Önceki bölüm

Bu sözler, ikisinin de kaderini aynı çizgide birleştiren kırılma anıydı.
.
.
.
.
.

Geri Dönüş (Devam)

Telefon kapandıktan sonra İlke, bir süre öylece duvara yaslandı. Nefesi hızla gidip geliyor, göğsü sanki çivilerle delinmiş gibi acıyordu. Parmakları hâlâ titriyordu. Telefonu avuçlarının arasında sımsıkı tutuyordu; sanki bıraksa gerçeklik de ellerinden kayıp gidecekmiş gibi.

Kendi kendine fısıldadı:

— Ben bunu istemedim…

Ama zihninin derinliklerinde başka bir ses vardı. Tanıdık bir ses. Yıllar öncesinden ona eşlik eden, karanlığın derinliklerinden yükselen o uğursuz yankı.

Hastalığı ilk kez üniversite yıllarında ortaya çıkmıştı. Başlangıçta basit bir halsizlik, sıradan bir uykusuzluk sanmıştı. Ancak günler ilerledikçe zihninde tuhaf kopmalar yaşamaya başlamıştı.

Ders sırasında bir anda karanlığa gömülüyor, saatler sonra kendini bambaşka bir yerde buluyordu. Arkadaşlarının anlattığına göre bazen gözleri boşluğa dikili kalıyor, dudakları kıpırdamadan bir şeyler mırıldanıyor, sonra aniden çığlık atarak ayağa fırlıyordu.

Doktorlar bunu “akut psikotik atak” olarak tanımlamışlardı. İlaçlar verilmiş, terapiler önerilmişti. Ama İlke hiçbir zaman kendini sadece bir hasta olarak görmedi. Çünkü ataklar sırasında gördükleri, sıradan bir hastalık halüsinasyonu olamayacak kadar canlıydı.

Karanlık gölgeler, fısıltılar, gözlerinde derin boşluklar taşıyan figürler… Ona göre bunlar zihnin ürünü değil, başka bir gerçeğin sızıntılarıydı.

Bir keresinde günlüğüne şunları yazmıştı:

“Hastalık değil bu. Hastalık olsa, sadece benim içimde kalırdı. Ama ben gördüklerimi başkalarının gözlerinde de yakalıyorum. Onlar bana bakarken korkuyor. Benim gölgem onların üzerine düşüyor. Bu, zihinsel bir bozukluk değil. Bu, başka bir dünyanın kapısı.”

İlke, yıllar süren tedavi ve terapiyle bu halini bastırmayı başarmıştı. En azından öyle sanıyordu. Erinç’le tanıştığında hastalık çoktan geride kalmış, yalnızca geceleri rüyalarında kendini hatırlatan bir gölgeye dönüşmüştü.

Ama şimdi… yerde yatan kanlı beden ona başka bir şey söylüyordu: O gölge hiçbir zaman gitmemişti. Sadece pusuda beklemişti.

Ve zamanını beklemişti.

Zamanı da uzun zaman sonra gelmişti.

Zihninde parçalı anılar kıpırdanmaya başladı. Elinde bir ağırlık… bir çığlık… ve sonra aniden gelen o tanıdık karanlık.

Bir an için bilinç kontrolünü yitirdiğini biliyordu. Sanki kendi gözlerinden değil, başka bir gözden bakıyormuş gibi hissetmişti. İşte bu, hastalığın en ürkütücü tarafıydı: Bazen kendi bedeninde bir yabancıya dönüşüyordu.

Erinç’in sesi zihninde yeniden yankılandı: “Sakin ol. Nerdesin?”

Onunla konuşmak, İlke’ye hem korkutucu hem de rahatlatıcı gelmişti. Çünkü Erinç de aynı karanlıktan geçmişti. İkisi de, görünmez bir zincirin halkaları gibiydiler. Birbirlerinin gölgesini taşıyorlardı.

Birden kapının önünden ayak sesleri duyuldu. İlke irkildi, nefesini tuttu. Eğer biri içeri girerse, yerdeki kanlı bedeni görecekti. Panik içinde etrafa bakındı, çıkış yolu yoktu.

Zihninde eski ataklardan kalma paranoya kıvılcımları çaktı. Ya bu sadece hastalık değilse? Ya bir güç onu yönetiyorsa?

O an, zihninin derinliklerinden yükselen başka bir hatıra geldi: Lise yıllarında, ilk büyük atağını geçirdiği günü hatırladı. Sınıfta tahtaya kalkmış, bir problemi çözmeye çalışıyordu. Ama aniden kalemi yere düşürdü ve boşluğa bakarak, “Onlar burada,” demişti.

Öğretmeni ve sınıf arkadaşları ne olduğunu anlamamıştı. İlke bayılmış, gözlerini hastanede açmıştı. O gün doktorlar bunu geçici bir sinir krizi saymıştı. Ama İlke için o an, gölgelerin ilk kez kendini gösterdiği andı.

Şimdi, yıllar sonra, o gölgeler yeniden hayatına dönmüş ve bu kez bir can almasına sebep olmuştu.

Ayağa kalkmak istedi ama dizleri titriyordu. Ellerini kana bulamıştı; onları yıkamak için lavaboya yöneldi. Akan suyun sesi, beynindeki uğultuyla karışıyordu. Kan, avuçlarından süzülürken sanki hiçbir zaman çıkmayacakmış gibi geldi.

-Ben bunu hak etmiyorum…

diye fısıldadı kendi kendine.

Ama gölgeden gelen fısıltı başka bir şey söyledi:

-Sen zaten seçildin.

O an kapı sertçe çalındı. İlke korkuyla irkildi. Kalbi deli gibi atmaya başladı. Ama içeri kimse girmedi, sadece kapının ardındaki sessizlik büyüdü. Sonra, aşağıdan gelen motor sesi duyuldu. Erinç’in arabasıydı.

İlke’nin gözleri doldu. Hem bir kurtuluş arıyordu hem de yeni bir korkuya hazırlanıyordu. Çünkü Erinç içeri girdiğinde, karşısında yalnızca eski bir dostu değil; kendi kaderinin aynasını görecekti.

---

(Erinç’in Gelişi)

Kapı kilidinin çevrildiğini duyduğu an İlke’nin nefesi göğsünde düğümlendi. Yere, hâlâ kanlar içinde yatan bedene baktı. Kalbi hızla çarpıyordu. Ayağa kalkmaya çalıştı ama bacakları titriyordu. İçinden, “Ne diyeceğim? Nasıl anlatacağım?” diye geçiriyordu.

Kapı açıldı. Loş ışıkta Erinç’in silueti belirdi. Sanki hiçbir şey onu şaşırtmazmış gibi, sakin ve ağır adımlarla içeri girdi. İlke’nin yüzündeki korkuyu, gözlerindeki dehşeti hemen fark etti. Bakışlarını yerdeki cesede çevirdi. Ne bir hayret ne de bir yargı ifadesi vardı yüzünde. Sadece sessizlik.

Erinç'in sesi kararlı ve yumuşaktı.

-İlke… Zor kısmı geride bıraktın. Şimdi düşünme zamanı.

İlke, gözyaşlarını tutamıyordu. Elleri hâlâ titriyordu, avuçlarında kalan kan izlerini gizlemeye çalışarak geriledi.

-Ben… ben istemedim. Yemin ederim istemedim. Ne olduğunu bile hatırlamıyorum. O an… karanlık oldu. Sonra… Sonra böyle buldum kendimi.

Erinç, bir an sessiz kaldı. Gözlerini İlke’nin üzerine dikti. O bakış, bir profesörün öğrencisine verdiği öğüt bakışı değildi; daha derin, daha sarsıcı bir şeydi. Sanki İlke’nin ruhunun derinliklerine kadar işliyordu.

-Hatırlamaman çok normal,

dedi Erinç. Sonra yumuşak bir tonda devam etti.

-Hastalık dediğin şey, senin sandığın gibi bir zayıflık değil. Bu, gölgenin sesiydi. Senin içinden konuşan bir gerçek. İnsan, bastırdığını sandığı şeyin kurbanıdır. Sen bastırdın. Ve gölge, en zayıf anında geri döndü.

İlke, çaresizce başını iki yana salladı.

-Hayır… ben öyle değilim. Ben katil değilim. Ben… ben senden farklıyım.

Erinç hafifçe gülümsedi. Alaycı değil, daha çok öğretmenvari bir tebessümdü bu.

-Benden farklı değilsin, İlke. Sen sadece gerçeğini benden daha geç gördün. Benimle aynı şeyi yaşadın. Karanlık senin de damarlarında dolaşıyor. Ama farkı yaratan, onunla ne yapacağına senin karar vermen.

Bu sözler İlke’yi bir an duraklattı. Çünkü Erinç’in sesi, zihninde yıllar önce terapistinin, doktorunun söylediklerinden daha inandırıcıydı. O an düşündü: Ya gerçekten gölgeyi kabullenmesi gerekiyorsa?

Erinç adım adım İlke’ye yaklaştı. Yerdeki cesedin yanına eğildi, bir süre yüzünü inceledi. Kanın kokusu havaya yayılmıştı ama o, hiçbir tiksinti belirtisi göstermiyordu. Sanki bir sanat eserini inceliyormuş gibiydi.

-Korkunun yerini düşünce almalı. Şimdi panik, seni en kolay hataya sürükler. Ama düşünürsen, bu sana sunulmuş bir şans. Ölümün, sadece yıkım değil; bazen yeniden doğuş olduğunu anlayabilirsin.

İlke’nin dizleri çözülmüş gibiydi. Duvara yaslanarak yere oturdu.

-Ben… ne yapacağım şimdi?

Erinç, sessizliği bir süre dinledi. Sonra cebinden beyaz bir mendil çıkarıp İlke’ye uzattı.

-Önce ağlamayı bırak. Gözyaşı, seni zayıf gösterir. Şunu bilmelisin: Bu senin kontrolünde değildi. Ama bundan sonrası, tamamen senin ellerinde. Cesetleri saklamanın, suçları örtmenin yolları vardır. Ama asıl mesele, bunu zihninde nasıl konumlandıracağındır.

İlke mendili aldı, elleri titreyerek gözyaşlarını sildi. O sırada Erinç yanına oturdu, sesini alçaltarak devam etti:

-Bana güvenmen gerek. Polis, senin hastalığını bilirse seni akıl hastanesine kapatır. Cem seni kurtaramaz, seni anlamaz. O sadece yasaları görür. Ama ben… ben senin gölgeni görüyorum.

Bu cümle, İlke’nin içine işledi. Kalbinin derinliklerinde bir boşluk doldu sanki. Çünkü ilk kez biri onun en karanlık yanını bir hastalık değil, bir “gerçeklik” olarak kabul ediyordu.

İlke titreyerek sordu:

-Peki ya… ya ben tekrar yaparsam? Ya gölge yine gelirse?

Erinç gözlerini İlke’nin gözlerine dikti. Bu kez bakışları daha yoğun, daha keskin bir güç taşıyordu.

-O zaman bana geleceksin. Ben sana, gölgeyle nasıl konuşacağını öğreteceğim. Onu düşman olarak görmeyi bırakacaksın. Onu, adaletin bir parçası yapacaksın.

İlke derin bir nefes aldı. İçindeki korku, yerini tuhaf bir teslimiyete bırakıyordu. Kafasında hâlâ binlerce soru vardı ama bir şeyi çok net biliyordu: Bu an, hayatının kırılma noktasıydı.

Ve işte o an, ilk kez Erinç’in sözlerinde gizlenen çekime kapıldığını fark etti. Açık bir itiraf değildi bu, hatta farkında bile olmadan hissetti. Ama Erinç’in yanında olmak, gölgenin karanlığını daha katlanılır hale getiriyordu.

Erinç ayağa kalktı, İlke’ye elini uzattı.

-Hadi. Artık öğrenci değilsin, İlke. Bu, senin ilk dersindi.

İlke, bir an tereddüt etti. Sonra Erinç’in elini tuttu.

Erinç’in elini tuttuğu an, İlke’nin içinde bir şey hem kırıldı hem de tuhaf bir rahatlama hissetti. Korku, utanç, suçluluk; hepsi o anın içinde birbirine karıştı. Erinç gözlerini ondan saklamadı.

saklamıyor, hatta dikkatle, neredeyse nazikçe bakıyordu. O bakışta yargı yoktu; sadece hesaplanmış bir sükûnet ve bir davet vardı:

-Bunu birlikte aşacağız.

Erinç ayağa kalktı, hareketleri soğukkanlı ve kontrollüydü; tıpkı ders anlatırkenki ritmi gibiydi.

-Önce sakin ol.

dedi, sesi aynı zamanda öğreten ve yönlendiren bir tonda.

-Panik, en keskin aklı bile bulanıklaştırır. Senin doğruya ihtiyacın var; doğru tutum, doğru adım.

Bu “doğru adım” ın ne olduğunu söylemedi. Söylemesi de gerekmiyordu. Sözcüklerin ötesinde bir dil konuşuyordu: hareketlerin, bakışların ve sessizliğin dili.




novebo yorum yok

İlk yorum yazan sen ol!


Henüz yorum yapılmadı

🔒 Erişim Gerekli

Bu içerik yalnızca 18 yaş ve üzeri kullanıcılar tarafından görüntülenebilir.
Lütfen giriş yapın veya kayıt olun.

Novebo discord sunucusu