Birkaç saniyeliğine herkes suskun kaldı. Gözler, yaşlı adamın ayağının altından çıkan o derimsi dokunaçtan, yaratığın sırtına kadar uzanan yolu takip etti. Ardından, onun hemen yanından ikinci bir dokunaç daha fırladı. Artık yerde yatan yaratığın bedeninden iki tane uzantı çıkmıştı.
"GRAHH!"
Yaratığın boğazından kopan o iğrenç çığlık, sanki göğü yırtıp geçen bir fırtına gibiydi. Ses etrafa yayıldıkça, polislerin dizlerinin bağı çözüldü. Birkaç saniye öncesine kadar etrafı saran barut kokusu hâlâ havada asılıydı, ama silahların gümbürtüsü susmuştu.
Korumaları gereken halk çoktan kaçıp gitmişti; geriye sadece titreyen bacaklarıyla kendi korkularına yenilmiş polisler kalmıştı. Kimileri ağızları açık, gözleri kocaman bir halde yaratığa donup kalmıştı. Kimileri yere yığılmış, dizlerinin üzerinde korkuyla titreyerek bakıyordu; hatta bazıları utanç verici bir şekilde altına kaçırmış gibiydi.
Silahlarını tutanlar bile farklı değildi. Nişan almışlardı ama parmakları tetiğin üzerinde donup kalmıştı. Korkunun buz gibi zinciri, parmaklarının basmasına izin vermiyordu.
Ryu bu durumu fark edip iyice sinirlenir ve polislere doğur bağırmaya başladı:
"Ne yapıyorsunuz sizi aptallar! Öyle aptalca dikileceğinize ateş etsenize!"
Polisler tek tek Ryu'ya doğru baktılar. Ama, bakışları daha çok iğrenmis gözler gibiydi. Ryu bu gözleri görünce bi anlık şaşırır ve sonra polislerden birine odaklandı. Elindeki silah hala titriyordu. Yaratığa doğru hedef almasına rağmen tetiği çekmekte tereddüt yaşıyor gibiydi.
“Ne duruyorsun! Ateş etsene!”
Ryu’nun sesi karanlığı yaran bir bıçak gibi patladı. Öfke yüklüydü ama içindeki panik tonunu bastıramıyordu. Bu bağırış, suskunluğu parçalayınca en yakınındaki polis omzunu sıçrattı. Tetiğe daha sıkı tutundu ama silahını ateşleyecek cesareti bulamıyordu.
"Ateş et artık!"
Polis nefes nefeseydi
"Niye hala öyle dikiliyorsunuz ateş etsenize artık!"
Adam, bir an Ryu’ya yan bakış attı. Gözlerinde hem korkunun hem de nefretin titrek kıvılcımı vardı. Sonunda patladı:
“Çeneni kapa! Görmüyor musun hâlimizi?! Senin gibi bir lağım faresinin bize emir verecek hâli mi var?! Biz burada canımızı ortaya koyuyoruz, sen ise sadece arkamıza saklanıyorsun!”
Sesi çatlamıştı, ama her kelimesi öfkeyle bıçak gibi saplanıyordu. Çevresindeki diğer polislerden bazıları gözlerini kaçırdı, kimisi hâlâ yaratığa dikilmişti ama parmakları tetiğin üzerinde titriyordu.
Ryu’nun yüzü öfkeyle kasıldı. Kalbi çarpıyordu. İçinden geçen tek şey şuydu:
'Onca kişi ölmüşken cidden banamı bağırıyorsun?! Ciddimisin sen?'
"Kafayımı yedin cidden sen? Şuan kavga etcek zamanmı!?" dedi Ryu.
Ryu’nun sesi öfke ve panik arasında gidip geliyordu. Göğsü inip kalkarken, dudaklarından çıkan her kelime taş gibi yere düşüyordu.
Karşısındaki polis ise dişlerini sıkarak Ryu’nun yakasına yapıştı. Gözlerinde mantığın zerresi kalmamıştı.
“Senin yüzünden buradayız! Hepiniz gibi lağım fareleri yüzünden bu sokaklarda ölüyoruz!”
Sözleriyle birlikte Ryu’yu itekledi. Ryu yere düşecek gibi sendeledi, ama hemen dengesini toparlayıp yaralı olan kolunu tuttu.
'Aptal herif, cidden karşımızdaki yaratık varken bunamı odaklanıyor?'
Kafasına yaratığa doğru çevirdi Ryu. Sürgünde olan iki dokunaçı bilinçsiz şekilde yerinde sallanıyordu ama yaratığın kendisi heykel gibi olduğu yerde durmuştu. Sonra meydan alanına göz gezdirdi Ryu. Kimse kalmamıştı nerdeyse, sadece etrafta olan ölü cesetler kalmıştı.
O sırada…
Bang! Bang! Bang!
Mermilerin sesi sokakta yankılandı. Bir grup polis, yaratığın üzerine ateş açmıştı. Çığlık gibi patlayan kurşun sesleri, barut kokusuyla birlikte havayı dolduruyordu.
"Ateş etmeye devam edin! En azından başkomiser gelene kadar dayanmamız lazım!"
Dedi ateş eden polislerden biri. Diğerleri de kafa sallayarak destek çıkmaya devam ettiler
Yaratık öylece duruyordu sadece, bir heykel gibi. Bunu işe yaradığını düşünün ateş açan polisler, ateş etmeye devam ediyordu. Ama diğerleri—korkuya kapılmış olanlar—Ryu ve deliren polisi, onları engellemeye çalışıyordu.
“Durun! Durun dedim!” diye bağırdı biri, silahını meslektaşının namlusuna iterek aşağıya bastırdı. “Ona ne yaptığı zannediyorsun!”
“Bırak beni! Bu lağım fareleri korumak için ölmek istemiyorum!” diye cevapladı Ryu'ya saldıran polis, parmağını tetiğe abanırken.
"Bu polisler ne yapıyor?" Dedi parçalan tezgahın arkasında ortaya çıkan yaşlı adam ve elini tutan küçük kız ile.
'Hala burda olanlarmı varmış? Ah-! Yine o lanet olası şey!'
Gözleri sarı rengine böründüğü zamam oluşan o acı tekrardan Ryu'yu bulmuştu. Acıdan dolayı kafasına tutarak dizlerin üstüne düştü ve içten içe acı dolu inlemeye başladı.
Az önce Ryu ve delirmeye başlayan polis ile kavga etmelerini önlemeye çalışan polis, Ryu'nun acı çektiğini fark ederek önünde eğilir. Elini omzuna koyarak "Çocuk sen iyimisin?" diye sordu polis. Ryu ise bu soruyu acıdan dolayı sessiz kalmayı seçmeyi tercih etmişti.
Delirmeye başlayan polis ise onlara doğru bir bakış atarak "Bırak ne hali varsa görsün piç kurusu" dedi, hala aklı dengesi düzelmemişti.
Ryu'ya yardım eden polis Ryu'yu bir yandan yardım etmeye çalışırken bir yandan şaşkın gözlerle diğer polisi cevap verir:
"Sana noluyor böyle? Neden bu küçük çocuğu suçluyorsun-"
Ryu elini polisin gövdesine koyarak itmeye çalışırken acı dolu ve alaycı bir gülümseme ile akıl sağlığını yetiren polise doğru "Ne ezik bir adamsın. Sen sadece kendini düşünen piçlerdensin demi?" diye konuştu.
Deli polis bu cevaba karşı çok sinirlenerek artık tamamen kendini kaybetmeye başladı ve silahını direk Ryu'nun alnına doğru doğrulturarak bağırmaya başladı.
"Seni aptal ne yapıyorsun!" diye çakıştı Ryu'ya yardım eden Polis.
...
Diğer grup hâlâ yaratığın üzerine mermi yağdırıyordu. Meydan çatışma sesleriyle dolmuştu. Ama tam o sırada, en önde duran polislerden biri gözlerini kısarak yaratığa baktı.
'Birşeyler ters gibi...'
Bir anlığına, o kargaşanın içinde sanki bir şey fark etmiş gibiydi. Ama hala emin değildi. Yaratığa doğru bir adım yaklaştı, sonra bir adım daha... Bir adım daha.
Arka taraflardan bir polis ne yaptığını dikkat ederek "Hey ne yapıyor bu?" diye soru sordu.
Nefesi kesildi, göz bebekleri büyüdü.
“Durun… bir dakika…” diye mırıldandı. Sonra sağ elini havaya kaldırarak bütün gücüyle haykırdı:
“Ateşi kesin!”
Silah sesleri bir anda kesildi. Sanki bütün sokak susturulmuştu. Havanın içinde asılı kalan barut kokusu, hâlâ yanmakta olan mermilerin dumanı… Hepsi sessizlikle daha da ağırlaştı.
Polisler şaşkın bakışlarla birbirlerine döndüler. Kimi tetiğe asılı kalmış, kimi nefesini tutmuştu. Yaratık ise hâlâ aynı yerdeydi, gövdesinden çıkan siyah sıvılar yavaşça zemine damlıyordu.
“Sorun ne? Niye ateşi kestin?!” diye sordu bir polis, öfke ve korkunun karıştığı bir sesle.
En öndeki polis ise titreyen parmağını yaratığa doğru kaldırdı. Gözleri kocaman açılmış, sesi boğazına düğümlenmişti.
“Görmüyor musunuz… yüzüne bakın!”
Diğerleri de tereddütle başlarını çevirip yaratığın suratına odaklandı. Ve o an… hepsinin gözlerinden aynı ifade geçti. Şok.
Yaratığın yüzü… artık bir yüz sayılmazdı.
Derisi lime lime olmuş, sanki içten patlamış gibi et parçaları yana doğru ayrılmıştı. Çene hattı yamulmuş, kemikler çarpık bir şekilde dışarıya fırlamıştı. Gözlerinden biri neredeyse erimiş gibiydi; diğeri ise boş bir çukurdan öfkeyle parlıyordu. Çürük ve yanık kokusu barutun kokusuna karışmış, havayı dayanılmaz hale getirmişti.
Bazıları istemsizce geriye doğru adım attı. Bir polisin midesi bulanıp öğürtü sesi duyuldu. Başka biri elini ağzına kapattı.
Ama yaratık… hâlâ dimdik ayaktaydı.
Paramparça yüzüne rağmen nefes alıyor, göğsü bir körük gibi inip kalkıyordu. Sanki acıyı hissetmiyor, sadece öfkesini daha da büyütüyordu.
"O kadar el ateş etmemize rağmen zarar bile görmüyordu. Şimdi neden bu kadar kolay şekilde parçalandı yüzü?" diye sordu bir polis.
"Bunun ne önemi var? Sonuçta zarar vermişiz!" dedi bi başka polis.
Polisler birbirlerine baktılar. Kimi dişlerini sıktı, kimi korkuyla yutkundu. Ama sonunda hepsi aynı karara varmış gibiydi. Sessiz bir onay, bakışlarla birbirlerine aktı.
Aynı anda silahlarını kaldırdılar.
Namlular, tek bir noktaya — yaratığın paramparça olmuş kafasına doğruldu.
Ve parmaklar tetiklere baskı yapacakken…
“—Ha!?”
Bir polis şaşkın bir ünlemede bulundu. Çünkü yaratığın kafası, bedeninden sessizce ayrılmıştı.
Sanki bir bıçakla kesilmiş gibi pürüzsüz bir çizgiden kopmuştu.
Baş, ağır ağır yere düştü. Beton zemine çarptığında tok bir ses yankılandı. Çarpışmanın etkisiyle yarı erimiş göz küresi yuvasından kayıp çıktı ve siyah sıvılar saçılarak yerde yuvarlandı.
Polislerden biri silahını düşürdü.
“B-biz daha ateş etmedik ki…!”
Kafası kopmuş olmasına rağmen yaratığın bedeni hâlâ dimdik duruyordu. Göğsü inip kalkıyor, kasları geriliyordu. Kolları istemsizce titriyor, sanki hâlâ yaşıyor gibi bir kıvranış sergiliyordu.
...
Karanlık bir oda…
Zamanın unuttuğu, duvarları rutubetle kabarmış, sıvaları çatlamış ve yer yer dökülmüş. Taşların arasından sızan nem, odanın içine ağır bir küf kokusu yayıyordu.
Odanın en ortasında, neredeyse tavana kadar uzanan devasa bir saat duruyordu. Paslı dişliler yavaş ama inatçı bir şekilde dönüyor, her bir hareketinde ağır bir yankı yayıyordu.
Tik… Tak… Tik… Tak…
Bu ses, odanın kalbi gibiydi. Zaman, sanki burada dışarıdan farklı akıyordu.
Duvarların iki yanında dizilmiş uzun kitaplıklar vardı. Ciltleri yıpranmış, köşeleri kemirilmiş, kimi tamamen okunmaz hale gelmiş eski kitaplar… Bazılarının sırtında bilinmeyen dillerle yazılmış semboller parıldıyordu.
Odanın tam köşesinde ise koyu meşe ağacından yapılma geniş bir masa duruyordu. Üzerinde yanıp sönmekte olan tek bir mum, odadaki karanlığı zar zor kovuyordu. Masanın yüzeyi kazınmış çiziklerle doluydu; sanki biri yıllarca aynı noktaya bıçak saplamış gibi.
Masanın arkasında ise geniş bir pencere…
Camın ötesinden tüm Blight görünüyordu. Şehrin çürümüş, kanlı ve sisle boğulmuş yüzü, yukarıdan bakıldığında bile insanın içini kemiren bir karanlık yayıyordu.
Ve odanın derinliklerinde, gölgeler arasında belli belirsiz bir figür oturuyordu.
Tik… Tak… Tik… Tak…
Saatin sesi giderek daha ağır gelmeye başladı.Sanki her vuruş, kalbi sıkıştırıyor, nefesi kesiyordu. Kapı, eski menteşelerin çıkardığı acı bir gıcırtıyla aralandı.
İçeriye ağır adımlarla biri girdi.
"..."
Otuzlu yaşlarının başlarında… Uzun kahverengi saçları, omuzlarının üzerine dağılmıştı. Üzerindeki uzun siyah pelerinle altındaki elbiseler gizleniyordu. Kahverengi gözleri yorgun ama dikkat kesilmiş bir şekilde odanın her köşesini süzüyordu. Yüzündeki çizgiler, gençliğini henüz terk etmemiş bir kadın gibi dursa da, gözlerinin altındaki derin morluklar uykusuz gecelerin, bitmek bilmeyen çalışmaların kanıtıydı.
Sol elinde sıkı sıkıya kavradığı siyah bir incil vardı. Kapağı eskimiş, köşeleri yıpranmış, sanki defalarca açılıp kapanmış, kimi sayfaları nemden kabarmıştı. O incil, onun hem yükü hem de tek dayanağı gibiydi.
Kadın, odanın içine girerken başını hafifçe eğdi. Devasa saatin Tik… Tak… sesleri, adımlarına eşlik ediyordu. Bir an için o sesler, kalbinin ritmiyle aynı anda atıyor gibiydi.
Masaya yaklaşırken, gözleri kısa bir süre pencerenin ötesine kaydı. Blight’in sisli, kan kokan sokaklarını tepeden görebiliyordu. Dudaklarının kenarında acı bir kıvrım belirdi; sanki o manzaraya yabancı değilmiş gibi…
Sonunda masanın önünde durdu. Elindeki incili masanın üzerine usulca bıraktı. Kitap masaya çarptığında çıkan ses, odadaki sessizliği yırtan tek yankı oldu.
Kadının bakışları, gölgelerin arasına çevrildi. Karanlıkta saklanan figüre sanki uzun süredir tanıyormuş gibi baktı. Ve sessizce, kısık bir sesle konuştu:
“Yine bir şey mi isteyeceksin, Kara Panter?”
Kadının sesi, yorulmuş ama hâlâ dik duran bir ruhun yankısıydı.
Gölgelerin arasında adımlar belirdi. Yavaş, neredeyse kedi gibi sessiz… Kara Panter, karanlıktan süzülerek ortaya çıktığında yüzünde o tanıdık alaycı gülümseme vardı. O gülümseme, Fiona’nın boğazına bir ilmek gibi dolanıyordu.
“Ah, hemen korkma Fiona,” dedi Kara Panter, kelimelerini ipek gibi akıtıp, arkasında diken bırakarak.
“Senden istediğim şeyi yaptın, değil mi?”
Fiona bir süre sessiz kaldı. Kara Panter’in gözlerine baktı; o gözlerdeki dipsiz karanlık, cevap vermekten daha ağır geliyordu. Sonra gözlerini kapadı. Derin bir nefes aldı. Belinin arkasındaki deri çantasını öne çekti. Masanın üzerine bıraktığında tok bir ses çıktı. İçinden, kanla lekelenmiş bir bıçak ve küçük boş bir şırınga çıkardı.
“Anlaştığımız gibi.” dedi. Sesinde ne korku vardı ne de umut. Sadece kabul edilmiş bir yük.
“Ceset goleminin kafasını kestikten sonra bana verdiğin bu şırıngayı ona sapladım.”
Kara Panter’in gülümsemesi derinleşti. Sessiz bir memnuniyetle Fiona’nın çenesinden tutup başını kaldırdı. Soğuk parmakları derisinin üzerinden kayarken Fiona istemsizce kasıldı.
“İyi iş, Fiona,” dedi Kara Panter. Gözlerinde bastıramadığı bir sevinç parlıyordu. Sanki beklediği taş, doğru yere konmuştu.
Kara Panter’in eli yavaşça Fiona’nın çenesinden çekildi. Sol avucunun içinde bir gölge kıvrıldı, dalgalandı, sonra ağır ağır küçülerek koyu renkli bir kese çuvalına dönüştü.
“Buyur,” dedi. Sesi hem bir lütuf sunar gibi, hem de tehdit eder gibi yankılandı. Çuvalı masanın üzerine hafifçe bıraktı.
“Anlaştığımız gibi, yirmi gümüş sikke. Umarım ilerideki işlerde de aynı… performansı gösterirsin, sevgili Fiona.”
Bakışlarını onun gözlerinden ayırmadan, kelimelerin sonunda ince bir gülümseme belirdi.
Fiona’nın gözleri, masanın üzerinde duran çuvala kaydı. Titrek bir parmakla ipini çözdü, avuç içine birkaç sikke aldı. Soğuk, ağır metali hissederken saymaya başladı. Kara Panter’in dediği gibi, tam yirmi taneydi.
Bir anlığına yüzüne belli belirsiz bir mutluluk yansıdı. Ama çok sürmedi. Paraları tekrar çuvala bırakıp kapağını kapattığında o sevinç yerini karmaşık bir ifadeye bıraktı. Merakı, dudaklarını istemsizce kıpırdattı.
“Eğer… sakıncası yoksa,” dedi çekingen bir sesle. “Bir şey sormak istiyorum.”
Kara Panter’in kaşları hafifçe kalktı.
“Ne sormak istiyorsun? Yoksa böyle bir iş için bu kadar paranın az olduğunumu düşünüyorsun?”
“Hayır, ondan değil.” Fiona kısa bir duraksama yaşadı. Kendi sözleri bile boğazında ağırlaşmıştı.
“Konuş artık,” diye çatladı Kara Panter’in sesi. Bu defa tonunda sabırsızlık değil, sert bir baskı vardı.
Fiona gözlerini ondan ayırmadı.
“Normal bir golemin çekirdeği,” dedi yavaşça, “karın bölgesinde olur. Enerji akışı ve yaratıcısıyla bağın kuvvetli olması için. Ama… ceset golemlerinde bu durum farklıdır. Başlangıçta onların çekirdeği insanların ruhani çekirdeklerine benzer… yani kalbin hemen yanında.”
Kara Panter sessizce onu dinliyordu.
“Tabi,” diye devam etti Fiona. “bu sadece ilk formları için geçerli. Her yeni formda çekirdek yavaş yavaş kafatasına doğru ilerler. Bu yüzden onların kafaları… diğer golemlerden çok daha serttir.”
Fiona bir an nefesini tuttu. Sonra kelimeler dudaklarından aceleyle aktı:
“Anlamadığım şey şu… Benden yeni bir forma geçecek bir ceset goleminin neden kafasını kesmemi istedin?”
“…”
Kara Panter sorunun ardından birkaç saniye sessiz kaldı. Fiona’nın karşısına geçip adımlarını ağırlaştırarak masayla arasındaki mesafeyi kapattı. Gözlerini, Fiona’nın gözlerinin ta içine sabitledi.
Fiona’nın alnında soğuk terler boncuk boncuk belirdi. Boğazındaki düğüm giderek ağırlaşıyordu. ‘Sormamam gereken bir şey mi sordum yoksa..?’ diye düşündü.
Tam o anda Kara Panter’in dudakları hafifçe aralandı. Fiona nefesini tuttu. Ama beklediği sert cevap ya da tehdit gelmedi. Bunun yerine, odanın içinde yankılanan bir kahkaha yükseldi.
“Hahahaha! Cidden… bunu mu merak ettin!?”
Kahkahası Fiona’nın içini ürpertiyordu. Sanki bir anlığına tüm odadaki gölgeler de onunla birlikte gülüyormuş gibi titreşti. Kara Panter başını hafif yana eğdi, Fiona’ya doğru alaycı bir gülümseme ile baktı.
“Ah,” dedi Kara Panter, dudaklarının kenarında sinsice kıvrılan bir gülümseme ile,
“Sadece yeni bir deney diyelim. Canım sıkıldığı için… yeni bir form yapasım geldi.”
Fiona’nın zihni kısa bir süreliğine dondu. ‘…Hangi insanın canı sıkıldığı için yeni bir yaratık formu yapar ki?’ diye düşündü, kalbinin attığını bile duyamayacak kadar şaşkındı.
Bir süre sessiz kaldı, sonra kendini toparlamaya çalışarak yeniden sordu:
“Peki… nasıl bir form bu?”
Bu soru karşısında Kara Panter’in yüzünde geniş bir gülümseme yayıldı. Dişleri loş ışıkta kısa bir an parıldadı, ardından gözleri—o ürpertici sarı gözleri—bir anlığına daha da parlak bir ışıltıyla yandı.
“Bunu…” dedi, sesi neredeyse fısıltı ile kükreme arasında gidip geliyordu.
“kendin görmen daha iyi olur.”
...
Yaratığın cesedinin etrafında toplanan polislerin yarısı, yaşanan kargaşadan sonra hızla Ryu ile delirmiş polisin yanına koştu. Bazıları, kontrolünü kaybeden meslektaşlarının elindeki silahı almak için çabalıyor, diğerleri ise Ryu’yu tedavi etmeye ve hâlâ sağ kalan sivillere yardım etmeye uğraşıyordu.
Ryu’nun yanına çöken genç bir polis, cebinden çıkardığı ilk yardım malzemeleriyle onun kolunu sıkıca sardı. Parmakları titriyordu, ama görevini tamamlamaya çalışıyordu. Bandajı son kez düğümleyip hafifçe bastırdı, ardından Ryu’ya destek olarak ayağa kaldırdı.
“Daha iyi misin şu an?” dedi, sesinde endişeyle karışık yorgunluk vardı.
Ryu, gözlerini hafifçe kısıp başını salladı. Cevap vermeye mecali yoktu, sadece onaylar gibi yapabildi.
“Siktir…” diye düşündü içinden, dudaklarını sıkıca ısırarak. “Şu kafamın içindeki acı… vücudumun çektiği her şeyden daha beter acıtıyor!”
Başını kaldırdı, bulanık gözleri yavaşça etrafı taradı. Yaratığın devasa cesedi hâlâ yerde yatıyordu; koyu, yapışkan bir akıntı gövdesinden toprağa yayılmış, havaya ağır bir koku salmıştı. Yanında duran iki polis, cesedi dikkatle inceliyor, arada birbirlerine kısa kısa bakışlar atıyorlardı.
“Sonunda bitti galiba…” dedi Ryu, sesi yorgunluktan kısılmış bir fısıltı gibiydi.
Ama o anda—
“Hayır.”
Soğuk ve tiz bir kadın sesi doğrudan zihninin içinde yankılandı. Sanki beyninin içini tırmalamıştı. Ryu ürpererek aniden arkasına döndü. Ama kimsecikler yoktu.
“… Yanlış mı duydum acaba?” dedi kendi kendine, kafasını kaşıyarak. Ama içindeki huzursuzluk, sesin gerçekliğini reddetmesine izin vermiyordu.
Ve o anda yer sarsılmaya başladı. Yıkık dökük evler, meydandaki eski taş heykel, devrilmiş tezgâhlar… Her şey şiddetle titredi.
‘Deprem mi?!’ diye düşündü Ryu, gözleri büyümüş halde.
Çevresindeki herkes panikle bağrışıyor, kimileri yere kapanıyor, kimileri nereye kaçacağını bilemeden sağa sola koşuyordu. Kimi insanlar çocuklarını kucaklayıp korumaya çalışıyor, kimi de enkaz gibi üzerlerine devrilecek yapılardan uzaklaşmaya çabalıyordu.
“Kızım, iyi misin?!” diye haykırdı bir adam, çöken bir duvarın altında çocuğunu ararken.
“Bugün cidden neler oluyor böyle!?” diye ağlamaklı bir ses yükseldi kalabalıktan.
Ama Ryu, tüm bu kargaşayı duymazdan geliyordu. Sarsıntı kesildiğinde herkes nefes nefese korku içinde birbirine bakarken, onun yüzünde bambaşka bir ifade vardı: Sanki derin bir düşünceye dalmış gibiydi.
Başını tekrar yaratığa çevirdi. Ve o an, Ryu’nun gözbebekleri dehşetle büyüdü.
Yaratığın cesedi… Yavaşça yerin altına çekiliyordu! Sanki toprağın kendisi onu yutuyordu. Ama asıl korkunç olan bu değildi. Yanında duran iki polis, daha ne olduğunu anlayamadan yerden birdenbire fırlayan siyah, derimsi, dikenli dokunaçların vücutlarına saplandığını fark edemediler bile.
Kan fışkırdı.
“K-Kaçın!” diye tüm gücüyle bağırdı Ryu, insanların olduğu tarafa.
Fakat kalabalık, önce dondu kaldı. Kimse ne olduğunu anlayamıyordu. Sadece Ryu’ya, sonra yere… sonra da gözlerinin önünde fırlayan başka dokunaçlara baktılar.
Ve o anda, sivri uçlar gibi keskin olan o siyah derimsi dokunaçlar, kalabalığın içine doğru uzandı. Çığlıklar yükseldi. İnsanlar daha kaçmaya fırsat bulamadan birer birer saplanıyor, gövdeleri delinerek kanlar içinde yere seriliyordu.
Saniyeler içinde meydan cehenneme dönmüştü.
Topraktan birbiri ardına fışkıran siyah, derimsi dokunaçlar, sanki canlıymış gibi sağa sola savruluyor, her şeye saldırıyordu. Bir zamanlar geniş, boş bir meydan olan yer artık yavaş yavaş dikenlerle örülü karanlık bir ormana benziyordu. Her yeni dokunaç yükseldikçe çığlıklar daha da çoğalıyor, kaçmaya çalışanların yolu kapanıyordu.
Ortada duran dua eden taş heykelin başı çoktan kopmuştu. Kopmuş baş, kanla bulanmış zeminin üstünde yatarken, dokunaçlar heykelin gövdesine sarılmış, taş bedenini kanlı bir sunak gibi göstermeye başlamıştı. Sanki meydanın ortasında tanrılara değil, bu iğrenç varlığa yapılan bir kurban töreni gerçekleşiyordu.
Çığlıklar, kan ve taş heykelin paramparça görüntüsü… Her şey kabusun en karanlık noktasına doğru ilerliyordu.
“Huff… Huff…”
Nefesini zorla toplamaya çalışıyordu Ryu. Soğuk taş zeminde bitkin halde uzanırken, göğsü her nefeste adeta patlayacakmış gibi inip kalkıyordu.
“Hala… hayatta mıyım? Nasıl… hala hayattayım?”
Zihninden geçen tek düşünce buydu Ryu'nun. Saat eline geçtiğinden beri, bir şekilde ölümün kıyısından dönüp duruyordu. On beş yaşındaki sıradan bir çocuğun çoktan ölmüş olması gerekirdi. Ama Ryu hâlâ buradaydı. Yaşıyor, acıyı hissediyor, nefes alıyordu. Yani… en azından biraz önceye kadar ayakta olduğunu söyleyebilirdi.
Gözleri bulanık bir sisin içindeymiş gibi görüyordu her şeyi. Vücudu yavaş yavaş duyularını geri kazanmaya başladı. Önce ellerini hissetti… parmaklarını oynatabiliyordu. Bu, iyi bir işaretti. Titreyen parmaklarını gövdesine doğru götürdü, kaburgalarının üzerinde gezdirdi Ryu. Yüzeysel çizikler ve morluklardan fazlası yok gibiydi. Bir nebze rahatladı.
Sonra elini yüzüne götürdü. Çenesine, boynuna, şakaklarına dokundu… parçalanmamıştı. Kafatası hâlâ sağlamdı. “Burada da sorun yok…” diye mırıldandı içinden Ryu.
Ama en önemli kısım hâlâ kalmıştı.
“Huff… Huff… Bacaklarım kaldı sadece…”
Kelimeleri güçlükle fısıldayabiliyordu. Görüşü hâlâ bulanıktı, bedeninin bazı yerleri neredeyse hiç tepki vermiyordu. Parmakları buz gibi taş zeminde sürünerek yavaşça bacaklarına doğru ilerledi.
Her hareketinde acı, göğsünden boğazına yükselen bir alev gibi yakıyordu Ryu'yu.
“Huff… Huff… Ölsem daha az acı çekerdim!” diye bağırmaya çalıştı ama dudaklarından çıkan ses, sadece kısık, boğuk bir iniltiydi. Yine de inatla sürükledi ellerini. Beline yüklenerek bacaklarına ulaştı. Parmağı bacaklarının üzerine değdiği anda, bulanık görüşü birden berraklaştı. Ve gördüğü manzara, beyninde bir şimşek gibi çaktı.
Gözleri sonuna kadar açıldı Ryu'nun. Yüzündeki donuk ifade bir anda acı ve dehşetle çarpıldı. Nefesi kesildi, boğazından kopan çığlık meydanı yankıladı:
“AHHHHHHHHH!”
İki bacağı da kopmuştu—parçalara ayrılmıştı. Etleri taş zemine yapışmış, kemik parçaları etrafa saçılmıştı. Görüntü o kadar dehşet vericiydi ki Ryu’nun akıl dengesi her an uçurumdan yuvarlanacak gibi gidip geliyordu. Acı beynine öyle bir hızla hücum etmişti ki, sanki kafatası içinden patlayacak gibiydi. Gözleri kan çanağına dönmüş, akan gözyaşlarıyla bulanmıştı. Gözbebekleri neredeyse yerinden fırlayacak gibi titriyordu.
“Huff… Huff…”
Titrek nefesleri ciğerlerini yakıyordu. Acıyı bastırmaya, sakin olmaya çalışıyordu ama ne kadar uğraşsa da boşunaydı. Vücudu çığlık atıyor, zihni paramparça oluyordu.
“Ah… Ah… Lütfen… Biri… Biri beni kurtarsın… Lütfen! Herhangi biri!”
Yardım çığlıkları meydanı dolduruyordu, ama cevap veren olmadı. İnsanlar saldırıdan sonra ya çoktan kaçmıştı, ya da yaralı halde taş yığınlarının arasında kendi hayatları için inliyordu. Polisler bile dağılmıştı; kimileri acı içinde kıvranıyor, kimileri korkudan taş kesilmiş gibi kıpırdamıyordu.
Ryu, elleriyle kanlı taş zemini kazıyarak sürünmeye başladı. Bu amansız bir çabaydı. Umutsuz, acı dolu, faydasız bir çaba… Ama yine de parmaklarını ileriye sürüklüyor, bedenini taşların üzerinde çekmeye çalışıyordu. Kan izleri, ardında karanlık bir yol gibi kalıyordu.
Derken…
Meydan bir kez daha titredi. Yıkıntılar, devrilmiş tezgâhlar, paramparça heykelin taşları sarsıntıyla birlikte hopladı. Herkes yeniden panik halinde çığlık attı.
“Yine… ne oluyor…” Ryu’nun sesi artık sadece boğuk bir fısıltıydı. Sesinde hiçbir canlılık kalmamıştı. Gözbebekleri bulanıklaşıyor, nefesi dengesizleşiyor, göğsü çöküp kalkarken neredeyse pes ediyordu. Vücudu artık kan kaybından direnemiyordu.
Sonra…
Yaratığın çökmüş cesedinin etrafında taş zemin çatlamaya başladı. Derin çatlaklar örümcek ağı gibi yayıldı. Aynı anda yaratığın devasa vücudu şişmeye başladı; damar gibi kabaran kısımlar, taşları yerinden oynatacak kadar şiddetle gerildi. Her nefes alır gibi şiştikçe, sarsıntı da aynı oranda şiddetlendi.
Bir patlamayla birlikte taş zemin yarıldı. İçeriden uzun, dikenli dokunaçlar fırladı. Yapış yapış siyah derimsi bir sıvı etrafa saçıldı. Dokunaçların ardından, mide bulandırıcı bir kütle yüzeye doğru yükseldi.
Derisi yapışkan, kanlı bir tabakayla kaplıydı. Yarı erimiş bir et yığınını andırıyordu. Dokunaçlar vücudunun dört bir yanından savruluyor, zemine saplanıyordu. Ruhu titreten bir uğultu yayılıyordu etrafına.
Meydanın ortasında, eski gövdesinden doğan yeni bir form yükselmişti. Devasa, korkunç, insan aklının tasavvur edemeyeceği kadar iğrenç bir form… Bir ahtapotu andırıyordu; fakat onun gibi akıcı değil, grotesk ve kanlı bir kabus gibiydi.
“GRAHHH!”
O iğrenç çığlık, taş meydanın duvarlarında yankılanarak kulakları parçaladı. Dokunaçlar öfkeyle sağa sola savruluyor, taşları parçalıyor, devrilmiş yapıları darmadağın ediyordu. Ama nedense… sanki bilinçliymiş gibi yalnızca Ryu’nun çevresini hedef alıyordu.
Kaçışan insanlar bunu fark ettiklerinde gözlerinde bir anlık umut parladı. “Bize saldırmıyor! Kaçın!” diye bağırarak karanlık sokaklara dağıldılar. Meydanda tek başına kalan ise, bacaklarını kaybetmiş, kanlar içinde sürünmeye çalışan Ryu’ydu. Bir av… bir kurban.
“G-gelme! Lütfen gelme!” Ses boğuk, zayıf, neredeyse yok olmuş gibiydi. Umutsuzca ellerini taşa vuruyor, vücudunu sürüklemeye çalışıyordu. Ama gücü yoktu. Son nefesini böyle vereceğini hiç düşünmemişti.
O an bir dokunaç, hızla ileri atılarak Ryu’nun göğsünü deldi.
“Ah—!”
Kalbine saplanan dikenli uç, Ryu’nun bedenini havaya kaldırdı. Göğsünden açılan geniş delikten kan fışkırıyor, ağzından, gözlerinden ve kopmuş bacaklarından kan damlaları taş zemine düşüyordu. Bu görüntü, sanki eski bir ritüelde kurban edilen bir hayvanı andırıyordu.
Ryu’nun bedeni artık neredeyse tepki veremiyordu. Titreyen parmakları güçsüzce havada asılı kaldı.
Tam o sırada yaratığın gövdesinin ortasında grotesk bir yarık açıldı. Yırtılan etten içeri doğru bakan sayısız keskin diş ortaya çıktı; sıralar halinde, bitmek bilmeyen bir sonsuzluk gibi dizilmişti. Ağzı açıldıkça, etrafı mide bulandırıcı bir kan ve çürüme kokusu sardı.
Ryu’nun bulanıklaşan gözleri o ağıza çevrildi. Görüşü her saniye daha da bozuluyor, renkler birbirine karışıyordu. Ağzı kan dolu bir hırıltıyla aralandı.
“…En azından düzgün bir şeyler yiyebilseydim…”
Dokunaç onu ileri fırlattı. Ryu’nun cansız bedeni yaratığın iğrenç ağzına düştü. Keskin dişler tek bir anda kapandı. Kan ve kemik sesi gökyüzüne yankılandı.
Ve Ryu’nun görüşü… tamamen karardı.
...
“Haha…”
Önce boğuk, neredeyse duyulmaz bir kahkaha yankılandı.
“Hahaha…”
Ses yükseldikçe, dokunaçlar titremeye başladı. Yaratığın yapışkan derisi üzerinde yankılanan kahkaha, sanki iç organlarından çıkıyormuş gibi uğursuzdu.
“Hahahahaha!”
Artık tüm meydanı dolduran bir kahkaha olmuştu bu. İnsanların kulak zarlarını yırtarcasına, rahatsız edici, mideleri alt üst eden bir kahkaha…
Sesin kaynağı belliydi. Yaratığın açılmış iğrenç ağzının içinden geliyordu.
Dokunaçlar bir anda durdu. Yaratık, titreyen bir sessizliğe büründü, sadece kahkaha yankılanıyordu.
Sonra… o kahkahaların arasından bir ses geldi:
“Bu beden… çok uygun.”
Yaratığın şişmiş gövdesinin tam ortasında, kanlı yarık biraz daha açıldı. İçeriden, siyah gölgelerle kaplanmış bir figür yavaş yavaş belirmeye başladı. Dişler ve et, o figürü sanki doğururcasına dışarı kusuyordu.
Ve aniden o yarığın içinden bir figür fırladı.
Zemine ayak bastığında, düşüşünde en ufak bir dengesizlik yoktu. Zarif, kontrollü bir inişti bu.
“Igh… böyle bir iğrençlik beklemiyordum açıkçası.” diye homurdandı figür, üzerini kaplayan kan ve yapışkan tabakayı küçümseyen bir bakışla süzerek.
Yakından bakıldığında, figürün bir çocuğa benzediği fark ediliyordu. On dört, on beş yaşlarında, ama gözlerindeki karanlık… asla bir çocuğa ait değildi.
Tek bir el hareketiyle üstünü kaplayan salyayı savurdu; sıvı, yere düştüğü anda kara dumanlara dönüşerek kayboldu. Ardından eklemlerini kıtırdatarak oynatmaya başladı. Omuzlarını döndürdü, parmaklarını bir şey doğrarmış gibi yukarı aşağı kıpırdattı. Her hareketi, yeni bir bedene alışmaya çalışan birinin tuhaflığıyla doluydu.
“Hmm… galiba bir dakikalık bir uyum süreci yeterli olur.” dedi sakin bir sesle.
Ve sonra… etrafını dolduran bir aura belirdi. Karşıt renklerin çarpışması gibiydi; koyu siyah gölgelerin arasına sızan hasta edici yeşil parıltılar… Taş zemine yayıldıkça, sanki meydanın havası ağırlaşmaya başladı.
Çatlamış taşlar titredi, dokunaçlar istemsizce geriye çekildi, yaratığın kalıntıları ise o figürün varlığına boyun eğiyormuş gibi sessizleşti.
bölüm at suatt