Ryu, gölgelerin hüküm sürdüğü geniş bir salonda ağır adımlarla ilerlerken, ayak sesleri yankılanarak karanlığın derinliklerinde kayboluyordu. Havanın içinde asılı duran boğucu sessizlik, insanın içine işleyen bir tür baskıya dönüşmüştü. Kendi nefes alışlarını bile duyamıyor gibiydi. Gözleri, salonun merkezinde yer alan yuvarlak, siyah taş masaya kenetlenmişti. Masanın çevresinde yer alan tahtlarda oturan figürler, sanki karanlığın içinden oyulmuş gölgeler gibi kıpırtısız duruyordu. Yüzleri net seçilemiyor, detayları bir sis perdesi ardında kaybolmuş gibiydi. Onların varlığı, bu dünyaya ait olmayan bir şeylerin yansımasıydı.
Etrafta dolanan aura, bir balyoz gibi üzerine çöküyordu. Havadaki güç dalgaları, görünmez zincirler gibi bedenini sarmış, adeta nefesini kesiyordu. Her bir saniye, bu ezici varlıkların önünde daha da küçüldüğünü hissediyordu. İçinde bilinmez bir korku ve merak, birbirine karışarak büyüyordu. "Bu kadar büyük bir baskı nasıl mümkün olabilir?"
Sessizlik aniden paramparça oldu. Yeri ve zamanı sarsan bir ses karanlıkta yankılandı:
"Sonunda herkes burada sanırım?"
Bu ses, yılların aşındıramadığı çelikten bir bıçağı andırıyordu. Sert ve net. Bu sözlerin ardından, masanın başındaki figürlerden biri alaycı bir şekilde hafifçe öne eğildi. Onun sesi, odadaki ürpertici atmosferi daha da yoğunlaştırıyordu:
"On yıl sonra tekrar buraya geleceğimi sanmıyordum, Yılan."
Başka bir figür, bu sefer daha derin ve otoriter bir tınıyla karşılık verdi. Sesi, dağların üzerinden yankılanan bir gök gürültüsünü andırıyordu:
"Aynı şekilde benim için de geçerli, Kartal."
Ryu, salonun kenarında sessizce dururken, bu yabancı figürleri anlamaya çalışıyordu. Bu insanlar... ya da varlıklar, neden hayvan isimleriyle hitap ediyorlardı? Ve neden buradaydılar? Kendi varlığını tamamen görmezden geliyor gibiydiler. Sanki Ryu, bu dünyanın bir parçası değilmiş gibi, karanlığın içinde bir gölgeydi. Ancak, bu atmosferin içinde yalnızca bir yabancı olmakla kalmıyordu. Göğsünün sıkışmasına neden olan bu güç, bedeni üzerinde fiziksel bir yük gibi hissediliyordu.
Bir anda tüm sesleri bastıran, aslan kükremesini andıran güçlü bir ses yankılandı:
"Herkes sesini kessin!"
Bu emri duyduklarında, masadaki figürlerin hepsi ellerini göğüslerine götürdüler ve aynı anda başlarını eğerek koro halinde söylediler:
"Kadim Aslan'ı selamlıyoruz."
Bu sahne karşısında Ryu’nun nefesi kesilmişti. Gözleri genişlemiş, kalbi deli gibi atıyordu. Bu insanlar neden ona böyle boyun eğiyordu? "Kadim Aslan mı? Bu isim neden bu kadar otoriter ve güçlü geliyor? Kim bu kişi?" düşünceleri zihninde yankılanırken, gözleri istemsizce tahtların arkasındaki bayraklara kaydı.
Her bir tahtın arkasında asılı duran devasa bayraklar, bu figürlerin kimliğini bir şekilde yansıtıyor gibiydi. Yılan olarak hitap edilen figürün arkasında, koyu yeşil bir zemin üzerine işlenmiş, kıvrılarak yükselen bir yılan sembolü vardı. Bu sembol, tıpkı oturan figür gibi tehlikeli ve sinsiydi. Kartal olarak adlandırılan kişinin arkasındaki bayrak, altın ipliklerle dokunmuş bir kartal figürünü taşıyordu. Kanatları açık, göğe yükselen bu kartal, yücelik ve özgürlüğün bir ifadesi gibiydi.
Ancak en ihtişamlı bayrak, Kadim Aslan’ın tahtının arkasında duruyordu. Siyah bir zemin üzerinde, beyaz bir aura ile çevrelenmiş görkemli bir aslan figürü vardı. Aslanın gözlerindeki keskinlik ve duruşundaki ihtişam, liderlik ve kudretin somut bir yansımasıydı. Bu bayrak, salondaki her şeyi domine ediyor, sanki herkesin bu figüre boyun eğmesi gerektiğini hatırlatıyordu.
Diğer bayraklarda ise sırasıyla kedi, köpekbalığı ve kara bir panterin sembolleri yer alıyordu. Ancak kara panterin bayrağı, diğerlerinden çok daha farklıydı. Sanki üzerine bir lanet işlenmiş gibi görünüyordu. Bayrağın yüzeyinden yayılan enerji, diğerlerinden daha yoğun ve tehditkârdı.
Ryu’nun bakışları, kara panter sembolünün arkasındaki tahtın boş olduğunu fark ettiğinde duraksadı. İçine bir şimşek gibi bir farkındalık düştü. "O tahtın sahibi... Kara Panter mi? Neden burada değil?"
Kartal, sessizliği bozarak konuştu:
"Kara Panter nerede?"
Yılan, alaycı bir kahkaha attı. Sesi, odadaki gerginliği daha da artırıyordu:
"Kesin bir yerlerde ölmüştür."
Kedi, hafif bir homurtuyla karşılık verdi. Başını yana eğerek Yılan’a baktı:
"Fazla kabaca bir cevap olmadı mı bu, Yılan?"
Ryu, bu diyalogları sessizce dinlerken, zihni giderek daha fazla soruyla doluyordu. Bu figürler kimdi? Burada ne yapıyorlardı? Ve Kara Panter diye adlandırdıkları kişi neden burada değildi?
Kadim Aslan’ın tok ve otoriter sesi bir kez daha yankılandı:
"Yeter! Kara Panter'in yokluğu konuşulacak bir mesele değil. Şimdi asıl meseleye odaklanalım."
Kadim Aslan’ın sözleriyle salon bir kez daha sessizliğe gömüldü.
Aslan’ın sesi, odanın karanlığını yaran bir hançer gibi yankılandı. Her kelimesi, adeta duvarları titretiyor, gölgelerin içindeki bilinmezliği derinleştiriyordu. “Bildiğiniz gibi, planımızın en önemli parçası olan Göksel Hekim’in kalıntısının yerini öğrenebildik.”
Bu kelimeler, masadaki silüetlerin içine bir yıldırım gibi düştü. Tahtlarında oturan figürler, gölgelerin ardındaki gizemli varlıklarını koruyarak bir ağızdan haykırdılar.
“Ne!?”
Sanki bu tek kelimeyle etraf kararmış, odayı çevreleyen hava daha da ağırlaşmıştı. Ryu, bu yankının etkisiyle hafifçe irkildi. Göksel Hekim... bu isim zihnine bir hançer gibi saplanmıştı. Duyduğu kelimenin ağırlığı, ona geçmişte gördüğü bir şeyi hatırlattı. Kendi kendine, neredeyse fısıltıyla konuştu:
“Göksel Hekim mi?”
Ama bu soru, sadece bir şaşkınlık değildi. Zihninin derinliklerinde, dört gün önce okuduğu o eski kitabın sayfaları tek tek canlandı. Ryu’nun yüzüne gölgeler düşerken, zihni konuşmaya başladı:
“Blight’taki kütüphanelerin yakınındaki çöplükte bulduğum eski bir kitap... İçinde halk efsanelerinden bahsediliyordu. Göksel Hekim de o hikâyelerden biriydi. Sadece kızını ve köy halkını iyileştiren basit bir hekim... Yağmacılar köyünü bastığında, masumları öldürüp her yeri yaktıklarında, kızının cansız bedenini bulunca her şey değişmiş. Kendi hayatına son vermek istemiş ama göklerden uzanan bir el ona dokunmuş...”
Ryu’nun gözleri dalgın bir şekilde masadaki silüetlere kaydı. Zihni, kitapta yazılan hikâyenin detaylarını hatırlarken, boğazına bir düğüm oturdu:
“Tanrısal bir güç bahşedilmişti ona. O güçle yağmacılara işkenceler etmiş, en karanlık acıları onların üzerinde denemişti. Ve sonra... neredeyse ölen bir yağmacıya, ‘Kadim Hap’ dediği bir şey yaratmıştı. Bu hap... ölüyü bile dirilttiği söylenen bir mucizeydi.”
Düşünceleri bir girdap gibi zihnini kuşattı. Ryu, kendi kendine mırıldandı
“Bu sadece bir halk efsanesi değil miydi?”
Sessizlik içinde yankılanan bu sözlerden sonra, Köpekbalığı lakaplı figür, Aslan’a doğru ileri eğilerek konuştu. Sesi, heyecan ve korkunun bir karışımıydı
“Ciddi misiniz?!”
Aslan, tahtında dimdik oturdu. Gölgelerin ardında kalan yüzü görünmüyordu ama etrafa yayılan karizması, sanki odadaki herkesi esir almıştı. Sağ elini yavaşça kaldırdı, işaret parmağını göğe doğrulttu. Karanlığı yaran bir tınıyla, tek bir kelime söyledi.
“İnanmıyorsanız işte kanıt"
Sözüyle birlikte, odada derin bir uğultu yükseldi. Zemin, bir canavarın iniltisi gibi titremeye başladı. Duvarlardaki çatlaklar büyüyor, gölgeler dans ediyordu. Oda, adeta karanlık bir varlığın soluğuyla dolmuş gibiydi. Ryu, hissettiği baskının altında ezilmeye başladı. Dizleri, istemsizce büküldü. Göğsüne yüklenen görünmez ağırlık, ciğerlerini sıkıştırıyordu. Fısıltıya yakın bir sesle inledi:
“Siktir... bu da ne böyle?”
Dayanacak gücü kalmayan Ryu, dizlerinin üzerine çöktü. Parmakları arasında tuttuğu eski cep saati, gevşeyen ellerinden kayıp zemine düştü. Saatin yere çarptığı anda, etrafını saran görünmez sis bir anda dağıldı. Ryu, nefes nefese kalan gözleriyle yere bakarken fısıldadı:
“Ne... ne oldu az önce? Sanki üzerimde biseyler kayboldu?”
Ama daha o düşüncelerini toparlayamadan, figürlerden biri öne eğildi. Sesi, karanlığın içinden bir tokat gibi geldi:
“Bu da kim böyle!?”
Ryu, ürpertiyle kafasını kaldırdı. Gözlerini masadaki figürlere çevirdi. Gölgelerin ardındaki gözler, sanki onu delip geçen bir ışık gibi parlıyordu. Baskı, fiziksel olmanın ötesine geçmiş, ruhuna işleyen bir ağırlığa dönüşmüştü. Gözlerinin etrafını çevreleyen korku, içindeki çığlıkları susturuyordu.
Bir anlığına odanın sessizliği boğazına dolandı. Gölgeler kalınlaştı, oda karanlık bir uçurumun derinliklerine gömülüyormuş gibiydi. Ryu, sadece bir fısıltıyla bu dehşeti izlemekten başka bir şey yapamıyordu.
Ryu’nun dizleri titrerken ağzından dökülen kelimeler boğuk ve kesik kesik çıkıyordu. Gözleri, masadaki figürlerin parlak gözlerine kilitlenmişti; korku, bedenini esir almıştı. Yutkunmaya çalıştı, ama boğazındaki düğüm çözülmek bilmiyordu. Ağzını açtı, fakat bir kelime dahi çıkaramadan titremeye başladı.
“Be-ben... b-ben sadece…”
Ryu’nun sesi titrek ve boğuktu. Dizleri, baskıya dayanamayarak daha da güçsüzleşti. Göğsündeki ağırlık, ruhunu sıkıştırıyordu. Gözleri bir an yere düştü; yerdeki eski cep saatine takıldı. Saat, üzerindeki çiziklere rağmen hala bir şekilde mistik bir aura yayıyordu.
Masadaki en büyük figür, Aslan, aniden doğruldu. Gölgelerin ardındaki silüeti, tehditkâr bir kudretle doluydu. Parlayan gözleri, bir anda Ryu’nun ellerinden kayıp yere düşen saate kilitlendi. Odadaki hava, görünmez bir el tarafından sıkıştırılıyormuş gibi daha da ağırlaştı. Aslan’ın sesi, gök gürültüsünü andırıyordu:
“Bu saat… Kara Panter’in saati mi?”
Ryu, bu kelimelerle adeta iliklerine kadar dondu. Aslan, ani bir hareketle tahtından kalktı. Saray, bu hareketle sarsılmış gibi görünüyordu; sanki kendisi de Aslan’ın öfkesine boyun eğiyordu. Elini hızla masaya vurduğunda çıkan yankı, duvarlardaki çatlakları derinleştirirken figürlerin oturduğu tahtları bile titretti.
“Nerede buldun onu?!” diye gürledi Aslan. Bu ses, bir insanın ciğerlerinden çıkabilecek bir çığlıktan çok daha fazlasını taşıyordu; bir otorite, bir tanrının öfkesi gibiydi.
Ryu, gözlerini yere dikti, ama bu sadece korkusunu artırdı. Baskı, artık bedenini değil, ruhunu eziyordu. Kendini tamamen yere yapışmış buldu; dizleri ve avuçları sert zemine gömülmüş gibiydi. Aslan’ın her kelimesi, odanın içindeki havayı daha da ağırlaştırıyordu.
Aslan, öfkeyle adım attı, zemindeki her adımı yankılanıyordu. Gözleri, sanki yüreklere dokunan bir mızrak gibiydi. Elleri yumruk olmuş, öfkesi kontrolsüz bir enerji yayıyordu. Yavaşça Ryu’ya doğru eğildi.
“Kara Panter’in saati… Demek ki onun pasif yeteneğiyle gizleniyordun. Bunca zamandır her konuşmamızı duydun, değil mi?”
Bu sözler Ryu’nun kalbine bir hançer gibi saplandı. “Ne... hayır! Ben... sadece buldum! Bilmiyordum!” diye bağırmak istedi, ama boğazından çıkan tek şey boğuk bir iniltiydi.
Aslan, sağ elini yavaşça havaya kaldırdı. Bu hareket, odanın içindeki gölgeleri harekete geçirdi. Hava, adeta bir girdaba dönüşmüş gibiydi; Ryu, sanki görünmez zincirlerle yere bağlanmıştı. Elleri, ayakları, hatta nefesi bile ona ihanet etmişti. Baskı, kemiklerini parçalayacak kadar güçlüydü.
Ryu, korkudan boğulacak gibiydi. Yavaşça kafasını kaldırdı; Aslan’ın gölgelerin içinde parlayan gözleri, ölümün kendisi gibi bakıyordu. O an, Ryu bir şeyi fark etti: Bu sadece bir öfke değildi. Bu, gerçek bir tehdit, kaçamayacağı bir kaderdi.
Aslan’ın sesi bir kez daha yükseldi, ama bu kez bir emirdi. Kelimeleri, etrafındaki havayı bile kontrol ediyormuş gibi yankılandı:
“Şimdi konuş! Kara Panter’in izini taşıyan o saatle buraya nasıl geldin?!”
Saray, bir kez daha sarsıldı. Gölgeler dans ediyor, odayı çevreleyen duvarlar birer tutsak gibi inliyordu. Ryu, zihnindeki tüm düşüncelerin ağır baskı altında eridiğini hissediyordu. Dudakları titredi. Konuşmak zorundaydı, ama hangi kelimeleri seçeceğini bile bilmiyordu. Gözleri karardı, ama bir şey biliyordu: Eğer konuşmazsa, burada ruhuyla birlikte yok olacaktı.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı