Önceki bölüm
Gökyüzü yavaşça aydınlanırken, Shu halkı yorgun ama dimdik ayakta duruyordu. Ve o günden sonra, bu gün “Halkın, Tanrı Şahitliğinde ki Savaşı” olarak anılacaktı.
.
.
.
.
.
.
Hermes, tepedeki gölgesinden her detayı kaydediyor, raporlar gönderiyordu. Bunu hiç sıkılmadan ve mutlu bir şekilde yapmaya devam ediyordu. Çünkü onun için bu sınav çok eğlenceliydi.
Hissediyordu ki doğduğu anda yanına aldığı bu yenidoğan Tanrı yavaşça daha olgun bir hale geliyordu.
Bir kaç gün sonra...
Savaşın üzerinden birkaç gün geçmişti. Meydan hâlâ kan kokuyordu; ama bu kan artık sadece korkuyu değil, direnişi de simgeliyordu. Shu halkı yaralarını sararken, ormanın kıyısından göçmen kabilelerin kervanları belirmeye başladı.
Yırtık çadırlardan çıkmış, açlıktan kemikleri sayılan çocuklar; yorgun ama gözlerinde umut parıltısı taşıyan yaşlılar…
Onlar, dünyanın kırık dökük köşelerinden sürüklenmiş, hiçbir yere ait olamayan kabilelerdi. Ve şimdi tek umutları Shu Klanı’ydı. Çünkü fısıltılar yayılmıştı:
- “Orada bir Tanrı var. Adı Shu Nox Lumin. O halkını koruyor.”
Meydanın ortasında toplanan göçmenler diz çöktüler. Gözlerinde yalvarışla değil, çaresizliğin son kırıntısıyla konuştular:
-Bizi kabul edin. Çocuklarımız ölmesin. Bizim de Tanrımız olsun.
Shu halkı birbirine baktı. Aralarında mırıldanmalar başladı.
-Daha fazla ağız… daha fazla yük…
-Ama onlar da bizim gibi. Bizim Tanrımız, onların da Tanrısı olabilir.
-Peki ya Tanrı bize sırt çevirirse?
Bu tartışmaların gölgesinde heykelin taş gözleri parladı. Shu Nox Lumin, kalabalığa baktı. Onun soğuk ama nazik sesi bir kez daha duyuldu:
-İnanç, kan bağı istemez. İnanan herkes, Shu’nun halkıdır. Kabul edin.
O an kabilelerin gözleri parladı. Kadınlar ağladı, çocuklar gülerek heykelin önünde eğildi. Fakat Shu halkının içindeki çatlak derinleşti: Bazıları bu yeni gelenleri kucaklarken, bazıları içten içe huzursuz oldu.
Böylece yeni bir kabilenin gelişiyle birlikte yaklaşık 2500 kişi olan Shu klanı artık 2700'e yaklaşmıştı. Fakat bu daha başlangıçtı.
Shu’nun sınırları büyüdükçe, dünyanın kulakları da bu yeni Tanrı’yı duymaya başladı. Xianrong Klanı, uğradıkları yenilginin yaralarını sararken hiddetle dişlerini sıktı. Yanlarındaki müttefik klan ise fırsat kolluyordu. İkisi de aynı şeyi hissediyordu.
-Bir Tanrı, doğudan yükseliyor. Eğer durdurmazsak, yarın tahtımızı elimizden alır.
Xianrong klanı ve onun müttefik klanı yaklaşık 9000 kişilik oldukça büyük bir klandı. Bu zamanlara kolay gelmemişlerdi. Yıllarca Tanrı'ları olmadan içlerinde ki kahramanlarla ilerlemiş ve zor zamanlara dayanmışlardı.
Şimdi Shu klanı oldukça az kişi olmalarına rağmen sırf Tanrı'ları var ve onları koruyor diye güçleniyordu.
Nasıl buna izin verebilirlerdi?
Böylece yeniden Shu sınırına elçiler geldi. Ancak bu kez dostane değillerdi. Kibirli yüzleriyle meydanda dikildiler, gözlerini heykele kaldırdılar.
-Bize diz çökün. Yoksa Tanrınız sizi kurtaramaz.
Shu halkı öfkeyle mırıldandı. Fakat heykelin gözleri sadece sessizce parladı. Shu Nox Lumin, bu kez mucize göstermedi.
Mucizenin mucize diye adlandırılması zaten sık gerçekleşen bir şey olmadığı içindi.
Her şeyin fazlası zarardı.
İçinde yankılanan bir düşünce vardı:
-Onlara sürekli el uzatmam, onları güçsüz kılar. Dünya, onların kendi cesaretini görmeli.”
Shu halkı bu sessizlikle sınandı. Bazıları korkuya kapıldı, bazılarıysa yumruklarını sıktı ve meydan bir kez daha gerilimle doldu.
Hem Shu klanı hem de Shu Nox Lumin, hala bir sınavla sınanıyordu. Bütün bu olanlar asla tesadüf değildi.
Tam bu sırada, kalabalığın içinde sessizce duran biri dikkat çekti: Elder Yan.
Yüzünde derin kırışıklıklar, gözlerinde ise karanlık bir pırıltı vardı. O, Şeytani Tanrı’nın eski astıydı; Shu Klanı’na sığınmış gibi görünse de kalbinde başka hesaplar yatıyordu.
Shu Yan, halkın arasına süzüldü, fısıltılar yaymaya başladı.
-Tanrı sizi korumuyor. Görmüyor musunuz? Onu besliyorsunuz ama karşılığında ne alıyorsunuz? Kendi evlatlarınızı ölüme gönderiyorsunuz.
-Dışarıdan gelenlere neden kucak açıyorsunuz? Onlar bizim yerimizi alacak. Biz, kendi Tanrımızın gerçek halkıyız!
Sözleri, zaten huzursuz olan kalplerde kıvılcımlar yaktı. Küçük tartışmalar büyüdü, omuz omuza savaşan komşular birbirine şüpheyle bakmaya başladı.
Ve Elder Yan, gecenin bir yarısında Shu Nox Lumin’in heykeline yaklaştı. Karanlıkta fısıldadı:
-Yenisin… güçsüzsün. Sana yaklaşan herkesin kalbini ben yönlendirebilirim. İstersen sana hizmet ederim. Ama bil ki, karanlık her zaman ışığa galip gelir.
Heykelin gözleri kısa bir an parladı. Taş dudakların kenarında belirsiz bir kıpırtı oldu, ama cevap gelmedi. Sadece sessizlik. Fakat bu sessizlik, fırtına öncesi sessizlikti.
Böylece Shu Klanı büyürken, hem dış dünyanın baskısı hem de içteki huzursuzluk gölgeler gibi büyümeye başlamıştı. Ve Shu Nox Lumin, mucizelerini yavaş yavaş geri çekerken, halkının kalbinde sadakat mi yoksa şüphe mi ağır basacaktı…
Sonraki gün ise...
Elder Yan, gece vakti heykelin önünde diz çöktü. Kimse görmedi, kimse duymadı. Bir zamanlar o, Shu Nox Lumin’in en sadık rahiplerinden biriydi. Onun ilk dualarını yükselten, onun ilk ışığına tanıklık eden kişiydi.
Kalbi ikiye bölünmüştü:
Bir yanında Şeytani Tanrı’ya ettiği yemin, karanlığın zincirleri…
Diğer yanında ise yıllardır özlemini çektiği, kaybettiği Tanrı: Shu Nox Lumin.
Fısıldadı, sesi titriyordu:
-Ben seni terk etmedim… Sen beni terk ettin. Ama yine de kalbimde hep bir yerin oldu.
Taş gözler parladı. Shu Yan, sanki bir anlığına heykelin içinde gerçek Nox Lumin’in kalbini hissetti. Bir sıcaklık göğsünü kavurdu. O an anladı: hâlâ bağlıydı, hâlâ kopmamıştı. Ama karanlık zincirler onu çekiştiriyordu.
Elder Yan’ın planları işte bu ikilikten doğuyordu. Bir yandan halkı kışkırtıyor, kaos tohumları ekiyordu; çünkü gölgeyi tetiklemenin tek yolu buydu. Ama diğer yandan, her adımında kalbinin derinliklerinde gizli bir umut vardı:
-Belki yeniden bana bakar. Belki bir gün beni yeniden rahibi olarak kabul eder.
Klanın meydanında Elder Yan sessizce duruyordu. Gözleri, halkın üzerinde bir gölge gibi süzülüyor, sözleri duyuldukça insanların kulaklarına işliyordu.
-Korkmayın...
sesi sert ama sakindi.
-Biz güçlü bir klanız. Ama gücümüzü göstermek için hazır olmalıyız. Dış dünyadan gelen tehditler, sadece birleşmiş bir halkın karşısında duramaz.
Bu sözler halkı sakinleştirirken, içten içe bir plan da işliyordu: küçük çatışmaları, huzursuzluğu ve korkuyu bilinçli olarak büyütüyor; gölgeyi tetiklemek için Shu Nox Lumin’in sınavını hazırlıyordu.
Shu Nox Lumin, meydanın ortasında sessizce gözlemliyordu. Halkın gözlerindeki korku ve umut dalgalarını hissediyor, küçük mucizeleri yavaşça azaltıyor; artık halkın kendi iradesiyle hareket etmesini istiyordu.
Elder Yan, her adımda kalabalığın arasında ilerledi. Bazı liderler ona saygıdan başlarını eğiyor, bazıları ise kaygıyla bakıyordu. Herkes biliyordu ki, Elder Yan’ın sözü geçerdi. Bu güç, kaos planlarını hayata geçirmek için mükemmel bir fırsat sağlıyordu.
“Kaosun Yaklaştığı An – Tanıdık Gölge”
Küçük kabilelerin katılımıyla Shu Klanı’nın meydanı hareketlenmişti. İnsanlar, tarlalardan ve dağ yollarından gelmiş, yeni evlerini bulmak ve Tanrı Shu Nox Lumin’in varlığına tanık olmak için kaleye yönelmişti. Her yüz, her bakış, hem umut hem korku taşıyordu.
Shu Nox Lumin sessizce kalenin ortasında duruyordu. Halkın kendi yeteneklerini ve cesaretlerini göstermesini bekliyordu.
Düşen bir çocuğu yakalamak yerine, yanına gelen çocukların kendi reflekslerini kullanmasına izin veriyor; çocuğun çabasıyla ayağa kalktığını görmek, hem halkın güvenini hem de kendi sınavının bir parçasını güçlendiriyordu.
O bir Tanrı'ydı.
Her düşeni yakalaması gerekmiyordu.
Her hastalığı her yarayı iyileştirmesine gerek yoktu. Çünkü hastalık, yaralanma, sakatlanma ve ölüm hayatın içinde ki doğal düzendi.
O sırada Elder Yan, kalabalığın arasından sessiz adımlarla ilerledi. Her bakışı, her kelimesiyle halkın içindeki korkuyu ve saygıyı büyütüyordu. İnsanlar ona otomatik olarak yol veriyor, liderin varlığıyla bir güven ve disiplin hissediyorlardı. Ancak Shu Nox Lumin’in bakışları Elder Yan’a kaydığında, bir şey farklıydı.
Kalbinin derinliklerinde, tanıdık bir titreşim hissetti. Bir gölge gibi tanıdık… ama bir türlü çıkartamıyordu. Yüz hatları, duruşu, sesi… sanki bir zamanlar çok tanıdığı ama şimdi belirsizleşmiş bir hatırlayıştı.
İçgüdüsü, Elder Yan’ın sadece bir otorite figürü olmadığını söylüyordu. Kalbi hafifçe hızlandı, gölge ve ışık arasındaki dengesi titredi; ama yine de kim olduğunu çözebilmiş değildi.
Sanki çok iyi tanıdığı birisi vardı ama bir o kadar da yabancı geliyordu kendisine.
Elder Yan, halkın gözleri önünde adeta bir fırtına gibi duruyordu. Sözleriyle onları motive ediyor, cesaretlendiriyor, aynı zamanda içten içe kaosun kıvılcımlarını saçıyordu. Hiç boş durmuyordu.
-Korku, düşmanların en güçlü silahıdır. Ama biz, kendi gücümüzle duracağız. Kendi ellerimizle… kendi savaşımızı vereceğiz!
Kalabalık bir an için duraksadı, sonra bir kıvılcım gibi harekete geçti. Şimdi, halkın kendi iradesiyle savaşı başlıyordu. Shu Nox Lumin sadece uzaktan izliyor ve karışmıyordu.
Bu sırada Elder Yan, yavaş yavaş Shu Nox Lumin’e yaklaştı. Gözleri derin, kararlı, ama içinde bir parça sıcaklık barındırıyordu.
Shu Nox Lumin, onu izlerken kalbinde bir yabancıdan çok tanıdık bir rahip olduğunu hissetti. Ama anılar bulanıktı, hatırlayamıyordu. Sadece hisleri vardı: güven ve hafif bir endişe, kaosun ortasında bile… tanıdık bir gölge.
-Shu Nox Lumin…
Elder Yan’ın sesi duyuldu, soğuk ve kontrollü ama içinde eski bir şefkat tınısı vardı.
-Zaman geldi. Hem halkını hem kendini sınamanın zamanı.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı