Önceki bölüm
Fakat Lumin’in dönüşümü sadece bir kutsama değildi; aynı zamanda bir uyarıydı. Çünkü o anda herkes fark etti: Eğer denge bozulursa, bu Tanrı’nın içindeki ışık ve gölge birbirine düşecek, dünyayı ikiye bölecekti.
.
.
.
.
.
.
Akademi’nin taş duvarlarının arasında, sessiz bir odada Shu Nox Lumin yatıyordu. Yurt odası sıradan görünüyordu; sade bir yatak, küçük bir masa ve üzerinde dağınık parşömenler… Ama odanın ortasında oturan Lumin’in hâli sıradan değildi.
Gözleri sıkıca kapalıydı. Nefesi yavaş ve derindi. Onun bilinci, bedeninden kopmuştu. Aşağıda, halkın arasında ışık ile gölgeyi aynı anda kuşanmış ihtişamlı bir varlık olarak görünüyordu. Fakat aslında tüm bu görüntü, onun zihninden doğan bir yansımaydı.
Bunu derste öğrenmişti.
Tanrılar ve halk arasında bir bağ vardı. Bu bağ o kadar kuvvetliydi ki aralarında ki mesafe ne kadar uzak olursa olsun Tanrılar, halkına ulaşabilirdi.
Odanın içinde sessizlik hakimdi, fakat dikkatle bakılsa etrafındaki hava hafif dalgalanıyordu. Bir yanı soğuk gölgelerle dolu, diğer yanı sıcak ışık huzmeleriyle parlıyordu. Odanın köşelerinde gölgeler kıvrılıyor, tavanda ise altın ışık desenleri belirip kayboluyordu.
Lumin’in dudakları kıpırdamadan konuşuyordu:
“Görüntüm halkın arasında… ama özüm burada. Gözlerim kapalı, çünkü onların duasını içimde tartıyorum. Eğer kabul edersem, tek bir dengeye dönüşeceğim. Eğer reddedersem, parçalanıp iki ayrı varlığa bölüneceğim…”
Onun bilinci aşağıya yöneldikçe, meydanda toplanan halk onu gökyüzünde beliren altı kanatlı görkemiyle seyrediyordu. Oysa gerçekte, Akademi’deki o dar odada kendi içindeki gölge ve ışığı bir araya getirmek için mücadele veriyordu.
Zaman zaman bedeni titriyor, alnında ter damlaları süzülüyordu. Halk onun yücelişini görürken, öğrencilerden bazıları yurdun önünde bekliyor, kapıdan sızan garip ışık-gölge titreşimlerini hissediyordu.
Ve işte o an, Akademi’nin büyük sırlarından biri açığa çıktı:
Aşkınlar Akademisi’nin yurt odaları, aslında sıradan odalar değil, Tanrıların bilinçlerini başka boyutlara aktarmak için hazırlanmış gizli mühürlerle dolu yerlerdi.
Shu Nox Lumin de o mühürlerin ortasında oturuyor, halkın dualarını bir ayna gibi kendi bilincine yönlendiriyordu.
---
Aşağıda, halk meydanda toplanmış, Shu Nox Lumin’in ışık ve gölgeyi kuşanmış yüce görüntüsüne hayranlıkla bakıyordu. Akademi’de ise yurt odasının kapalı kapıları ardında, Lumin gözleri kapalı halde bilinç savaşını sürdürüyor, iki kutbun dengesini kendi içinde kurmaya çalışıyordu.
İşte tam bu anda, gölgenin arasından ince, dikkatli bir bakış süzüldü. Hermes oradaydı.
Kanatlarını kapatmış, sessiz adımlarla koridorda yürüyordu. Ne halk onu görebiliyordu, ne öğrenciler… Ama gözleri birden iki sahneyi aynı anda seçti:
Aşağıda gökyüzünü yarıp çıkan ihtişamlı figür.
Yukarıda, sıradan bir odada gözleri kapalı, bilincini aşağıya yönlendirmiş Shu Nox Lumin.
Hermes’in yüzü gerildi. Dudaklarından soğuk bir fısıltı döküldü:
-Demek… halkın gördüğü yalnızca bir yansıma. Gerçek beden hâlâ buradaki odada, bilinci ise halkın dualarına inmiş… Bu, sıradan bir yenidoğan Tanrı’nın yapabileceği şey değil. En azından sıradan yenidoğanlar böyle bir şeyi aylarca eğitim almadan başaramaz.
Bir an durdu, gözlerini kısarak izledi. Lumin’in alnındaki ter damlaları, odadaki mühürlerin parıltısı ve halkın çığlıkları arasında bağ kurdu. Sonra yüzüne ciddi bir ifade oturdu.
-Bu durum… Yüce Tanrı Konseyi’nin duyması gereken bir şey.
Kanatlarını hızla açtı, koridorda yankılanan rüzgârla birlikte bir ışık izi bırakarak göğe yükseldi. Birkaç nefes içinde Akademi’nin kubbeleri geride kaldı.
Hermes, bulutları delip geçti ve kısa süre sonra Yüce Tanrı Konseyi’nin görkemli salonuna vardı. Yıldızlarla örülmüş bu salonda, taht misali yükselen taşların üzerinde Konsey üyeleri oturuyordu. Her biri binlerce yılın kudretiyle parlayan varlıklardı.
Hermes dizlerinin üzerine çöktü, başını eğdi ve sesini alçaltarak konuştu:
-Efendilerim… Shu Nox Lumin’in dönüşümünü izledim. Halkın arasında ışık ve gölgeyi birleştirmiş bir Tanrı gibi görünüyor. Fakat gerçekte… O hâlâ Aşkınlar Akademisi’nin yurt odasında, gözleri kapalı. Varlık yansıtmasını başarıyla uyguladı.
Shu Nox Lumin'in yaptığı şeye Tanrılar arasında "Varlık Aktarması" deniyordu.
Tanrı uzakta olduğu zamanlarda kendi halkıyla iletişim kurmak için bu yöntem kullanılırdı.
-Bilincini aşağıya yönlendirmiş. İki yerde aynı anda var oluyor. Bu… sıradan bir Tanrı’nın değil, belki de yeni bir Yüce Tanrı’nın doğuşunun işareti.
Konsey üyelerinin gözleri birbirine çevrildi. Sessizlik ağırlaştı. Ve sonunda en yaşlı olanı, fısıltı gibi ama kudretle dolu bir sesle konuştu:
-Demek, halkının inancı onu bu yola soktu… Varlık Aktarması hakkında ki derslerin o kadar derinleşmemiş olması lazım. Doğru muyum?
Herkes hemen onayladı.
-Elbette! Bu derse sadece küçük bir giriş yapıldı. Fakat Shu Nox Lumin bunu ilk denemesinde başarıyla uyguladı. Asıl önemli nokta onun hala "Yenidoğan" olması. Bu yüzden yeni bir Yüce Tanrı'nın doğuşu olarak görüyorum.
Bu konu konseyde bir süre daha tartışıldı. Sonunda konsey başkanı kadim, derinden gelen bir sesle ağır ağır kararını söyledi.
-O halde karar vermeliyiz: Shu Nox Lumin gelecekte ya Konsey’e kabul edilecek… ya da daha fazla yükselmeden durdurulacak.
Konsey salonunda sessizlik ağırdı. Yıldızlarla örülü kubbe altında Hermes’in sesi yankılanıyordu.
Konuşmaya ve durumu anlatmaya devam ediyordu çünkü konsey üyelerinin, Shu Nox Lumin hakkında durdurmaya yönelik kararlarından hiç hoşlanmamıştı.
Oysa ki bu eğlenceli değil miydi?
Çok uzun zamanlar boyunca Yenidoğan bir Tanrı'nın Yüce Tanrı potansiyeli gösterdiği olmamıştı.
Yine de bundan bahsetse de hatırlanması gereken bir şey vardı.
— Efendilerim, gördüklerim sıradışıydı… fakat hatırlatmak isterim: Shu Nox Lumin hâlâ bir Yenidoğan Tanrı. Ona inananların sayısı şu anda 5627. Bu rakam oldukça az fakat değişim için yeterli. Ayrıca onun büyümesinin kaynağı yalnızca inançtır. Yenidoğan Tanrılar inançla gelişmeye en müsait olanlardır. Bizim gibi varlığı oturmamıştır.
Hermes başını kaldırmadan devam etti:
— Halkın duası ve korkusu, onda böylesi bir yansıma yarattı. Yani iki yerde aynı anda görünmesi, Yüce Tanrı olma yolunda bir işaret olsa da kesin bir işaret değil. Sadece, Yenidoğan bir Tanrı’nın inançla beslendiğinde ne kadar hızla değişebileceğinin göstergesidir.
Bunu söylüyordu çünkü Shu Nox Lumin'i korumaya çalışıyordu. Her ne kadar görünürde kendi önceden söyledikleriyle bir çelişme gibi görünse de...
Bu sözlerden sonra salonda fısıldaşmalar başladı. Bazı Konsey üyeleri Hermes’in dediklerini onayladı:
— Doğru. Hepimiz bir zamanlar inançla şekillenmiştik. İlk yüz yıllarımızda benzer mucizeler göstermiştik.
— Bu sadece bir geçiş dönemi. Zamanla durulur.
Ama diğerleri huzursuzdu:
— Hayır. Bu sıradan değil. İki kutbu tek bedende taşıyor. Bu, ileride parçalanma ya da kontrolden çıkma ihtimali doğurur.
— Eğer dengeyi kaybederse, halkıyla birlikte bütün bir bölgeyi felakete sürükleyebilir.
Konsey’in yaşlı üyelerinden Elder Thamyss söz aldı. Sesi kararlı ama ağırdı:
— Hermes haklı. Bu doğa dışı bir şey değil, ama aynı zamanda görmezden gelinemeyecek kadar güçlü bir işaret. O hâlde kararımız basit olmalı: Şimdilik Shu Nox Lumin gözlem altında tutulacak. Ne yükselmesini engelleyeceğiz, ne de özgürce başıboş bırakacağız. Eğer dengeyi kurarsa, Konsey’e kabul edilme yolu açılır. Ama eğer çöküşe girerse… o zaman durdurulacak.
Bu karar Konsey taşlarına işlenirken, Hermes başını eğdi. Fakat gözlerinde hâlâ bir gölge vardı. Kendi kendine fısıldadı:
— Lumin… sen sıradan bir Yenidoğan olabilirsin. Ama içimdeki his, senden çok daha büyük bir şeyin doğmakta olduğunu söylüyor.
İşte Hermes bu şekilde Yüce Tanrı konseyini manipüle etmişti.
....
Yeryüzünde zaman geçmişti. Önceki kışı atlatmışlardı. Sonra bahar geldi ve ardından yaz...
Sonra bir kez daha kış dönemine girdiler...
Shu halkının hayatı zorlu kışlarda giderek daha da ağırlaşıyordu. Kar fırtınaları dağları boğuyor, yiyecek stokları hızla tükeniyordu. Çocukların nefesleri buhar olup göğe karışıyor, yaşlıların kemikleri soğuğa dayanamıyordu.
Artık çok daha fazla kişiydiler. Haliyle topraklar bu kadar kişi için yeterli değildi.
Ne kadar geniş alanlara ekim yaparlarsa yapsınlar, av bulmak için ne kadar çevreyi araştırlarsa araştırsınlar ve gölde ne kadar balık yakalasalar da yetmiyordu.
Çünkü onlar gerçekten de izbe bir bölgede yaşıyorlardı. Burada ki toprak bile başka bölgelerde ki kadar verimli değildi.
O gece, meydanda dua eden kalabalığın arasında derin bir sessizlik çöktü. Gökyüzü bulutlarla kapanmış, ne ay ne de yıldız görünüyordu. Tam o anda, heykelin önünde bir ışık huzmesi belirdi. Gölge ile ışık birbirine karışarak bir spiral hâlinde toprağa aktı.
Toprağın çatlaklarından ince bir filiz yükseldi. Filiz, dakikalar içinde büyüyerek kocaman bir ağaca dönüştü. Gövdesi koyu griydi, dalları ise hem beyaz bir ışıltıyla hem de siyah bir sisle titreşiyordu. Halk nefesini tutarak izledi.
Dallarında beliren meyveler herkesi şaşkına çevirdi:
Biri bembeyaz elmalar, diğeri gece kadar siyah elmalar.
Lumin’in sesi, ağacın dallarından yankılandı:
— Bu benim size armağanım. Beyaz elmalar, kışın soğuğunu eritip içinizi sıcak tutacak. Siyah elmalar ise kıtlık zamanında yediğinizde sizi uzun süre tok kılacak. Ama unutmayın… Bu ağaç sadece dengeyi gözetenlere hizmet eder. Aşırılığa sapanlar onun meyvesinden tat bulamaz.
İlk denemeyi açlıktan bitap düşmüş bir kadın yaptı. Siyah elmadan bir ısırık aldığında gözleri doldu, çünkü midesindeki boşluk anında kaybolmuştu. Başka bir çocuk beyaz elmayı yediğinde titreyen elleri duruldu, yüzüne sıcaklık yayıldı. Yanakları hemen kızardı.
Halk çığlıklarla, sevinç gözyaşlarıyla yere kapandı:
— Lumin bizi kurtardı!
— Denge Tanrısı bize merhamet etti!
Gölge halkı da Solmir kavmi de o ağacın meyvelerinden tatmıştı. İlk kez birbirlerine minnetle bakıyorlardı. Çünkü bu mucize, ikisinin de ihtiyaçlarını karşılıyordu.
Meydanın ortasında yükselen ağaç, gövdesiyle gökyüzünü delen gri bir sütun gibiydi. Onun dallarında aynı anda siyah ve beyaz elmaların büyümesi, halk için sadece bir mucize değil, bir işaretti. .
— Denge bizi bırakmadı. Lumin bize göz kulak oldu.
Bir anlığına Gölge kavmi ile Solmir kavmi birbirine bakakaldı. Normalde küçümseme ve öfke ile bakan bu iki topluluk, şimdi aynı mucizeyi paylaşıyorlardı. Bir Solmir savaşçısı siyah elmadan yedi, gözleri büyüdü:
— Bu… tok tuttu! Gölgeye ait olsa da, bedenime huzur verdi.
Bir Gölge rahibesi beyaz elmadan tattı, dudaklarından buhar yükseldi:
— Işık da bize yardım ediyor…
İlk kez, iki taraf birbirine düşmanca değil, kardeşçe bakmaya başladı. Shu halkı ise kendi dualarının haklı çıktığını fısıldıyordu:
— Işık ve gölge tek kalpte birleşti. Lumin de bizimle birleşti.
O andan itibaren o ağaca “İkili Elma Ağacı” adını verdiler. Her yıl halk onun etrafında toplanıp hem gölge dualarını hem ışık ilahilerini aynı anda söyledi. Çünkü hepsi biliyordu: Bu mucize, sadece birlik ve dengeyle var oluyordu.
O geceden sonra Lumin’in adı dilden dile yayıldı. Komşu dağ köylerinden insanlar duydu, uzak vadilerden yolcular geldi. Her gelen, “İkili Elma Ağacı”ndan bir meyve tatmak ve Lumin’e dua etmek istedi.
Fakat sadece bu değildi.
Halk, bu mucizeyi sadece kendi sorunlarını çözmek amacıyla değil zenginleşip güçlenmek için düşük fiyattan dışarı satmaya da başladı.
Sonuçta büyük klanların kendi büyük gelir kapısı varken ne yazık ki Shu halkının hiç büyük gelir kapısı olmamıştı.
Birkaç hafta içinde inananların sayısı 5627’den on binleri aştı. Çocuklar onun adını şarkılarla söyledi, savaşçılar onun simgesini kalkanlarına işledi. Artık sadece Shu halkının değil, göç eden kabilelerin de Tanrısı olmuştu
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı