Limana gelmiştim. Geldiğimi belli etmek adına motorun gazını kökledim ve kesiciye soktum. Bizim çocuklara ait bir araba vardı, bunlar Xavier’e haber verenler olmalıydı. Kaskımı çıkardım ve motordan inerek üstüne koydum.
İçim yanıp tutuşuyor Aidan, yumruklarımı sıkıyorum, sana musallat olan herkesi pişman edeceğim. Belki de birkaç metre ötemdesin, seni canlı istiyorum. Birikte buradan çıkalım istiyorum.
Limanın girişine doğru ilerlerken çocuklar arabadan indi ve önümü kestiler. “Theron!” Kaşlarımı çattım. Onları daha önce hiç görmemiştim. “Xavier geleceğinden bahsetmişti, seninle geleceğiz!” Başımı iki yana salladı. “Tek başıma halledeceğim.” Artık daha fazla insan benim yüzümden zarar görsün istemiyordum. “Ama—“
“Bana karşı gelmeyin, sizi bayıltıp içeri öyle girerim.” Sesleri kesildi, içlerinden en kısası arabaya geri döndü, içinden bir şey aldı ve yanımıza geldi. Elinde üç şişe vardı, uçları bezle bağlıydı. “Ruby hazırlıklı olmamızı söylemişti, bizde molotofları hazırladık.” Güldüm. Çok saçmaydı, ne ara bu molotofları hazırlamışlardı? Ruby gerçektende benim için endişelenmiş olmalıydı. “Arabada birkaç şişe alkol vardı, bende hırkamı yırtıp ağzına doladım.”
“Teşekkür ederim. Birini ben alıyorum, diğer ikisini ambarın içine atın.” Başlarını sallayarak onayladılar. “Ben gidiyorum, sakın kafama atmayın, ona göre.”
Derin bir nefes aldım, hava daha kararmamıştı, sadece birkaç saat vardı. Hareketlendim ve limana girdim. Okyanusun kokusu burnuma geldi, etraf eski ve kötü kokuyordu. Kullanılmayan kasalar üst üste dizilmişti, gerçekten çok eski bir limandı. Uzun zamandır da kullanılmadığı çok belliydi, iskele ahşaptandı ve sanki her an yıkılabilecekmiş gibiydi. Ambar da çürümüştü artık.
İyice ilerlediğimde kalbimde ki ateş daha da körükleniyordu, öfkem dinmiyor; aksine beni heyecanlandırıyordu. Aidan’a kavuşmak üzereydim.
Kasaların ardına geçtiğimde ambar karşımda kalıyordu. Ama etrafıma baktığımda yaklaşık bir on beş adam karşımdaydı. Hepsi ambarı ve gemiyi koruyordu. Cebimden çıkardığım çakmakla şişenin ucundaki bezi yaktım. Hafifçe elimde çalkaladım. “Eto nepobedimyy Theron, atakuyte!” (Bu AltEdilemez Theron, saldırın!)
Kalabalığı dağıtmak için önce ahşap kasaların yanında duran adamlara molotofu fırlattım ve anında patladı. Birisi alevlere sarılmışken can havliyle bağırarak denize koşmaya başladı.
Bana doğru koşan adamlardan birinin suratına sıçrayarak yüksekten bir tekme indirdim, ayak kemiğim çenesine çarptığında sesi yankılandı. Adam geriye savrulup yere kapaklandı. Ardından öne fırlayıp bir başkasının göğsüne yumruğumu geçirdim. Kaburgalarının çatırdadığını hissettim, nefesi kesilmiş olmalıydı.
Yanımdan geleni omuzdan tuttum, dizimi sertçe karnına geçirdim, iki büklüm olunca suratına aşağıdan gelen tekme savurdum. Diğerleri artık bağırarak üstüme koşuyordu. Duruşumu aldım, boşluk yakaladığım an peş peşe yumruklarla çenelerini dağıttım.
Bir silah patladı. Saniyeler içinde yana doğru kaydım, mermi yanımdan geçti. Silahı doğrultan adamın üzerine fırladım; elini tutup yukarı çektim, parmakları gevşedi, tabanca düştü. Suratına tek yumruk indirdim, bilincini kaybetti.
Alev artıyordu, ahşaplar çoktan tutuşmuştu. Kontrol altına almaya çalışıyorlardı. Çok telaşlılardı, içleri malzeme ile dolu olmalıydı. Onlar için önemli mallar oradaydı.
Bir anda beş kişi birden üzerime atıldı. İlkine dönerek tekme attım, tam yüzüne çarptı. İkincisine yumrukla göğsüne vurup geri gönderdim. Üçüncüsünün suratına dizimle vurdum. Diğer ikisi sopalarını salladı; eğilip kalktığımda biri boşluğa vurdu, sopasını elimden kaptığım gibi başına indirdim.
On dakika bile sürmedi. Dışarıdaki yirmi adamın hepsi yerdeydi. Benimse yalnızca alnımdan ter damlıyordu, soluk soluğaydım; göğüsüm hızla kalkıp iniyordu. Hiçbir yerimde bir çizik bile yoktu.
Ambar kapısını açtığımda içerisi çok daha kalabalıktı. Silah sesleriyle karşılandım. Mermiler kasalara saplandı ama hiçbiri bana değmedi. İçeri dalıp ilk adamın kafasına döner bir tekme indirdim, boynu yana savruldu ve yere düştü.
Sonra bir cam patlayarak içeriye bir molotof girdi, kasalar hızla alevlenirken yangın büyüyordu. Ortam sıcaklaşmıştı bile.
Yanımda aniden beliren iki kişiye yumruk üstüne yumruk yağdırdım, çeneleri dağılır gibi oldu. Arkadan biri üzerime atıldığında ani bir sıçrayışla havaya çıktım, döner tekmeyle suratına çarptım. O bayılırken yere iner inmez önümdekine yumruk savurdum.
Daha fazlası geliyordu. Birini omzundan tutup dizimi art arda karnına vurdum, nefesi kesilince yere fırlattım. Başkasını gözüne indirdiğim tekmeyle devirdim. Bir grup aynı anda üstüme çullanmak istedi; önce yumrukla önlerindekini yere serdim, ardından yanımdakine dönüp yüksek bir tekme attım, dişleri kırılarak yere düştü.
Bir molotof şişesi bir başka camdan tekrar içeri daldı. Bu sefer bir başka taraf yanmaya başlamıştı. Benle uğraşmaktan alevle ilgilenemiyorlardı çünkü yangından daha tehlikeliydim.
Silah sesleri yeniden patladı. Bu kez mermiler kulağımın dibinden geçti. Hemen atıldım, silah tutan adamın bileğine tekme indirdim, kemikleri çatırdadı. Çığlık attığında suratına sert bir yumrukla noktayı koydum.
Dudaklarımı araladım, göğüsüm hızla kalkıp inmeye devam ederken soluklandım. Yutkundum. Aidan nerede? Vladimir? Onlar nerde? Kontrolsüz bir şekilde molotof atıldı ancak… ya onlar bir yerde kaldıysa?
Yerde acıyla kıvranan bir adam gördüğümde hızla yanına gittim ve eğilerek saçını tuttum. Başını kaldırdığımda belimden çıkardığım silahımı yanağına yasladım. “Vladimir ve kaçırdığı çocuk nerede?”
“C—choto?” (Ne?) Gözlerimi devirdim ve öfkeyle soluklandım. Saçlarını dahada sıkarak çekiştirdim ve yanağını acıtacak şekilde silahı suratına bastırdım. “Gde tot paren’, kotorogo pokhishchil Vladimir?” (Vladimir’in kaçırdığı oğlan nerde?”
“O—otkuda… mne znat!?” (Nerden bileyim!?) Dişlerimi sıkarak tetiği çektim. Kaşlarımı çattığımda gözlerimi onun korku dolu gözlerine diktim. “Govori, blyad!” (Konuş lan!)
“T—tam zdes’, pod zheleznoi dveryu v pravom uglu trjuma… oni pod zemlyoy!” (Orada! Ambarın sağ köşesindeki demir kapının altında, yer altındalar!) Kabzayı suratına vurduğum gibi bayılttım ve ayağa kalktım. Söylediği yere ilerlerken kalbim hızlanıyordu. Daha önce hiç bu kadar heyecanlanmamıştım. Aidan gerçekten buradaydı, onu bulmuştum. Kurtaracaktım. Sadece birkaç merdiven altındaydı.
O sırada yangın daha da artmıştı. Adamın dediği yere geldim ve ağır kapıyı kaldırarak yavaş adımlarla aşağı indim. Silahı doğrultmuş bir şekilde ilerliyordum.
Pis kokular vardı, koridoru aydınlatan tek şey yanıp sönen bir ampüldü. Korkunç ve soğuktu ancak yukarıdaki yangın resmen burayı bile yavaş yavaş ısıtmaya başlamıştı.
Koridorun sonunda sadece bir kapı vardı. Ayağımla tekme attım ve içeriye daldım. Oda boş gibi duruyordu ama solumu ve sağımı kontrol ettiğimde sağ tarafta onları gödüm. Vladimir sandalyede otururken Aidan baygın bir şekilde köşede oturuyordu. Baygın mıydı… yoksa ölmüş müydü? Gözlerim genişledi. Hızla silahı tutuşumu sabitledim ve ona doğrulttum. “Bırak onu.”
Yüzünde morluklar vardı, her yer iğne iziyle kaplıydı. Boynu bile. Odada Vladimir ile birlikte dört kişi vardı. Diğerlerini tanımazken içlerinden birisi çok tanıdıktı. Oydu. Hain. Nicolas oradaydı. Utancından suratıma bakamıyordu. Vladimir gülümsedi ve başını hafifçe geriye yasladı. “A, zdravstvuy, tigrenok.” (Ah, hoş geldin kaplancık.) “Erkencisin, daha geç gelirsin sanmıştım.”
“Iskalamayacağımı biliyorsun, bırak onu.” Ayağa kalktı ve karşıma geçti. Birkaç adım geri giderek silahı ona doğrultmaya devam ettim, aramızdaki mesafeyi korudum. “Bedavayada bırakmayacağımı sen biliyorsun, anlaşma yapacağız.” Gözlerimi kıstım. Rusça adamlara emir verdi, yangını kontrol altına almalarını, bu şekilde sadece dikkat çektiklerini söyledi. Adamlar emri alır almaz odadan çıktı. Nicolas da tam gidiyordu ki Vladimir onu durdurdu. “Hoppa, sen kal oğlan.”


İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı