"O adam burayamı geliyordu o zaman? diye mırıldandı. Gözleri aniden masaya odaklandı.
Ryu masaya yaklaştığında, sisler birden çekildi. Ortam bir anlığına sessizleşti, ama bu sessizlik huzur değil, tehditkâr bir gerilimle doluydu.
"Bu... histe ne böyle?" şaşkınlık ve korku içinde konuştu.
O anda karanlık, masanın çevresinde hareket etmeye başladı. Önce bir gölge… sonra bir diğeri… ve bir başkası. Beş silüet, bir anda masanın etrafında belirdi. Bunları gören Ryu'nun etrafı aniden korkuyla kaplandı "Bunlarda ne böyle?!" diye içinden bağırdı.
Silüetlerin hiçbirinin yüzü net bir şekilde görülemiyordu. Her biri derin bir gölgeden ibaretti, ancak biçimleri insanı andırıyordu. Kimi uzun ve ince, kimi geniş omuzlu ve devasa görünümlüydü. Ancak ortak olan bir şey vardı, her biri, varlıklarıyla Ryu'nun omuzlarına dağlar kadar ağırlık bindiriyordu.
"Bu güçte ne böyle!? Sadece ortaya çıkar çıkmaz bedenim ezilecek gibi" dedi Ryu.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı