Ryu ve yaratık, birbirlerinin gözlerinde kilitli kaldılar. Ryu, öyle bir korkuyla sanki zamanı unuttu; göz kırpmayı bile unutmuş, yüzündeki soğuk ter damlaları sessizce akıyordu. Karşısındaki canavarın, kırmızı gözleri adeta ruhunu delip geçercesine Ryu’ya dikilmişti. Geniş ağzından inen salya, gecenin karanlığında donuk bir ışık gibi parlıyor, her adımında boğucu bir havayı beraberinde getiriyordu.
Canavar—golem, kırmızı bakışlarıyla Ryu’yu uzun süre izledi. Yavaş, ritmik adımlarla birkaç kez ilerledi; her adımında yer sanki titriyordu. Ryu, ne hareket ettiğini ne de başka bir şey yaptığını fark etmedi; sadece o dehşet dolu bakışlara kilitlenmişti. Etraf, sessizliğin içinde boğucu bir ağırlığa bürünmüştü.
Ryu’nun zihninde fırtına kopuyordu:
"Ne yapacağım! Ne yapacağım! Ne yapacağım!"
Düşünceleri, adeta deliliğe sürüklenircesine hızla akıp gidiyordu.
Bir anda, karşısındaki yaratık tekrar yumruğunu salladı. Ryu, bedeninin neredeyse tüm hareket kabiliyetini yitirmiş, yumruktan kaçacak kadar hızlı değildi. Kendi iki kolunu, yüzünün tam ortasına çapraz bir şekilde kollarını konumlandırdı. Yumruğun etkisiyle, hava aniden dalgalandı; sanki ölümle yaşam arasındaki ince çizgi alevlendi ve Ryu, hızla taş yola doğru fırlatıldı. Yere düşme sebebiyle yerinden çıkan omzunda tekrar bir ses yükseldi—bir mayının patlaması gibi.
Kalabalık, aniden fırlatılan Ryu’ya döndü. İnsanlar, şaşkın ve tedirgin bakışlarla olan biteni anlamaya çalışırken hiçbiri yardıma gelmedi. Kimi, çocuklarını sıkıca tutup hızla uzaklaşmanın hesaplarını yapıyordu, kimi ise şüpheli ve endişeli gözlerle sahneyi izliyordu. Ta ki, karanlık sokağın derinliklerinden bir figür belirene kadar.
İri gövdesiyle gölgelerin içinden süzülen varlık, kocaman elini hafifçe duvara dayadı—yalnızca hafif bir dokunuştu, ama duvar parçalanarak moloz yığınlarına dönüştü. Ağzından sarkan salyalar, ışığın yetersizliğinde bile belirginleşiyor, parlak kırmızı gözleri loş sokağın en keskin noktası haline geliyordu.
İlk başta, kimse tam olarak ne olduğunu anlayamadı. Ancak birkaç kalp atışı sonra çığlıklar yükseldi.
"Yaratık! Yaratık!"
"Kaçın!"
"Bir yaratığın krallıkta ne işi var?!"
Panik bir dalga gibi yayıldı. İnsanlar birbirlerini iterek, çığlık çığlığa kaçışmaya başladı. Kimi dükkanına sığınmaya çalışıyor, kimi sokakları koşarak terk ediyordu. Kaos başlamıştı.
Ama yaratık, tüm bu korkuya rağmen hareket etmiyordu. Sadece orada duruyor, gözlerini Ryu’dan ayırmadan onu izliyordu. Ve Ryu, yerde acıyla kıvranırken o dehşet dolu bakışların kendisine saplanmış olduğunu hissedebiliyordu. Yaratık yüzündeki kasları daha da belirginleşti, derin bir nefes aldı ve şişen iri göğüsünu serbest bırakarak etrafa herkesi ezicek türden bir kükreme meydana geldi.
...
Yaratık, kocaman pençelerini zemine sapladı ve devasa taş parçalarını sökerek etrafa fırlatmaya başladı. Havada uçan molozlar, kaçan insanları acımasızca ezip geçiyordu—bazıları ortadan ikiye bölünerek yere yığılırken, bazıları kafatasları parçalanarak cansız bir şekilde yere seriliyordu. Çığlıklar, gökyüzüne yükselen kanlı bir senfoni gibiydi.
Ryu, dişlerini sıkarak ayağa kalktı. Yaralarının acısı keskin bir bıçak gibi vücudunu doğrayıp dursa da, şu an hayatta kalmaktan başka bir şey düşünemezdi. Bacaklarına zorla güç vererek koşmaya başladı. Daha sonra bu hareketin bedelini ağır ödeyecekti, ama şu an için önemli olan tek şey ölmemekti.
Etrafına düşen taş parçaları, bomba etkisiyle zemini sarsıyordu. Vücutlar havaya savruluyor, kopmuş uzuvlar sağa sola dağılıyordu. Gözleri dehşetle açılmış bir adam, tam kaçmaya çalışırken üzerine gelen bir kaya parçasıyla birlikte yere gömüldü—çığlığı bile yarıda kesildi.
Ryu, tüm bunlara rağmen duramadı. Ne kadar korkunç olursa olsun, burada ölmemeliydi. İnsanlar birer birer ölüyordu ve Ryu bunu durdurabilecek bir güce sahip değildi. İstemese bile, şu an tek yapabileceği şey kendini kurtarmaktı.
Ryu’nun ciğerleri yanıyordu, kalbi deli gibi çarpıyordu ama duramazdı. Ayağının altındaki taşlar sarsılıyor, her adımında dengesini kaybetmemek için var gücüyle çabalıyordu. ‘Siktir, neden hala gelen giden yok?! Şövalyeler, muhafızlar, polisler! Bu şeyin burada cirit atmasına nasıl izin veriyorlar?!’
Dudaklarını kanatacak kadar dişlerini sıktı ve hızını artırarak koştukça koştu. Ancak arkasından gelen sesler, zihnine ölümcül bir çivi gibi çakılıyordu.
Cart! Cart! Cart!
Ryu istemese de başını çevirip baktı. Ve gördüğü şey midesini bulandırdı.
Yaratık, yerde yatan cesetleri devasa elleriyle tek tek topluyor, açlıktan kudurmuş gibi ağzına atıyordu. Kemikler çatırdayarak kırılıyor, et parçalanıyor, kan ve ilik her yana saçılıyordu. Yaşlı bir adam... Küçük bir çocuk... Çaresizce bağıran bir kadın... Onları parçalayarak yutuyordu.
Sokakta hayatta kalan birkaç kişi bu sahne karşısında donakalmıştı. Bedenleri titriyor, yüzleri korkudan solmuştu. Kaçamayanlar, acılar içinde sürünerek uzaklaşmaya çalışıyordu. Ama hiçbiri bu şeyin elinden kurtulamayacaktı.
Ve sonra... yaratığın bedeni değişmeye başladı.
Her yediği cesetle birlikte kasları daha da sertleşti, cildinin altından çıkmaya başlayan kemikler, zırh gibi vücudunu kapladı. Omuzlarından aşağıya kadar uzanan dikenli çıkıntılar belirdi, her biri eski sahiplerine ait kemiklerdi. Bedeni genişledi, boyu yükseldi, kırmızı gözleri giderek daha da parladı.
Ama en korkuncu yüzüydü.
Önceden parçalanmış olan yüzünün yarısı, şimdi tamamen kemikten bir maskeyle kaplanmıştı. Geri kalan kısmı ise tuhaf bir şekilde düzelmişti. Simetrik, neredeyse insanımsı bir hal almıştı... ama gözlerinde hâlâ açlık ve vahşet vardı.
Ve en büyük fark... yumruğuydu.
Kaslarla kaplı olan devasa eli, etrafını kapyalan kemikler ile beraber şimdi bir metal eldiveni andıran, kan kırmızısı bir zırha dönüşmüştü. Tıpkı bir celladın baltası gibi, her an birisini ezmeye hazır görünüyordu.
Ryu’nun nefesi giderek düzensizleşiyordu. Ne yapması gerektiğini bilemiyordu, ancak tek bildiği şey, ölmemek için her şeyi denemek zorunda olduğuydu. Her bir adımda bacakları sanki taştan kesilmiş gibi ağırlaşıyor, her nefes alışında göğsü sanki eziliyordu. Koşmak, bu halini daha da kötüleştiriyordu ama başka şansı yoktu.
Gözleri, ardındaki canavara odaklanmıştı, onun ne kadar yaklaştığını her an hissediyordu. Ne var ki, yokuşun ne kadar dik olduğunu fark edemedi, zihni sadece hayatta kalmaya odaklanmıştı. Ayağı, taşlara takıldı ve vücudu kontrolünü kaybetti. Bir an, her şeyin kararmasına neden olan o hüsranla yuvarlanmaya başladı.
Yokuşun sonunda, her zaman kalabalık olan meydan pazarına çıkıyordu, ama bu sefer her şey farklı olacaktı. Yaratık, her bir adımda Ryu'nun daha da zorlanmasına neden olurken, pazara çarpan adımlarının ağırlığı, kaosa yol açıyordu. Çevresindeki kalabalık sadece seğiriyor, kimse ne olup bittiğini anlayamıyordu. Ryu, nihayetinde bir tezgaha çarptı. Çarpmanın gücüyle yükselen toz bulutu etrafı sardı. Tezgahta duran adam, şaşkın bir şekilde yere düşen Ryu'yu gördü ve öfkeyle bağırdı:
“Seni velet! Ne yaptın sen?!”
Çarpmanın etkisiyle kafasında kan akarken öksüren Ryu, konuşmak için bile nefesini zar zor düzeltmeye çalışıyordu. Tezgahın sahibi adam Ryu'nun eski ve yırtık tişörtünü tutarak kendine doğru çekti "Bunların hepsini nasıl ödeyeceksin!" dedi sinirli bir şekilde.
Ryu’nun parmakları, adamın koluna zayıfça tutundu. Geri itmeye çalıştı ama gücü yetmiyordu. Nefesi kesilmişti, başı dönüyordu. Gözlerinin önünde her şey bulanıklaşıyor, sesler uğultuya dönüşüyordu.
“Bırak…” Sesi çatallaştı. Boğazı kuruydu. “Lütfen… bırak beni…”
Ama adam hiç oralı olmadı. Ryu’yu sıkıca kavradı, boşta kalan elini sıktı ve kaslı kolunu geriye çekti. Yumruğunun gölgesi Ryu’nun görüş alanını doldurdu.
“Seni küçük piç—”
Ve sonra zaman bir kaç saniyeliğine durdu. Havada, taşın etrafını saran sert ve keskin kan kokusu vardı. Bir gölge, hızla adamın yüzüne çarptı. Gürültülü bir “çat” sesi yankılandı. Kemiklerin kırılma sesi, etin parçalanışı ve beyin sıvısının yere sıçrayışı… Adamın cümlesi, yarım kalan bir fısıltıya dönüştü.
Vücudu birkaç saniye ayakta kaldı, sanki zihni olup biteni kavrayamamış gibi. Sonra, cansız bir kukla gibi geriye düştü.
Ryu, hala titreyen ellerini yüzüne götürdü. Gözleri, donmuş bir şekilde önünde yatan bedene bakıyordu. Ne olduğunu anlamaya çalışırken midesi bulandı.
'Hayır... Hayır! Hayır! Hayır! Bu gerçek olamaz demi bunların hepsi bir rüya olması lazım!?"
Ryu’nun aklı parçalanıyordu. Gözyaşları artık kontrolsüzce akıyor, dudakları titreyerek anlamsız mırıldanmalara karışıyordu. Etrafındaki dünya bulanık, uğultulu ve karanlıktı—tıpkı zihninin içi gibi. Her şey üstüne üstüne geliyordu. Bu… bu sahne, sadece bir kâbus olmalıydı. Ama acı çok gerçekti.
Sokaklarda yıllardır yaşamıştı. Açlık, dayak, işkence… hepsine tanıklık etmişti. Ama bunun gibi bir katliama hiç sahit olmamıştı. Ölüm artık sadece bir olasılık değil, derinlerde hissedilen bir gerçeklikti.
“Bu sefer… harbiden ölebilirim” dedi içinden. Boğazı düğümlendi.
Titrek bir sesle fısıldadı:
“Kaçmam lazım... Kaçmam lazım! En yakın polis departmanına... bir yere!”
Korkunun içine düşmüş bir çocuğun çaresizliğiyle ayağa kalkmaya çalıştı. Dizleri güçsüzdü, kolları titrekti. Henüz doğrulmadan bir taşın üzerinden kaydı ve tekrar yere düştü. Ellerini kanlı taşlara bastırarak denge kurmaya çalıştı. Aniden arkadan gelen yüksek sesli çığlığı duyunca arkasındaki yokuşun başına baktı. Ve bir an zaman bir kaç saniyeliğine durmuş gibiydi.
Dumanların arasında bir figür vardı. İnsan silueti gibiydi ama çok daha kötü… çok daha bozuk. Ryu, kısık gözleriyle bakarken o figür daha belli oldu
"O düşündüğüm şey olamaz, değil mi?"
Ryu git gide daha tedirgin olmaya başladı. Az önceki gelen çığlık o yaratığın olması lazımdı çünkü. Onun gibi çığlık atabikecek kimse olmadığından Ryu, şövalyelerin veya polislerin o yaratığı durdurduğu ihtimali bir ihtimal ön plana koydu.
Toz bulutların dağılmasıyla beraber, uzun saçlar bellirdi. Bu bir kadındı... ama bir şeyler yanlıştı.
Toz bulutları görüşü bastırıyordu; silüeti belli belirsizdi. Kadın, sarsak ama kararlı adımlarla ilerlemeye çalışıyordu—sanki var gücüyle hayatta kalmaya çalışır gibi. Ama sonra... göğsünden bir şey yükseldi.
Metalik bir parıltı...
Sanki kemiklerden örülmüş bir çelik aniden yerin altından fışkırmıştı. Devasa bir pala. Etrafını saran kıvrımlı dikenler ve dokusu, metalden çok ölü bir şeyin uzantısı gibiydi. Kadının gövdesine saplanan o pala, onu bir oyuncak gibi havaya kaldırdı.
"H-hayır... Anne... yardım et!"
Sesindeki acı, tüm karanlığı yırtabilecek türdendi. Gözlerinden dökülen yaşlar, sadece fiziksel acının değil, içinde kıvranan çaresizliğin dışa vurumuydu. Ve o an...
Kadının vücudu birden titredi. Göğsünden sızan kan, ince bir ip gibi akmaya başlamıştı—önce zarif, sonra vahşi. Karanlık gökyüzünün altında, bedeninden boşalan kan, yere doğru düzensizce süzülüyordu.
"HAYIR! HAYIR! ÖLMEK İSTEMİYORUM!" diye haykırdı, sesi yankılanarak sokaklarda çarptı.
Ve o anda...
Cart!
Bir çatırtı. Korkunç, ilik donduran bir ses.
Kadının vücudu, göğsünden fışkıran dikenli sivri uçlarla havada parçalandı. Etten bir çiçek gibi patladı. Her bir uzuv, her bir parça, ayrı yönlere savrulurken, yere düşen kan, yokuşun eğimine uyum sağlayarak adeta bir kan şelalesine dönüştü.
Kırmızı, siyahla karışıyor, sanki yeryüzü bir mezbaha gibi görünüyordu. Ve geriye kalan tek şey... kesilmiş bir çığlığın yankısıydı.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı