Yokuş boyunca ağır ağır akıp ilerleyen, siyaha bulanmış o koyu kırmızı kan... Sadece bir sıvı değildi artık; bir uyarı, bir lanet gibi yayılıyordu.

Her damlası, taşları yalayıp geçerken ardında karanlığı fısıldayan uğursuz izler bırakıyor, kasvetli bir şelaleye dönüşüyordu. Öyle ki, gören herkesin iliklerine kadar işleyen o donuk korku, kanla beraber aşağı süzülüyor gibiydi. Kanlı bir şelale... Kurban olan insanların kanından oluşmuş bir şelale...

“Çıksana lan önümden!”

“Anne! Anne!”

“Elsa! Elsa! Neredesin kızım?!”

Sokak, çığlıklarla yankılanıyordu. İnsanlar, tedirgin adımlarla ve donuk korkunun keskin bıçağıyla kalplerine saplanmış hâlde, meydandaki pazar alanında birbirlerini iterek kaçıyordu.

“Pislik kadın! Tutma lan beni!”

“Hayır! Hayır! Ölmek istemiyorum!”

Kimileri sevdiklerinin ellerine sarılmış, umutsuz bir dua gibi fısıldayarak kaçmaya çalışıyor… Kimileri ise tek bir an bile tereddüt etmeden, önüne kim çıkarsa çıksın—çocuk, yaşlı, kadın fark etmeksizin—kendi canını kurtarmak uğruna birer sıçana dönüşüyordu. Ve o dehşet dolu kaçışın ortasında, kiminin nefesi paramparça bir dua, kiminin bakışı ise ölümün soğuk yüzüyle çoktan buluşmuş bir cesedin bakışıydı.

Ryu, ayaklarının titrediğini hissetti. Çarpmanın yankısı hâlâ kafasının içinde uğuldayan bir çan gibi çınlıyordu; bilinci, sisli bir labirentin içinde kaybolmuş gibiydi.

Derin bir nefes aldı—göğsüne dolan hava, kırık kaburgalarının arasından süzülürken iğneler gibi saplandı ciğerlerine. Alnından süzülen kan, yanaklarına ve dudak kenarına kadar ulaşarak tuzlu, metalik bir tat bıraktı.

Zar zor da olsa ayaklarını yere bastı; dizleri, kendisine ihanet etmek ister gibi titredi. Her nefeste vücudunun dört bir yanına yayılan o keskin, yakıcı acı… Sanki her kas lifine ayrı ayrı işlenmiş bir lanet gibiydi.

Gözleri kısa bir anlığına karardı. “Hayır…” diye fısıldadı kendi kendine; sesi, içindeki korkuyla boğuk çıkıyordu. Tükenmişliğin ve ölümün soğuk nefesi ensesinde hissetse de hâlâ ayakta durmak zorundaydı. Çünkü düşerse, bir daha kalkamayacağını çok iyi biliyordu.

"(Nefes nefese)... Hala hayatta olduğuma bile inanamıyorum."

Arkasını döndü ve çarptığı tezgaha baktı.

'O yokuştan hızlıca buraya çarpmama rağmen benim gibi zayıf bir çocuğun hayatta kalması, cidden şans benim yanımdaymış.'

Yavaşça nefes almaya devam ederken göğüsünden büyüyen acıyla beraber kan öksürmeye başladı. Hâlâ sağlam olan koluyla göğsünü tuttu.

‘Şimdi ne yapacam...’

Ryu’nun zihninde bu düşünce yankılandı, fakat cevabı yoktu. Bacakları harap olmuştu; on metre bile gitse düşüp kalacaktı. Vücudu acıdan titriyordu, nefesi yanıyordu—ama bundan daha kötüsü, etrafında hâlâ tek bir polisin, muhafızın ya da şövalyenin bile olmamasıydı.

Ağzının kenarındaki kanı kolunun tersiyle sildi, bakışları karanlık bir öfkeyle doldu. “En azından bir tane… bir tane bile şövalye gelseydi,” diye geçirdi içinden, sesi boğuk bir fısıltı gibiydi. “O zaman böyle bir rezilliği yaşamazdık.”

Ama gerçek ortadaydı. Blight… Velenor Krallığı’nın gözden çıkarılmış çöplüğüydü. Buradaki insanların yaşamı, soyluların gözünde bir sineğin kanadı kadar bile değer taşımıyordu.

Acı, korku ve nefret… Hepsi bir araya gelip Ryu’nun kalbinde yavaş yavaş katı bir çekirdeğe dönüştü. Ve o anda bir şeyi tekrardan çok net bir şekilde anladı: Bu dünyada kimse, kendisinden başka kimseyi kurtarmayacaktı.

Sokaklarda yaşadığı onca seneye rağmen bir anlık bu düşünce yapısını unutmuştu. Kendisine o kadar sinirlendi ki dudağını çok sert ısırıp kanamasına yol açtı.

"Öncelikle bu piçten kaçmam lazım-"

Tam o anda, meydanı titreten yankılı bir kükreme duyuldu.

Ryu’nun nefesi boğazında düğümlendi; sözleri yarıda kaldı. Kalbindeki korku dalgası, damarlarında donuk bir buz gibi aktı. O ses, yalnızca bir canavarın değil; bir ölüm fermanının yankısı gibiydi…

Ve o ölüm, gözlerinin önünde kırmızı gözleriyle yaklaşmaktaydı.

Elindeki parlak, kemik ve kas dokusuyla iç içe geçmiş; etrafı pıhtılaşmış siyah–kırmızı kanlarla kaplı o dev pala… Bir anlığına üzerine vuran solgun güneş ışığıyla birlikte, kanın ıslak yüzeyinde metalik bir parıltı belirdi.

‘B–Bu yaratık… daha nereye kadar evrimleşecek?!’

Ryu’nun zihni, korku ve dehşetin ördüğü sis perdesinde yankılanıyordu. O şeyin her adımı, taş döşeli zeminde derin izler bırakıyor, ardında toz ve titreyen bir yankı bırakıyordu.

İlk başta yavaş… kaslarının gerildiğini, kan ve kemik zırhının gıcırdadığını duyabiliyordu. Kırmızı gözleri, Ryu’nun gözlerindeki korkuyu içiyormuş gibi…

Ryu’nun boğazından çatlak bir fısıltı döküldü:

“G–Gelme!…”

Fakat canavarın adımları, yavaşlıktan sıyrılıp uğursuz bir ritimle hızlandı. Ryu’nun geri çekilen adımları ise güçsüz, titrek ve umutsuzdu.

“Gelme dedim sana!”

Bu söz, havada yankılanan boş bir dua gibi eriyip yok oldu.

Birden, kanı donduran bir kükreme… ve canavar, kaslarının patlarcasına gerilmesiyle birlikte Ryu’ya doğru atıldı. Ryu, korkudan nefes bile alamadan üzerine gelen karanlık gölgeyi gördü…

Ta ki… bir el, aniden onu yakasından çekip gölgelerin pençesinden koparana kadar.

Ryu, dengesini kaybedip sendeledi; nefesi hâlâ düzensiz, kalbi ise göğsünde çırpınan yaralı bir kuş gibiydi.

“Hey, çocuk! Sen iyi misin?”

Sert ama yorgun bir ses yankılandı. Konuşan adam, yaşını belli eden çizgilerle dolu yüzü ve tozlanmış üniformasıyla yaklaştı. Güneş ışığında solukça parlayan rozeti, Blight Polis Departmanı'na ait olduğunu gösteriyordu.

Ryu’nun gözleri irileşti.
‘Po–Polis mi?!’

Nefes nefese, korkuyla çevresine baktı. Daha birkaç saniye önce yalnız olduğunu sandığı o lanet sokakta, birden siyah üniformalı adamlar belirmişti. Her biri sessizce pozisyon almış, silahlarını yaratığa doğrultmuştu.

Kanın ve metalin ağır kokusu hâlâ havadaydı. Ama o anda… yalnız olmadığını anladı.

Öleceğini sanmıştı. Bu karanlıkta kaybolup gideceğini.

Ama o rozetin solgun parıltısıyla, içine yeniden bir şey doğdu. Yaşamak gibi bir ihtimal.

“Herkes yaratığın etrafını sarsın!”
Yaşlı polis, sesi çatlak ama otoriter bir komutla bağırdı. Sol eliyle Ryu’yu kenara doğru çekerken, sağ elini kemerinin arkasına attı.

Tek bir hamlede ağır silahını çekti.

Tabanca, garip bir şekilde hem eski hem de tehditkâr görünüyordu. Ahşap kabzası, yıllar boyunca kullanılmış ama asla terk edilmemiş gibiydi. Metal gövdesi ise kararmıştı; ama hâlâ dayanıklıydı. Namlunun üstünde soluk gravürler vardı—anlamı bilinmeyen ama savaşı, kanı ve geçmişi anlatan izler.

Adam silahı kavrarken yüzü kararlıydı. Çevresindeki diğer polisler, eğitimli reflekslerle pozisyon aldı. Her biri farklı bir yönü tuttu; ama gözleri aynı hedefteydi—yerde hâlâ kan damlatan, dev gibi kaslı, et ve kemikten oluşmuş yaratıkta.

Yaratık, polislere bakarken içten içe hırıltı çıkarıyordu. Gözlerinde bir hayvani zekâ parladı. Sanki onların ne olduğunu, ne yapabileceklerini tartıyor gibiydi. Ama korkmuyordu.

Ryu hâlâ yere çömelmiş, solgun bir bakışla olan biteni izliyordu. Göğsü inip kalkarken, başını güçlükle kaldırdı.

“Bu… Bu silahlar işe yarayacak mı gerçekten…” diye fısıldadı, ama sesi neredeyse kendi kulaklarına bile ulaşmadı.

Yaşlı adam göz ucuyla Ryu’ya baktı. Sonra tekrar silahına döndü.

“... Bende bilmiyorum evlat” dedi, sesi donuk ama içten. “Ama elimizden başka bişey gelmiyor.”

Ve tetiği çekti.

Tabanca patladı.

Alevli bir ses, dar bir koridor gibi yankılandı etrafta. Merminin çıkışıyla birlikte barutun keskin kokusu havaya yayıldı. Silahın geri tepmesiyle yaşlı adamın kolu hafifçe geriye sarsıldı, ama o sarsıntıyı yılların alışkanlığıyla göğüsledi.

Kurşun, yaratığın omzuna isabet etti—ama onu durdurmadı.

Sadece… sinirlendirdi.

Yaratık, acıyla değil, öfkeyle inledi. Gözbebekleri büyüdü. Kasları gerildi. Yüzü... artık tamamen ölümün şekline bürünmüştü.

Yaşlı adam elini kaldırdı.
“ATEŞ!”

Komutla birlikte onlarca namlu aynı anda patladı. Gök gürültüsünü andıran bir ses, sokak boyunca yankılandı. Kurşunlar, ölümün metalden parçaları gibi yaratığın üzerine yağdı.

Bir kısmı doğrudan kafayı hedef almıştı — belki beynini parçalayabilirse onu durdurabilirlerdi. Diğerleri dizlerine, baldırlarına… yere düşürme umuduyla. Kalanlar ise gövdesini delip, bir yerlerde saklı hayati bir noktayı yakalayabilmek için sıralı atışlarla ilerliyordu.

Ryu, o an olduğun yerde kalakalmıştı. Sol şakağından yanağına süzülen ter damlası, başının içindeki düşüncenin ağırlığını taşıyordu.

'Cidden... o yaratığı durdurabilirler mi?'

Gözleri hâlâ savaş alanının ortasındaki devasa şeye kilitlenmişti.

'Hayır... hiç sanmıyorum.'

Yaratık kıpırdadı. Kurşunlar onu delip geçmiyordu ama… rahatsız ediyordu. Başını salladı, garip bir şekilde... sinirlenmişti.

Mermiler tenini yırtmamıştı belki, ama zihninde sivrisinek vızıltıları gibi dolaşıyorlardı — bastırılmış öfkesini yavaş yavaş açığa çıkaran bir rahatsızlık gibi.

Canavar, sağ elini yavaşça kaldırdı. Ağır kemikli parmaklarıyla yüzünü kapattı.
Bir an için... acı çekiyormuş gibi göründü.

Göğsü geniş bir nefesle inip kalktı, sonra bir adım geri sendeledi. Dizleri hafifçe büküldü, sanki gücünü kaybetmiş gibi. Yüzünü saklamaya çalışıyor, beden diliyle zayıflamış birini taklit ediyordu.

Yaşlı adam, yaratığın hareketlerini gözlemledikten sonra bir adım öne çıktı. Sağ elini havaya kaldırdı ve kararlı bir tonla emri verdi:

"Ateşi kesin!"

Bir kaç polisin kafası karışmıştı. Yaşlı adamın neden böyle bir emir verdigini anlamaya çalışırken ateş eden polislerden biri hala canavara odaklanmışken sordu:

"Efendim neden kesmemizi istiyorsunuz!?"

Yaşlı adam bu soru karşısında damarları belirginleşti ve sinirli bir ses tonuyla soru soran polise doğru bağırdı

"Size nediyorsam onu yapın! Soru sormaya hakkınız yok! Ateşi kesin sizi bok parçaları!"

Sanki daha önce yaşlı adamın bu yüz ifadelerini gören polisler istemsizce aldıkları emiri yerine getirmeye başladılar.

Silah sesleri birer birer sustu. Tetiği çeken parmaklar tereddütle gevşedi.
Geriye yalnızca barut kokusu ve uğursuz bir sessizlik kaldı.

Ryu, susturulan silahları fark ettiğinde gözleri açıldı. Nefesi daraldı.
Sesini bastıramadı.

"Ne yapıyorsunuz! Neden ateşi kestiniz!?"

Sözleri havada asılı kalırken…
Birdenbire gözleri irileşti. Teni, bir ceset kadar soldu.

Yaşlı adam... Ona doğru yürüyordu. Ama bu sıradan bir yürüyüş değildi.

Gözleri bembeyazdı.

Ağzının ve gözlerin kenarında… kara bir akıntı süzülüyordu. Sanki bir zombi gibi.

"A-Aaahh!"

Çığlığı, etrafı yankılayarak doldurdu.

Ryu’nun ayakları yerden kesildi, dengesini kaybedip sırtüstü yere kapaklandı. Kalbi, göğsünde çırpınan bir kuş gibi hızla atıyordu.
Ellerinin üzerinde geriye doğru sürünmeye başladı.
Teni bembeyazdı, nefesi düzensizdi.

Yaşlı adam…

Yavaş adımlarla yaklaşıyordu.
Adımlarındaki sakinlik, gözlerindeki şeytani parıltıyla uyuşmuyordu.
Yüzünde, karanlık bir neşeyle şekillenmiş iğrenç bir gülümseme vardı.Birden o gülümsemenin ardındaki şey harekete geçti.
Bedenini öne attı.

Yaşlı birinin koşma seviyesi yerine sanki genç ve atletik birinin koşma seviyesine sahipmis gibi Ryu'ya doğru ağzı açık şekilde atladı.

Tam o anda bir silah sesi duyuldu.

BANG!

Polislerden biri, titreyen elleriyle nişan almıştı. Mermisi, yaşlı adamın kafasına isabet etti.
Kuru bir et parçası gibi savrulan adam, Ryu’nun hemen önüne, yüzüstü yere düştü.

"Oda neydi öyle?! Neden Efendi Edrick bir anda yaratığa dönüştü?"
sordu herhnagi bir polis

"Efendi Edrick..."

Bir başkası ise bu olaydan dolayı hüzün içinde gibiydi

"Ne yapıyor! Herkes temkinli olsun anidan bizim başımızada bişey gelebilir!"

Ateş eden kişi bu kargaşayı düzenlemeye çalışıyor gibiydi.

Ryu bir an yerinden kıpırdayamadı.
Ama gözleri, yerde yatan cesede kilitlendi.

Yaşlı adamın gözlerinden ve ağzından siyah, yoğun bir sıvı akıyordu. Katranı andıran bu karanlık madde, yavaşça cesedin etrafında yayılmaya başladı.
Zemin, o siyahlığın temas ettiği her yerde bozuluyor gibiydi.

Ryu, nefesini tutarak temkinli bir şekilde ayağa kalktı.
Ama tam adım atacakken, gözleri yaşlı adamın sol ayağına takıldı.
Ayağının altından sarkan, deri görünümlü, pürüzlü bir doku vardı.

"…Bu da ne?"

Birden, o şey canlandı!

Derimsi dokunaç, yerden fırlayarak Ryu’ya doğru hamle yaptı, ardından karanlığın içinden gelen bir kuvvetle hızla yerin altına doğru çekildi.
Toprak çatladı, zemin titredi.

Dokunaç, yeraltından aniden fırlayarak o kişiye uzandı.

Polisler, etrafta yaralı olan insanlar, kaçmaya çalışan diğer insanlar ve Ryu... Hepsinin gözü sırtında altı tane uzun dokunacı olan o canavara bakıyordu

Yine evrimleşmişti!




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

Novebo discord sunucusu