Bir an gözlerini kapattı ve saatle daha fazla bilgi bulabileceği bir yer düşündü. Antikacı... Elbette, bu saatin değerini bir antikacı bilebilirdi. Ancak aynı anda, içindeki kuşku onu sıkıştırmaya başladı. "Ya beni kandırmaya çalışırsa?" diye düşündü. Sokaklarda büyüyen biri olarak, bu gibi dolandırıcılık girişimlerine aşinaydı.

Parmakları hala saati tutarken, göz kapakları birden ağırlaşmaya başladı. Vücudu, kaçışın yorgunluğuyla baş edemez hale geldi. "Biraz... dinlenmeliyim" diye mırıldandı ama bu cümlenin sonunu getiremeden başını duvara yasladı ve gözleri istemsizce kapandı.

...

Ryu, gözlerini açtığında, gökyüzü kararmıştı. Sokak lambaların solgun sarı ışıkları, sokağın çürümüş duvarlarını aydınlatıyordu. Gözlerini ovuşturup ayağa kalktı, titrek bir nefes aldı. Zihnindeki sis dağılırken, çevresine hızlıca göz attı.

"Bu kadar hızlımı geçmiş zaman?" diye kendi kendine söylendi. Cebindeki saate tekrar dokundu ve bur bir an duraksadı. "Siktir! Hemen gitmeliyim!" diye bağırdı. Yorgunluğuna rağmen hızlıca toparlanıp antikacıya doğru yola koyuldu.

Ryu, sokağın karanlık derinliklerinden çıkıp ana caddelere yöneldi. Loş ışıkların aydınlattığı taş yolları yorgun ayaklarının altında hafif bir yankı bırakıyordu. Hava, gündüzden kalan bir nem ve pislik karışımıyla doluydu. Duvarlardan akan su, yerde küçük birikintiler oluşturmuştu ve bu suya düşen her adım bir yankı gibi sokağa yayıldı.
Etraf, kentin gece yüzünü gözler önüne seriyordu. Sokaklarda parıldayan lambalar, sarı ve solgun bir ışık yayıyordu. Yarı açık pencerelerden yükselen alçak sesli sohbetler, kahkalar ve bazende boğuk bir tartışma yankılanıyordu. Gökyüzü tamamen karanlıktı; yıldızlar, kentin üstüne çöken kirli hava tabakası tarafından gizlenmişti.

Dar yollar boyunca sıralanmış dükkanların vitrinleri, içeride sergilenen zenginliklerin aksine, dışında derme çatma bir sefalet yansıtıyordu. Kuyumcu, kumaşçılar, tütsücüler. Hepsinin vitrinleri, neredeyse zenginliğin bir aldatmacası gibiydi. Birkaç yerden hala müşteri çekmeye çalışılıyordu. Sokağın daha tenha köşelerinde, duvar diplerinde titreyen bir mum ışığı altında diz çökmüş bir adam, belki de açlıktan kıvranıyordu. Genç bir çocuk, bir köşede bakımsız saçları ve yırtık kıyafetleriyle uzaktan Ryu'ya bakıyor, ama bir şey söylemiyordu.

Ryu, bunların hiçbirini aldırmadan adımlarını hızlandırdı. Bu manzaralar onun için yeni değildi. Sokaklarda büyümüş birisi olarak, zenginlik ve sefalet arasındaki bu keskin zıtlığı her zaman görmüştü. Ancak her adımda içinde büyüyen bir his vardı. Saatin ağırlığı, sadece fiziksel değil, aynı zamanda zihinsel bir yük haline gelmişti.

Bir noktada, bir grup sarhoşun kahkası dikkatini çekti Köşede bir tavernadan çıkan adamlar, ayakta durmakta zorlanarak birbirine yaşlanıyor, anlamsız şeyler mırıldanıyordu. Birinin elindeki bir şişe yere düştü ve kırılan camın sesi geceyi doldurdu. Ryu, bu gürültünün dikkat çekebileceği düşüncesiyle hemen yolunu değiştirdi.

"Antikacıya bir an önce varmam gerek" diye düşündü. Zihni, saatin değerini ve potansiyel sırlarını çözmeye odaklanmıştı.

Bir köşeye dönüp daha dar bir sokağa girdi. Burada işler daha da karanlıktı. İleride, duvara yaşlanmış yaşlı bir adam, ellerinde eski bir mendille yüzünü siliyordu. Yanındaki küçük bir taburenin üstüne dizilmiş bozuk paralar vardı. Adam, Ryu'nun geçtiğini fark etsede bakışları umutsuz bir boşlukta dalıp gitmişti.

Biraz ilerde, eski bir çeşme vardı. Çeşmenin taşları yosun tutmuştu ve içindeki su, neredeyse siyaha dönmüştü. Yanında duran kadın, elimdeki bakır kovayı dikkatlice dolduruyordu. Göz göze geldiklerinde kadın, bir an için Ryu'ya bakıp başını eğdi.

"Bu şehir" diye mırıldandı Ryu, kendine engel olamadan. "İçinde umut taşımayanların mezarı gibi"

Ryu, karanlık ve kaotik ara sokaklardan çıkıp daha geniş bir alana ulaştığında, buranın diğerleriyle kıyasla bir nebze daha düzenli olduğunu fark etti. Ancak bu düzen, fakirlik ve yoksulluğun gri perdeyle kapladığı bir gösterişten ibaretti. Sokaklar hala taş döşemeyle kaplıydı, ama çatlaklar ve eğrilikler diğer yerlere göre daha azdı. Bu fark, burayı "Daha iyi bir yer" olarak göstermeye yetiyordu.

Sağlı sollu sıralanmış evlerin taş duvarları, sert ve sağlam bir görünüm sunsada üzerindeki çatlaklar ve kirli yüzeyler, zamana ve ihmal edilmişliğe teslim olmuştu. Camları kirden o paslanmış pencerelerin ardında zayıf ışıklar titriyordu. Bazı evlerin kapıları, açılmamak üzere kilitlenmiş gibiydi, diğerlerin ise ardına kadar açık oluştu, içeride yaşayanların umursamazlığını yada çaresizliğini gösteriyordu.

Sokağın ortasına yerleştirilmiş bir kaç eski tezgah dikkat çekiyordu. Çeşit çeşit ıvır zıvır, kumaş parçaları ve birkaç bayat ekmek satmaya çalışan esnaf, gözleriyle çevrede dolaşan herkesin üzerinde birer potansiyel müşteri gibi dolaşıyordu.
İlerde, bir grup çocuk yere oturmuş taşlarla ilkel bir oyun oynuyordu. Çocukların yüzleri, yaşamın acımasız koşullarından bağımsız gibi görünen saf bir neşe taşıyordu. Ama üzerlerindeki eski, yamalı kıyafetler ve çıplak ayakları, bu neşenin arkasında gizlenmiş çaresizliği ele veriyordu. Bir çocuğun sesi yükseldi:

"Hayır, sıradaki benim! Sen az önce oynadın!"

Diğerleri kahkalarla cevap verdi. Bu kahkalar, sokaktaki gri havayı bir an için dağıtsada Ryu'nun zihninde yankılanan gerçekleri değiştiremezdi.

Biraz ilerde, taş bir duvara yaşlanmış yaşlı bir kadın dikkatini çekti. Kadının elindeki küçük torba, içinde bir kaç parça kuru ekmek taşıyor gibiydi. Uzun, yıpranmış eteği yerde sürünüyor, yüzü yılların yorgunluğuyla buruşmuştu. Kadın, Ryu'nun yanında geçerken başını çevirip ona baktı. Ryu bakışlarından bir şey anlamaya çalışsada kadın hemen başını eğip yoluna devam etti.

Etraftaki yaşam, her köşede yoksulluğu hissetirsede, Ryu buranın görece "daha iyi" olduğunu düşünmeden edemedi. "Blight'in geneli sefalet içinde yüzüyorsa, burasıda onun yüzeydeki en az çamurlu yerdi" Ama bunun Ryu için bir anlamı yoktu.

Dar sokakların sonunda, soluk bir tabelayla işaretlenmiş küçük bir dükkan gördü. Tabelada, nerdeyse silinmiş altın harflerle "Altın Çağ Antikacısı" yazıyordu. Tabelanın eksikliği ve antikacı ismindeki iddea, zıt bir tezat oluşturuyordu. Ama Ryu'nun umurunda değildi. Birkaç tereddütten sonra dükkana doğru ilerledi.

Altın Çağ Antikacısı'na adım atan Ryu, kapının üzerinde asılı çanın tiz sesiyle irkildi. İçeri adım atar atmaz burnuna kesif bir rutubet ve toz kokusu doldu. Loş ışık altında, dükkanın dört bir yanını dolduran eşyalara göz gezdirdi. Eski kemikler, paslı miğferler, çatlamış tablolar ve rengi solmuş kitaplar dikkat çekiyordu. Rafların arasındaki bir zamanlar ihtişamlı olduğu anlaşılan ama artık bakımsızlıktan köhnemiş bir zırh duruyordu. Zırhın göğsüne kazınmış semboller artık okunamayacak kadar silinmişti. Duvarlardan sarkan, anlamını yitirmiş eski haritaları ve rulo halinde sarılmış parşömenler dükkanın kaotik havasını daha da artırıyordu.

Tezgahın arkasında kilolu, altmışlı yaşlarında bir adam duruyordu. Kel kafası, loş ışıkta yağ gibi parlıyordu ve burnunun ucuna düşmüş yuvarlak gözlüklerini sürekli yukarı itiyordu. Adamın yüzü, bir yılan kine benzer bir soğukkanlık taşıyordu.

Ryu, ağır adımlarla tezgaha yaklaştı. Yaşlı adam, başını kaldırmadan elimdeki tozluk bir parşömen inceleniyordu. Ancak Ryu tezgahın önünde durunca, gözlüğünün üzerinden kısa bir bakış attı. Sanki karşısındaki çocuğun varlığı, onun için rahatsız edici bir detaymış gibi kaşlarını çatıp konuştu.

"Ne istiyorsun çocuk?" dedi, sesi kalın bir o kadar da ilgisizdi.

Ryu, elindeki saati çıkarıp tezgâhın üzerine koydu. "Satmak istiyorum," dedi kısa ve net bir şekilde.

Adamın gözleri, önce saati, sonra Ryu’yu dikkatle taradı. Sonra, yüzüne zoraki bir gülümseme yerleştirerek konuştu:

“Hımm… ilginç bir parça. Ama bunun pek bir değeri yok. Eski bir çöp gibi görünüyor.”

Ryu, adamın hareketlerini dikkatle izliyordu. Adamın ince uzun parmakları, saati kavrarken hafif bir titreme fark etti. Gözbebekleri, cam lenslerin ardından bir anlığına büyüdü, sonra eski sakinliğine kavuştu. Ryu’nun içinden bir ses, bunun sıradan bir tepki olmadığını söylüyordu.

“Öyle mi?” dedi, sesine hafif bir alay tonu katarak. “Çöp dediğiniz şeye pek dikkatli baktınız ama.”

Adam gözlüklerini çıkarıp kenara koyarken sinir bozucu bir kahkaha attı. “Evet, dikkatle baktım çünkü burada işe yaramaz ne kadar eşya varsa topluyorum.” Saatin üzerinden ellerini çekerek, "Sana bir bronz sikke verebilirim, en fazla," dedi.

Ryu, içinde büyüyen öfkeyi bastırmaya çalıştı. Sokaklarda yaşamış biri olarak, insanların nasıl yalan söylediğini, nasıl dalavere çevirdiğini kolaylıkla anlayabiliyordu. Adamın gözleri, saati bir kez daha süzerken hafifçe kısıldı. O an, Ryu adamın gerçek niyetini fark etti: Bu saat gerçekten değerliydi ama adam onun bunu bilmediğini düşünüyordu.

“Bir bronz sikke mi?” dedi Ryu, sesindeki öfkeyi gizlemeye çalışarak. “Bu saatin gerçek değeri bu kadar mı?”

Adam omuz silkti, alaycı bir tavırla: “Çocuk, bu kadar büyük laflar etmek için yaşın küçük. Burada bir uzman benim, sen değil. Hem böyle çer çöpü kim alır ki?”

Ryu, adamın karşısında bir an duraksadı. Sonra, ince bir gülümseme yerleştirdi yüzüne. “Pekâlâ,” dedi, “o zaman başka bir antikacıya götürürüm. Belki de onun daha iyi bir gözü vardır.”

Adamın gözleri bir anlığına endişeyle parladı. Bu, onun için iyi bir işaretti. “Hadi ama,” dedi aceleyle. “Böyle küçük bir şeyi başka bir yerde satamazsın. Bir bronz sikke teklifim hâlâ geçerli.”

Ryu, gözlerini adamın gözlerine dikerek konuştu:

“Biliyorsunuz, bu saatin değeri çok daha fazla. Yalan söylemeye çalışıyorsunuz, değil mi?”

Adamın suratı bir anda ciddileşti. “Dikkatli ol çocuk,” dedi, sesi tehditkâr bir tona bürünerek. “Burası sokak değil. Burada kuralları ben koyarım. Sana bir fırsat sundum, ama sen... Anlaşılan, aptal bir çocukmuşsun.”

Ryu bir adım geri çekildi, ama sesindeki meydan okuma tonunu korudu. “Siz de fırsatları değerlendirmeyi bilmeyen aptal bir antikacısınız. Bu saati başka bir yerde satacağım ve siz sadece bakakalacaksınız.”

Adam sinirle dişlerini sıktı. Bir an için yerinden kalkacak gibi oldu, ama sonra geri oturdu. Gözlüğünü tekrar takarken, “Sıkı pazarlıkçısın, çocuk. Ama bu saatle hiçbir yere varamazsın,” dedi ve arkasını döndü.

Ryu, tezgâhtan saati aldı ve cebine koydu. Yüzünde alaycı bir gülümsemeyle, kapıya doğru yürüdü. “Kaybettiniz,” dedi, kapıdan çıkarken. Arkasından gelen boğuk homurtuları duymazdan gelerek, Blight’ın dar sokaklarına geri döndü.




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu