Aynı anda, göklerin derinliklerinde...
Hermes, yine yıldızlarla örülmüş Konsey salonuna girdi. Başını eğdi, ama yüzündeki ifade ciddiydi.
- Efendilerim, Shu Nox Lumin yeni bir mucize gerçekleştirdi. Kendi halkına zor zamanda yardım etmek için bir ağaç büyüttü. Bu ağaç, siyah ve beyaz meyveler veriyor. Beyaz elmalar soğuğu uzaklaştırıyor, siyah elmalar açlığı gideriyor. Şimdi sadece kendi halkı onu bir Tanrı değil diğer halklar da Tanrı olarak görüyor. İnananlarının sayısı kısa sürede on binleri aştı.
Konseyde uğultular koptu. Tahtlarında oturan Tanrılar birbirlerine döndü.
- İnanç bu kadar hızlı büyüyorsa... bu sadece sıradan bir gelişim değil.
- Yenidoğan olsa bile, güçlenme hızı olağanüstü.
- On bin inançla bir Tanrı, yüzyıllarca sürecek bir yolculuğu aylar içinde kat edebilir.
Hermes sesini alçalttı:
- Ama hatırlatırım: Bu hâlâ Yenidoğan bir Tanrı'nın doğasında olan bir şeydir. İnançla şekillenmeye en açık oldukları dönemdir. Lumin sadece halkına umut oldu. Bu büyümeyi doğal karşılamalıyız.
Bazı Konsey üyeleri başlarını salladı:
- Hermes haklı. Biz de benzer mucizeler göstermiştik. Sanki kendi büyümemi izliyorum.
- O sadece inancın yansımasıdır.
Fakat diğerleri gözlerini kısmıştı:
- Hayır. Bu farklı. O ağacı sadece bir mucize değil, bir simge yaptı. Işık ve gölgeyi tek bedeninde topladı, şimdi de halkına somut bir armağan verdi. Eğer denge bozulursa, o ağacın meyveleri bile felakete dönüşebilir.
En yaşlılardan Elder Thamyss, bastonunu yere vurdu. Gür sesi tüm salonu doldurdu:
- Kararımız değişmeyecek. Fakat unutmamalıyız; Böyle bir Tanrı'nın çöküşü, sıradan bir düşüş olmayacaktır. O zaman ne gölge ne ışık kalır; sadece yıkım doğar.
Hermes başını eğdi ama içinden geçenleri gizleyemedi. Kalbinde hafif bir kıpırtı vardı:
- Belki de Lumin, bizim bile göremediğimiz yeni bir yol açıyor...
---
Shu Nox Lumin'in İç Dünyası
Gözlerim kapalıydı. Bedenim hâlâ Akademi'de, bir yatakhanenin sessiz köşesinde uyur gibi duruyordu. Ama bilincim derinlerde, halkımın arasındaydı. Onların sevinç çığlıklarını, minnet dualarını, gözyaşlarını tek tek hissediyordum. Her biri kalbime dokunan bir kıvılcım gibiydi.
"5627..."
Sayı zihnimde yankılandı. Takipçilerim artık beş bini geçmişti. Her yeni kalp, her yeni inanç, içimde büyüyen bir ateşi körüklüyordu. Benim gibi bir Yenidoğan için bu olağan sayılırdı, evet... Ama yine de, onların bana olan güvenini boşa çıkaramayacağımı biliyordum.
Kendi halkım çoktan 5000'i aştı ve yeni inananlar var. Bu harika bir haber değil mi benim için?
İkili Elma Ağacı'nın dallarında titreşen ışığı hissettim. O mucizeyi ben yaratmıştım ama aynı zamanda o ağaç, benim içimdeki çelişkinin dışarı yansımasıydı. Bir yanım karanlığa ait, bir yanım ışığa... İkisini birbirinden ayırmak bana artık imkânsız geliyordu.
Kendi kendime fısıldadım:
- Ben kimim? Bir kurtarıcı mı, yoksa dengeyi bozacak bir tehlike mi?
-Fakat bir tehlike olmak istemiyorum. Ben sadece halkıma huzur getirmek istiyorum.
Beyaz elmayı tutan çocuğun yüzünde yayılan mutluluk gözlerimin önünden gitmiyordu. O an içimde huzur vardı. Ama sonra siyah elmayı yiyen askerin gözlerinde gördüğüm doyum bambaşkaydı... Sanki gölgem onunla birlikte büyüyordu.
İnanç arttıkça gücüm de artıyordu. Bu güç, bir yandan bana güven veriyor, diğer yandan ürkütüyordu. Çünkü biliyordum: Tanrılar Konseyi gözlerini üzerime çevirmişti. Onlar için ben hâlâ sadece bir Yenidoğan'dım, sınırlarımı çok fazla aşmamam gerekiyordu.
Acaba bu yaptığım mucize bir sınırı aşmak anlamına mı geliyordu?
Sınırı aşmak istemiyorum. Kendi yerimi biliyorum. Onlarca güçlü Tanrı arasında diplerde değil miyim?
Ama halkımın açlığını görmezden gelebilir miydim?
Onları soğuğa terk edebilir miydim?
Nasıl diğer klanlardan düşük bir konumda olmasını kendime yedirebilirdim?
İçimdeki sesler çatışıyordu:
Işık tarafım: "Merhamet et, onların duası senin gücün olsun."
Gölge tarafım: "Daha fazlasını yapabilirsin. Onları sadece kurtarma; onları güçlü kıl. Senden başka kim onları koruyabilir?"
Derin bir nefes aldım. İçimdeki dengeyi korumak zorundaydım. Çünkü bir taraf ağır basarsa, ben artık Shu Nox Lumin olmayacaktım.
Ama en çok da şunu düşündüm:
- İnanç bana güç veriyor... Peki ya ben onlara fazla güç verirsem? Bir gün halkım bana değil, mucizelere mi inanacak?
Kendi mucizemin gölgesinde kalmaktan korktum.
Fakat halkıma inanmalıyım.
Ben bile onlara inanmayacaksam varlığım inkar edilebilir bir hal alır. Bunu istemiyorum.
İnanmak istiyorum.
Hem kendime hem de halkıma inanmak ve daha fazla inanç toplamak istiyorum.
İçimde ki iki farklı kutbun sesleri sonsuza kadar çıkacak. Bunu biliyorum ama korkmak da istemiyorum.
Ben denge olmalıyım.
Kendi dengemi asla bozmamalıyım.
Vizyon
Lumin gözlerini kapadığında dış dünyanın sesleri bir sis perdesi ardında uzaklaştı. Ne Akademi'nin odası, ne halkının çığlıkları... Sadece kendisi vardı. Sonsuz bir boşlukta süzülüyordu.
Birden karanlıkla ışık birbirine karışmaya başladı. Siyah duman ve beyaz parıltılar, bedeninin etrafında dönen iki ejderha gibiydi. Onlardan biri sıcak bir huzur yayıyor, diğeri soğuk bir kudret fısıldıyordu.
Işık tarafı konuştu:
- Sen merhametten doğdun. Onların dualarına karşılık ver, acılarını dindir. İnsanlar sana kalplerini açıyor çünkü güven istiyorlar.
Gölge tarafı alaycı bir gülüşle cevap verdi:
- Hayır, sen gücün özüsün. Onlar sana sığınıyor çünkü hayatta kalmak istiyorlar. Onları sadece yaşatmakla yetinirsen, gelecekte nice felaket tarafından ezilecekler. Onları güçlü kıl, korkulacak bir halk yap!
Lumin suskun kaldı. Bu içsel çekişmenin ortasında zihni bulanık bir rüya gibi değişmeye başladı. Önünde sislerden bir yol belirdi. Adımlarını attığında sis dağıldı ve bir vizyon açıldı.
İlk gördüğü şey gelecekteki Shu halkıydı.
Beyaz elmalarla aydınlatılmış kış gecelerinde insanlar birbirlerine sarılıyor, çocuklar gülüyordu. Soğuk onları öldürmüyor, açlık onları kırmıyordu. Bu sahnede halkı mutluluk ve birlik içindeydi. Sayıca oldukça artmışlardı.
Ama sonra görüntü değişti.
Siyah elmalardan güç alan askerler, ağır zırhlarla yürüyordu. Karşılarında başka kabileler vardı ve Shu halkı üstün güçle onları eziyordu. Yüzlerinde gurur vardı ama aynı zamanda bir kibir, bir vahşet... Bu manzara Lumin'in kalbini sıkıştırdı.
Vizyon daha da ilerledi.
Bir dağın zirvesinde, gökyüzüne yükselen dev bir tapınak gördü. Tapınağın girişinde Lumin'in heykeli vardı; bir yarısı ışık, diğer yarısı gölge. Binlerce insan secde ediyordu. Fakat onların yüzlerinde farklı bir şey dikkat çekti: İnanç değil, korku...
Lumin geri adım attı, içi ürperdi.
- Bu... benim geleceğim mi?
O sırada iki taraf yeniden konuştu:
Işık: "Bu görüntü bir uyarı. Halkın seni sevmeli, senden korkmamalı. Onları merhametle yönlendir."
Gölge: "Hayır. Korku, sadakatin en sağlam köküdür. Senin halkın güçlü olmalı. Tapınakların gölgesinde bile titremeliler ki, seni asla terk etmesinler."
Lumin yere iyice çöktü. Elleri titriyordu. Hem ışığın hem gölgenin doğru gibi görünen sözleri vardı. Ama kalbinde tek bir soru yankılandı:
- Ben Tanrı oldum... peki nasıl bir Tanrı olacağım?
O an içinden bir başka ses doğdu. Ne ışığa ne gölgeye aitti, tamamen kendi özünden çıkan saf bir yankıydı:
- Ben Shu Nox Lumin'im. Ben dengeyi temsil ediyorum. Işıkla gölgenin, korkuyla sevginin ortasında duran bir varlığım. Halkımın kaderi benim seçimlerime bağlı olacak.
Bu farkındalık bir şimşek gibi zihnini aydınlattı. Gücünü az çok hissetmeye başladı: İnanç dalgaları bedeninde akıyor, her dua bir damarına dokunuyordu.
Henüz tam olgunlaşmamıştı ama eğer isterse, tek bir düşünceyle bir ormanı yeşertebilir, tek bir öfkeyle bir şehri gölgelerle boğabilir ve nice insanın son nefesini alabilirdi.
Ama asıl korkusu gücün kendisi değildi.
Asıl korkusu, kendi seçimlerinin halkının geleceğini karartma ihtimaliydi.
Vizyon yavaşça soldu, sis yeniden etrafını sardı. Son sözler, hem ışığın hem gölgenin fısıltısı oldu:
- Seçim senin...
Lumin gözlerini açtığında ter içindeydi. Ama içinde derin bir şey değişmişti. Artık biliyordu: Sadece halkını kurtaran bir mucize yapan Yenidoğan Tanrı değildi. O, geleceğin dengesini belirleyecek bir varlıktı.
Belki de dengesini bozacak...
Akademideki Günler
Aradan birkaç gün geçmişti. Akademi'nin taş duvarlı koridorları, yüksek tavanlı salonları ve yurt odalarının sessizliği Lumin için aynıydı ama o, kendisini bambaşka biri gibi hissediyordu. İçinde yaşadığı vizyon hâlâ zihninin derinliklerinde yankılanıyordu. Ne ışığın ne gölgenin sesi tamamen susmuştu. Onlar, onun ayrılmaz bir parçasıydı.
İlk duyduğu zamandan sonsuza kadar kendisiyle birlikte olacaklardı.
Derslere giriyor, hocaları dinliyor, not alıyor ama her hareketi diğerlerinden farklı bir dikkat çekiyordu. Çünkü Lumin'in bakışında, sesinde, hatta oturuşunda bile başka bir ağırlık belirmişti.
O eskisiyle kıyaslanmayacak kadar farklı ve özel bir auraya sahip olmuştu.
Akademi’nin yüksek salonunda öğretmen olan Tanrılar, Lumin’in içindeki dönüşümünü uzaktan izlerken sessiz kaldılar. Onların gözleri sıradan insanın göremediği katmanları görüyordu:
Lumin’in aurası artık tek renkli değildi. Işık, gölgeyle sarmaş dolaş olmuş, sanki evrenin iki zıt ilkesi onun etrafında dönüyordu. Bu görüntü, yüksek Tanrıların bile dikkatini çeken bir istisnaydı. Çünkü genellikle Tanrı çocukları ya göğe ait ışıkla ya da yerin derin gölgeleriyle özdeşleşirdi; ama Lumin’in aurası ikisini aynı anda barındırıyordu.
Nötr olarak görülen Tanrılar basitçe içinde karanlık ve aydınlığı birleştirmiş olarak kabul ediliyordu.
Fakat Shu Nox Lumin de bu birleşim daha farklıydı. Yani onun içinde ki aydınlık ve karanlık o kadar zıttı ki...
Gerçekten de nasıl birleşebildikleri kafa karıştırıcıydı.
Tanrı çocuklarından bazıları bu dengeyi görünce ürperdi. Onlar için bu, kontrol edilemeyen bir güç işaretiydi.
– Eğer bu denge bozulursa, yalnızca kendisini değil, halkını da yok edebilir.
diye fısıldadı içlerinden biri.
Öğretmen konumundaki yüksek Tanrılar ise daha ağırbaşlı baktılar. Onlar bu aurada, çok daha eski çağlardan gelen bir yankıyı sezdi:
– Bu, ilkel denge tanrılarının işaretine benziyor. Ama nasıl olur? Bizim çağımızda o kudret çoktan uykuya dalmıştı…
Bazıları Lumin’in ışığına bakınca kalplerinde bir umut kıvılcımı hissetti. Diğerleri ise gölgesine gözlerini çevirmeye cesaret edemedi, çünkü o gölge sonsuzluğu andırıyordu.
Akademi’nin en yaşlı yüksek Tanrısı ise uzun bir sessizlikten sonra tek bir cümle kurdu:
– Bu çocuk ya yeni bir çağın habercisi olacak… ya da felaketin ta kendisi.
Bazıları bu konuya ciddi bir bakış açısı ile bakarken bazıları da oldukça alaycıydı.
Böyle tipler her zaman olurdu.
İster insanlar arasında ister de Tanrılar arasında...
Akademi’nin arka bahçesinde yarı Tanrılar kendi aralarında toplanmış, Lumin’in son halini konuşuyorlardı.
Gözlerinde küçümseme, seslerinde hafif bir alay vardı.
– Görmüşsünüzdür değil mi? Etrafında ışık mıymış, gölge miymiş, duman gibi bir şeyler dönüyor!
dedi biri kahkahayı patlatarak.
– Ben de gördüm.
diye atıldı bir diğeri. Sonra devam etti.
-Sanki ucuz bir şaman gösterisi. Halkı kandırmak kolay tabii. Biraz parılda, biraz da karanlık saç, hemen ‘seçilmiş’ oluyorsun.
Üçüncüsü kıkırdayarak ekledi:
– Benim annem bile sabah güneşte yıkansa öyle parlıyor. O zaman annem de mi Yüce Tanrı olacak?
Aralarındaki en dalgacı olanı ise sesini alçaltıp Lumin’i abartı ve saçmalıkla taklit etti:
– Ben dengeeeeyim… ışık ve gölgenin çocuuuğuyum… bana tapın yoksa karanlıkta kaybolursunuz!
Hepsi gülüşmelere boğuldu.
Ama gülüşlerin arasında bile bir anlık sessizlik oldu. Çünkü içlerinden biri fark etmişti:
– Şaka bir yana… siz o gölgeyi gerçekten gördünüz mü? Yani gözünüzü içine çekiyor gibiydi. Ben biraz fazla baktım… kalbim hızlandı.
Diğerleri bu sözle alay etmeye devam etti ama kahkahalarının altında ince bir huzursuzluk gizlenmişti.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı