Önceki bölüm

Anıl, arka planda sessizce çalışmaya devam ederken, Erinç ve İlke arasında gelişen bu sessiz, yoğun oyun, hem planın geleceğini hem de iki karakterin psikolojik derinliğini şekillendiriyordu. Fırtına durulmuş gibi görünüyordu ama gölgelerdeki bu sessizlik, çok daha büyük bir hareketin, çok daha karmaşık bir dersin habercisiydi.
.
.
.
.
.

– Sessiz Çekim ve Zekânın Oyunu

Üniversitenin geniş kampüsünde sonbaharın serin rüzgârı yaprakları savururken, Erinç dersliğine doğru ağır adımlarla yürüyordu.

Öğrenciler sıradan bir gün gibi dersliklerde toplanmış, kalemlerini, defterlerini hazırlıyorlardı. Ancak Erinç’in varlığı, her zamanki sessiz otoritesini taşıyordu.

Klasik felsefe dersleri, öğrenciler için çoğu zaman soyut bir düşünce egzersizi gibi görünse de, Erinç’in anlatımı her zaman bir adım öteye taşınır; mantık, etik ve insan doğasının derinlikleri arasında gizli mesajlar verirdi.

İlke, yüksek lisans öğrencisi olarak derslikte yerini aldı. Ancak gözleri sürekli Erinç’teydi. Son zamanlarda yaşananlar, babasının durumu, Ahmet Güven olayı… Her şey zihnini karıştırmıştı.

Erinç’in sakin ve hesaplı tavırları, onu hem etkiliyor hem de düşündürüyordu. İlke, farkında olmadan kendi vicdanı ile Erinç’in zekâsı arasında gidip geliyordu.

Ders başladı. Erinç tahtaya doğru yürüdü, öğrencilere klasik bir soru sordu:

-Bir eylemin sonucu, eylemin kendisinden daha mı önemlidir, yoksa eylemin niyeti mi belirleyicidir?

Öğrencilerden çeşitli cevaplar geldi. İlke, sessizce düşünürken Erinç’in gözleri bir an ona kaydı. Gözlerindeki hafif kıvılcım, İlke’nin içinde tanımlayamadığı bir his uyandırdı; hem bir meydan okuma hem de bir davet gibiydi.

-İlke, senin gibi dikkatli bir öğrencinin, sadece mantığıyla değil, duygularıyla da düşünmesi gerekir. Çünkü bazen en derin dersler, gölgelerde saklıdır.

İlke, istemsizce hafifçe gerildi. Erinç’in sözleri, sadece felsefi bir tartışma değil, aynı zamanda ona yöneltilmiş bir mesajdı. Bir yandan öğrencisi olarak profesyonel bir mesafe korumalıydı; diğer yandan ise merak ve içgüdüleri Erinç’in zekâsına doğru çekiliyordu.

Ders ilerlerken Erinç, sessiz bir planın adımlarını anlatmaya başladı. Konuşması yüzeyde dersin konusu ile ilgiliydi; etik, adalet ve toplumsal sorumluluk.

Ama alt metin, İlke’nin anlayabileceği şekilde düzenlenmişti: kendi tarafına çekme, Cem’in planlarından uzaklaştırma, dikkatini kontrol altında tutma.

-Adalet, dedi Erinç,

-sadece kanunları uygulamakla ölçülmez. Adalet, bazen gölgelerde şekillenir; insanlar kendi vicdanlarıyla yüzleşmeden önce onu anlayamazlar. Bizim işimiz, fark ettirmeden ders vermektir.

İlke, not defterine bakıyor gibi yaptı ama aslında Erinç’in alt metnini çözmeye çalışıyordu. Her cümle, her vurgulu kelime, onun hem mantığını hem de duygularını test ediyordu. İlke, farkında olmadan Erinç’in planına çekiliyor, bir adım geride dursa da zihinsel olarak ona bağlanıyordu.

Ders bitiminde öğrenciler salonu terk etti. Erinç, İlke’ye doğru yürüdü, aralarında sadece birkaç metre vardı. Ses tonu yumuşaktı, neredeyse özel bir konuşma gibi:

-İlke, bugün tartıştıklarımızın çoğu, sadece teori değil. Eğer dikkatli bakarsan, gerçek hayatla da bağlantılı olduğunu görebilirsin. Ama acele etme; her dersin kendi zamanı vardır.

İlke, bakışlarını Erinç’ten kaçırmadan cevap verdi:

-Profesör… bu, bazen tehlikeli olmuyor mu? İnsanları, özellikle de beni… etkiliyor.

Erinç hafifçe başını salladı, sanki İlke’nin farkında olmadığı bir sırrı paylaşır gibi:

-Tehlike, İlke… ama aynı zamanda en büyük öğrenmenin ve farkındalığın da kaynağıdır. Eğer bir şeyleri anlamak için kendini tamamen açmazsan, gerçek dersleri asla göremezsin.

İlke, bir an sessiz kaldı. İçinde bir çekim vardı; sözlerin altında yatan zekâ ve manipülasyon onu hem büyülüyor hem de bilinçaltında bir sadakat duygusu oluşturuyordu.

Erinç’in amacı belli değildi; hiçbir ani hareket yoktu, hiçbir kaos yaratılmamıştı. Sadece sessiz, kontrollü bir etki… ve İlke, farkında olmadan bu etkiye cevap veriyordu.

Anıl, arka planda sessizce bilgisayar ekranlarını kontrol ediyor, Erinç’in planının sessiz ilerleyişini izliyordu.

Erinç’in öğrencisiyle kurduğu bu sessiz oyun, hem planın güvenliğini sağlıyor hem de İlke’nin taraf değiştirme sürecini destekliyordu.

Cem’in planları artık İlke üzerinde işe yaramıyordu; Erinç’in zekâsı ve sabrı, İlke’yi kendi yanında konumlandırmaya başlamıştı.

-Anıl, dedi Erinç,

-bir süreliğine sadece gözlemleyin. Bizim fırtınamız sessiz olacak. İnsanlar kendi vicdanlarıyla hareket ederken, biz bir sonraki dersi hazırlayacağız.

İlke, Erinç’in sözlerini dinlerken bir şey fark etti: artık sadece bir öğrencisi değil, aynı zamanda Erinç’in oyununda istemeden bir parça olmuştu. Ama korku yoktu; sadece merak ve bir bilinçaltı sadakat vardı.

Erinç’in zekâsı ve stratejisi, onu sessizce kendi tarafına çekmişti ve İlke bunu fark etmeden, adım adım Erinç’in planının bir parçası haline geliyordu.

Derslik boşaldığında Erinç, sessizce masasına oturdu, belgelerini inceledi ve yeni planların ayrıntılarını gözden geçirdi.

Sessizlik, sadece bir nefes değildi; sessizlik artık gölgelerdeki bir strateji, bir çekim oyunu ve bir hazırlık alanıydı. İlke, Anıl ve Erinç… herkes kendi rolünü oynuyor, ama Erinç’in kontrolü altında ilerleyen bir oyun sahnesi kuruluyordu.

---
Geri Dönüş

Gözlerini açtığında beynini zonklatan tek şey, soğuk bir duvara yaslı olduğu gerçeğiydi.

İlke, duvardaki nemin ıslattığı sırtını hissetti; bir an nerede olduğunu anlamlandırmaya çalıştı.

Midesi kasılmıştı ve boğazında metalik, acı bir tat vardı. En son hatırladığı şey, kendi evinde, penceresinden süzülen akşam güneşinin altında dinlenmeye çalışmasıydı.

Hastalık yine gelmişti. Yıllar önce atlattığını sandığı o lanetli durum, tekrar onu ele geçirmiş, aklını ve bedenini kendi karanlık gölgeleriyle sarmıştı.

O boşlukta ne kadar kaldığını bilmiyordu. Zaman sanki saatlerden değil, kabuslardan oluşuyordu. Yavaşça başını çevirdiğinde gördüğü manzara, midesindeki bulantıyı gerçek bir dehşete dönüştürdü.

Orada, yerde yatıyordu. Hareketsizdi. Yüzü tanınmaz haldeydi ve etrafına dağılan kan lekeleri, İlke'nin zihninde dehşet verici bir film şeridi gibi canlandı. Bir an için nefesi kesildi; kalbi göğsünde deli gibi çarpıyor, dizlerinin bağı çözülüyordu.

Vücudunu titreme nöbeti sardı. Bu... bu o olamazdı. Bu o olamazdı! Kendine gelmeye çalıştı, ama beyni bir sis perdesiyle kaplıydı.

Anılar parçalıydı, silikti. Sadece bulanık bir hareket, bir çığlık ve ardından gelen o ezici sessizlik vardı. Sanki karanlığın içinden kendisine doğru koşan gölgeler görmüş, sonra da tüm gerçeklik bir anlığına yok olmuştu.

Panik, boğazına bir yumruk gibi oturdu. Gözleri yaşlarla doldu, titreyen elleriyle yüzünü kapattı. Ne yaptığını bilmiyordu, hatırlamıyordu ama bu manzara her şeyi haykırıyordu. Bir cinayet işlemişti. Tıpkı Erinç gibi.

Bu düşünce, beyninde bir şimşek gibi çaktı. Erinç… O da benzer bir durumu yaşamıştı. O da o lanetli bir hastalığın etkisinde kalmış ve birine zarar vermişti.

Fakat onu Erinç'ten ayıran bir kaç önemli fark vardı.

Erinç, bir cinayeti isteyerek ve kusursuzca planlayarak işlemişti. Bunu da adalet için yapmıştı.

Peki ya kendisi?

İlke, bu korkunç benzerliğin soğukluğunu hissetti. Erinç’in hikâyesi, bir zamanlar kendisine anlattıkları, şimdi onun kanlı ellerine ayna tutuyordu.

İlk başta ne yapacağını bilemedi. Polisi mi aramalıydı? Kendini mi teslim etmeliydi? Ama teslim olmak… Bu düşünce zihnine bir bıçak gibi saplandı. Gerçekleri söylerse kim ona inanırdı?

-Hastalığım yüzünden oldu!

dediğinde sadece deli muamelesi görecekti. Ya da daha kötüsü, Erinç’in kaderini paylaşacaktı. O an aklı hiçbir çözüm üretemiyordu. Tek bir isim, tek bir umut ışığı beyninde yankılandı: Erinç.

Titreyen parmaklarıyla cebindeki telefonunu buldu. Ekranın ışığı, içinde bulunduğu loş ortamı aydınlattı.

Rehberden Erinç'in numarasını buldu ve arama tuşuna bastı. Her titreyiş, kalbinin göğsünü delip geçiyordu. Telefon çalıyordu, bekleyiş sonsuz bir eziyetti.

Erinç açmazsa ne yapacaktı? O da ondan korkar mıydı? Sonuçta, Erinç’in de kendi geçmişinin hayaletleri vardı. Ona yardım etmek ister miydi?

Birkaç çalıştan sonra telefondan boğuk bir ses geldi.

— İlke?

İlke'nin dudaklarından sadece tek bir kelime döküldü, sesi korkuyla titriyordu:

— Erinç… Ben… ben ne yaptım?

Karşıdaki sessizlik birkaç saniyeliğine sonsuz gibi hissettirdi. Erinç, derin bir nefes aldı. Sesinde hem şaşkınlık hem de tanıdık bir acı vardı.

— Sakin ol. Nerdesin?

İlke, titreyerek bulunduğu adresi söyledi. Sözleri yarım yamalak çıkıyordu, boğazı düğümlenmişti. Erinç’in sesini duymak, biraz olsun nefes aldırmıştı ama aynı zamanda suçunun ağırlığını daha da hissettiriyordu.

Telefonun diğer ucunda Erinç, sessiz bir muhasebenin içine düşmüştü. İlke’nin söyledikleri, kendi kabuslarının yankısıydı.

Yıllar önce işlediği, ya da işlemek zorunda bırakıldığı cinayetin yankısı şimdi başka bir bedende yeniden hayat buluyordu. Bu sadece İlke’nin hastalığı mıydı, yoksa çok daha derin, karanlık bir zincirin parçası mıydılar?

Erinç gözlerini kapadı, karanlığın içinden yükselen fısıltıları duydu. “Yalnız değilsin.” Ama bu fısıltı bir teselli mi, yoksa bir lanetin yankısı mıydı?

İlke ise telefondaki sessizlikten korkuyordu. Ellerindeki kanı görmemek için gözlerini yumdu, ama kokusu hâlâ burnundaydı. Kaçamazdı.

Ne kadar koşarsa koşsun, gölgesi peşindeydi. Ve şimdi tek umudu, aynı karanlıktan geçmiş bir adamın rehberliğiydi.

— Erinç… Lütfen bana yardım et. Ben… ben yok oluyorum.

Bu sözler, ikisinin de kaderini aynı çizgide birleştiren kırılma anıydı.

---




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

🔒 Erişim Gerekli

Bu içerik yalnızca 18 yaş ve üzeri kullanıcılar tarafından görüntülenebilir.
Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Novebo discord sunucusu