Önceki bölüm
Ve Heykel’in sınavı, yalnızca onların kalbini kazanmakla sınırlı değildi. Dışarıdaki klanların, ittifakların ve düşmanların gözleri de çok yakında Shu’ya çevrilecekti.
.
.
.
.
.
İç Çatışma ve İlk Kabul
Heykel’in Shu meydanında belirdiği o ilk gün, kalabalığın yüreği ikiye bölünmüştü. Bir taraf eski ilahilerin yankısını duyup diz çökmüş, diğer taraf ise kılıçlarının kabzasına sıkıca sarılmıştı. Elder Yan’ın otoriter sesi kalabalığı sakinleştirmiş olsa da, gölgeler arasında fısıltılar hiç dinmedi.
Uzun yıllar geçmişti Tanrılarının ortadan kaybolmasının üzerinden.
O günden sonra Heykel, klanın içinde sessizce varlığını sürdürdü. Konuşamıyor, uzun cümleler kuramıyordu. Ama varlığının kendisi halkın kalbine işleyen bir yankıydı. Onun sınavı, kelimelerden çok jestlerle şekilleniyordu.
Günler geçtikçe insanlar, onun davranışlarını fark etmeye başladılar.
Bir sabah, yaşlı bir kadın ellerinde ağır su testileriyle taş yolda yürürken dengesi bozuldu. Testi devrilip yere çarpacakken Heykel, tek bir hamleyle elini uzattı. Taş gibi parmaklarıyla kırılmadan kavradı ve kadına uzattı. Kadın şaşkınlıkla gözlerine baktı, gözlerinde yaşlarla eğildi.
-Bizim dualarımız… cevapsız kalmamış.
O an çevredeki gençler, önce kuşkuyla bakıp sonra sessizleştiler. Bir taş parçası gibi gördükleri bu varlık, kadına zarar vermemiş, tersine ona yardım etmişti.
Başka bir gün, meydanın köşesinde oynayan küçük çocuklar topunu yanlışlıkla Heykel’in ayaklarına yuvarladı. Heykel, topa baktı, sonra çocuğun masum gözlerine.
Yavaşça eğilip topu eline aldı, hiç beklenmedik bir incelikle ona geri verdi. Çocuk, neşeyle gülüp topunu kucakladı, ardından cesurca Heykel’in taş eline dokundu. Halkın gözleri bu sahneye çevrildi. Sessiz bir kabul dalgası yayıldı.
Heykel, görünüşte insan gibi görünüyordu ama her eklemi onun taştan doğduğunu vurguluyordu. Cildi taş gibi soğuk ve sertti.
Günler böyle ilerlerken, Heykel meydanın günlük hayatına karışmadan ama varlığını hissettirerek yaşadı. Sessizliği, klanın kalplerinde yankılanan bir tür cevap gibiydi.
Fakat herkes bu kadar kolay ikna olmuyordu. Özellikle genç savaşçılar arasında söylentiler büyüyordu. Onlar için gücün kaynağı kendi antrenmanları, kılıçları ve kanlarıydı. “Bir taş parçasına boyun eğmek” düşüncesi, onurlarına hakaret gibiydi.
Bir akşamüstü, meydanda kalabalık toplanmışken gür bir ses yankılandı.
-Yeter!
Sesin sahibi Genç Kaptan Lian’dı. Omzunda gümüş işlemeli zırh, elinde uzun kılıç. Gözlerinde öfke ve meydan okuma vardı. Kalabalığın arasından ilerleyip Heykel’in karşısında durdu. Gözlerinde ki meydan okuma daha açık olamazdı.
-Bu mudur yani? Yüzyıllardır beklenen kurtarıcı dediğiniz şey bu mu? Taş gibi duran, tek kelime etmeyen bir kukla mı? Biz Shu klanını kendi kanımızla, kendi kılıcımızla büyüttük. Şimdi bir taşın önünde eğilmemizi mi istiyorsunuz?
Kalabalık uğultuya boğuldu. Bazıları Shu Lian’ı destekledi, bazıları korkuyla sustu. Elder Yan, surların üzerinden bakıyor, gözlerinde endişe ve merak birbirine karışıyordu. Heykel ise tek kelime etmeden Shu Lian’ın bakışlarını karşıladı.
Bir anda meydan gerginleşti. Shu Lian, kılıcını havaya kaldırdı.
-Eğer gerçekten kutsal bir varlıksan, kanıtla! Savaşçıların önünde güçsüz durma! Yoksa sadece bir masal kırıntısı olarak kalacaksın!
Kalabalık nefesini tuttu. Çocuklar annelerinin arkasına sığındı, yaşlılar dua etmeye başladı. Heykel, Shu Lian’a baktı. Taş gibi ağır ve sarsılmaz bakışları vardı. Fakat kılıcını çekmedi.
Tam o an, meydandaki ağır taş bloklardan biri aniden devrilmeye başladı. Yan tarafta oynayan çocukların üzerine düşecekti. Kalabalık çığlık atarken Heykel, göz açıp kapayıncaya kadar hareket etti. Kollarıyla taşı kavradı, tek bir hamlede havada durdurdu. Gözlerindeki ışık parladı, taş sanki Hiçbir şey değilmiş gibi bir kenara bırakıldı. Çocuklara dönüp başını hafifçe eğdi, “korkmayın” der gibiydi.
Kalabalık derin bir sessizliğe gömüldü.
Genç Kaptan Shu Lian, kılıcını indirdi ama yüzünde hâlâ inat vardı. Yine de o an, meydanda bulunan herkes tek bir gerçeği gördü: Heykel güç için savaşmıyordu ama korumak için oradaydı.
Yaşlılar gözyaşlarıyla yere kapanıp ilahilerini fısıldadılar. Bazı gençler başlarını eğip sessizce geri çekildi.
Elder Yan, surların tepesinde derin bir nefes aldı. İçinden fısıldadı.
-İlk sınavını verdin, Heykel. Halkın kalbine küçük bir kıvılcım düşürdün. Ama kıvılcım tek başına yetmez. Onu korumalı ve büyütmelisin.
Heykel meydanın ortasında, hem kabul hem de şüphe arasında bir sembol gibi duruyordu. Bir haftalık sessizlik, işte böyle çatışmalarla dolmuştu.
Ve herkes biliyordu: Bu sadece başlangıçtı.
Bir Hafta Sonra – Dış Baskı
Heykel’in varlığı Shu’da tam bir hafta boyunca konuşuldu. Halkın bir kısmı artık meydanda ona saygıyla selam veriyor, çocuklar cesurca etrafında dolaşıyor, yaşlılar ilahilerini daha yüksek sesle fısıldıyordu. Ama şüpheci kesim, özellikle genç savaşçılar ve bazı tüccarlar hâlâ direniyordu.
Fısıltılar şöyle dolaşıyordu:
-Gerçekten kutsal bir varlık olsaydı, konuşurdu.
-Belki de Elder Yan, halkı kontrol etmek için bu sahneyi hazırladı.
-Peki ya düşmanlarımızın kulağına giderse? Bu bizim zayıflığımız sayılmaz mı?
Bu endişeler boş değildi. Çünkü Shu artık sıradan bir köy değil, bölgesel güç sayılacak kadar büyük bir klan olmuştu. Tüccarlar ve seyyahlar, bu garip varlığın söylentilerini hızla çevre klanlara taşıdı.
Ve tam yedinci günün sabahında, Shu’nun kuzey kapısında tozlu bir yolun ucunda sancaklar göründü.
Atların nalları taş yollara vurdukça yankılanan ağır bir ritim yükseldi. Altın işlemeli siyah sancak, Xianrong Klanı’nın simgesini taşıyordu. Shu’nun kuzey komşusu ve en büyük ticaret ortağı. Yanlarında ağır zırhlı muhafızlar, tüccar arabaları ve kervan korumaları vardı.
Kapının önünde bekleyen Shu muhafızları hemen gerildi. Haber hızla yayıldı; halk kapıya koştu, Elder Yan surların tepesine çıktı.
Xianrong’un başındaki temsilci, uzun boylu, sert bakışlı bir adamdı. Zırhı parlak, sesi meydan kadar genişti. Atının üzerinden yüksek sesle konuştu:
-Shu halkı! Haberler bize ulaştı. Eski bir efsaneyi dirilttiğinizi söylüyorlar. Meydanınıza taş bir varlık inmiş. Bu doğru mu, yoksa halkınızı kandırmak için uydurulmuş bir masal mı?
Kalabalık uğuldadı. Bazıları korkuyla başını eğdi, bazıları öfkeyle mırıldandı. Elder Yan ellerini arkasında birleştirerek sessiz kaldı, gözlerini Heykel’e çevirdi.
Heykel, meydanda sessizce duruyordu. Onun için dışarıdan gelen bu insanlar da, içerideki halkı gibi birer sınavdı. Gözleri hafifçe parladı, ama tek kelime etmedi.
Xianrong temsilcisi sözlerine devam etti:
-Eğer bu doğruysa, bu yalnızca Shu klanını değil, tüm bölgeyi ilgilendirir. Çünkü kutsal bir varlık doğduysa, onun sadakati kime ait olacak? Shu’ya mı, yoksa tüm topraklara mı? Bizim güvenliğimiz, ticaretimiz ve sınırlarımız söz konusu.
Bu sözler kalabalığın arasına keskin bir bıçak gibi indi. İçeride şüphe taşıyan gençler hemen fısıldaştı:
-Duydunuz mu? Komşu klan da aynı şeyi soruyor.
-Eğer bu iş bize zarar verirse, ne olacak?
Tam o sırada Genç Kaptan Lian, bir adım öne çıktı. Sesini kalabalığa duyuracak kadar yükseltti:
-Görüyor musunuz? Daha şimdiden sorunlar başladı. Bir taş parçası yüzünden dışarıya hesap veriyoruz!
Kalabalık ikiye bölündü. İnananlar öfkeyle Lian’a karşı çıkarken, şüpheciler onu destekledi. Meydan uğultularla doldu.
Elder Yan nihayet elini kaldırdı, sesi ağır bir çekiç gibi yankılandı:
-Sessizlik!
Herkes sustu. Elder Yan, yavaş adımlarla meydanın ortasına indi. Heykel’in yanına gelerek durdu. Yüzünde ciddi ama sakin bir ifade vardı.
-Shu halkı… Komşularımız… Bu varlık, bizim atalarımızın duasına verilmiş bir cevaptır. O, ne bir düşman oyunu, ne de boş bir masaldır. O bizimle, bizi gözlemliyor, bizi sınavdan geçiriyor.
Xianrong temsilcisi kaşlarını çattı.
-Sınav mı diyorsun? Peki bu taş parçası sınavı geçemezse, klanınızın başına ne gelecek? Bizim güvenliğimiz ne olacak?
Halk arasında yeniden mırıldanmalar başladı. Elder Yan cevap vermeden önce Heykel, kalabalığa doğru bir adım attı. Yavaş, ağır ama sarsılmaz. Meydanı dolduran yüzlerce kişinin bakışı üzerinde toplandı.
Ve ilk kez, dudaklarından kısık, taş gibi soğuk bir ses çıktı.
-Korumak…
Tek kelimeydi, ama meydan yankılandı. Yaşlılar gözyaşı döktü, bazı gençler nefesini tuttu. Elder Yan hafifçe gülümsedi.
Xianrong temsilcisi sustu, gözleri büyüdü. İlk kez Heykel’in sesini duymuştu. Sonra kaşlarını çatıp mırıldandı:
-Demek konuşabiliyor… Ben de dilsiz sanmıştım.
Kalabalık arasında umut ve korku birbirine karıştı. Çünkü bu tek kelime, hem Shu’nun geleceğini, hem de dış dünyanın gözündeki kaderini değiştirecek ilk adımdı.
Meydan sessizleşmişti. Xianrong temsilcisi, atının üzerinden ağır bir bakışla Heykel’i süzdü.
-Tek kelime… Bu yeterli değil. Bir Tanrı olduğunu söylüyorsunuz, öyleyse kanıt göstersin. Halkınızın, hatta bizim gözlerimizin önünde. Yoksa bu sadece bir taş yığınıdır.
Kalabalıkta homurtular yükseldi. İnananlar öfkelendi, şüpheciler ise umutla temsilciye baktı. Elder Yan hiçbir şey söylemedi; sadece Heykel’in yanına doğru bir adım atıp sessizce eğildi.
Heykel taş bedenini yavaşça doğrulttu. Yüzünde ifade yoktu ama gözlerinin derinliklerinde belirsiz bir ışık titreşti. Elleri biraz titredi. Onun için bu sınav ağırdı; gücü henüz doğmamış bir tohum gibiydi. Ama meydandaki yüzlerce kalpten yükselen fısıltılar, o tohumu suluyordu.
Yaşlı bir kadın umutla fısıldadı.
-Koru… Bizi...
Bir çocuk, annesinin eteğine sarılırken söylendi.
-Lütfen Tanrı’m, yardım et!
İnanan gençler de kendi kendilerine mırıldandılar.
-Gücünü göster bize.
Dualar arttıkça Heykel’in gözlerindeki ışık parladı ve mucizeler başladı.
Önce, meydanın kenarında unuttuğu sopasına dayanan kör bir yaşlı, birden gözlerini açıp irkildi. Göz bebekleri yeniden ışıkla dolmuştu. Adam şaşkınlıkla bağırdı.
-Görebiliyorum…! Meydanı, hepinizi görüyorum!
Kalabalık bir anda ayağa fırladı.
Sonra, kervanlardan birinin atı ürküp şahlandı. İnsanlar bağırıştı, ama at aniden sakinleşti; Heykel’in bakışı hayvanın üzerine düşmüş, taş gibi ağır bir huzur onu yatıştırmıştı.
Bir diğer mucize ise daha sessizdi. Yere düşen bir çocuğun dizi kanamıştı. Heykel ona baktığında kanayan yara yavaşça kapanıp izsiz kayboldu. Çocuk gözyaşları içinde annesine sarıldı, annesi dizlerinin üzerine çöküp dua etti.
Ve en sarsıcı olanı: meydandaki büyük taş sancak direği, rüzgâr olmadığı halde birden dalgalandı. Kumaş gökyüzüne uzanır gibi titredi, sanki görünmez bir nefes onu doldurmuştu. Xianrong muhafızları bile irkilerek geri çekildi.
Kalabalık coşkuyla bağırdı:
-Tanrı! Tanrı bizi duyuyor!
-İnancımız kabul edildi!
Heykel yorgun bir şekilde geri adım attı. Taş bedeninde ince çatlaklar belirdi, ama gözlerindeki ışık daha önce hiç olmadığı kadar güçlüydü. Çünkü ilk kez, yüzlerce kişi aynı anda ona inanmıştı.
Xianrong temsilcisi ise şaşkınlıkla dizginlerini çekti. Sert yüzünde derin bir tereddüt vardı.
-Gerçekten… konuşabiliyor, ve…
ama sözleri halkın coşkulu çığlıkları içinde kayboldu.
Elder Yan öne çıktı, sesi meydanı doldurdu:
-Gördünüz! İnancımız boşa değil! O bizden biridir, o bizim Tanrı’mızdır!
Meydan dalga dalga tek bir sesle haykırdı. Heykel ilk kez bu kadar çok inançla sarıldı ve o an içinde, sessizce daha da büyüdü.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı