Önceki bölüm
Dersin yüzeyindeki felsefe; alt metinde ise gölgeyle hesaplaşma egzersizine dönüştü.
.
.
.
.
.
Erinç, doğrudan zorlamadı. Manipülasyonunun en tehlikeli yanı buydu: onun yöntemi, bir hoca-öğrenci ilişkisinin en doğal kıvrımlarını kullanan ince bir şefkat görünümüydü.
Gece geç saatlere kadar çözemediği bir metni ilginç bulduğunda İlke’ye gösterir, ondan bir yoruma ihtiyaç duyar gibi yapardı. İlke, eleştirisini ve yardım teklifini bir öğretmenin güveni olarak algıladı; Erinç bununla hem onu güçlendiriyor hem de güven duvarlarını örüyordu.
Küçük zaferler… bir notta övgü… bir kahve molasında paylaşılan eski bir anı… hepsi bilinçli bir ağın düğümleriydi.
En etkili hamlelerinden biri, onun diliydi. Erinç kelimeleri bir cerrahın bıçağı gibi kullanmayı bilirdi: “gölge”, “hesap”, “seçim”, “sorumluluk” — bu kelimeler İlke’nin zihninde bir yankı oluşturuyordu.
Bir yandan akademik merakı besleniyor, diğer yandan duygusal bir boşluk dolduruluyordu; tesadüf değil, kasıtlıydı. Ona söylediği cümlelerin çoğu, görünürde nötr ama derinde bir tezi destekliyordu:
“Bastırılanı anlamak, bastırandan daha değerlidir.”
Bu argüman, İlke’nin suçla yüzleşme korkusunu yeniden çerçeveliyordu; “hastalık” artık bir kusur değil, üzerinde çalışılacak bir ham maddesiydi.
Erinç’in seçimi aynı zamanda kendi yalnızlığının bir cevabıydı. Gençliğinde yaşadığı o zor zamanları hatırladıkça, içinden geçtiği yalnızlık onu kirletmişti; şimdi bu yalnızlığı paylaşacak birini arıyordu. Yalnızlık değilse bile, bir ayna.
İlke, ona hem geçmişinin yankısını hem de gelecekte bir ortak olma vaadini sunuyordu. Bu yüzden onu eğitmek, ona bir yol göstermek aynı zamanda kendine de bir dost, bir meslektaş, belki de bir yoldaş kazandırmaktı.
Gizlilik ilkesine, etik sınırlarına gelince: Erinç bunu da oyunun parçası haline getirdi. Resmî kanallardan gelen notlar yerine, öğrenciyle kurduğu özel ilişkiyi katalizör yaptı.
O, üniversitenin sessiz koridorlarında öğrenci danışmanlığı maskesi altında onun en hassas itiraflarını topladı; İlke buna güven duydu çünkü kim ona bu kadar dikkatle bakıyordu ki? Ve bu güven, Erinç’in en büyük güç kaynağı oldu.
Seçimin son adımı tesadüf değildi: bir tez danışmanı teklifi. Resmî bir kâğıt, birkaç ofis saati, kafe konuşmaları hepsi bir araya geldiğinde İlke için çekici ve mantıklıydı.
“Sana yardım etmek istiyorum,” dedi Erinç, sesi dersliğin loşluğunda yankılanan bir önerme gibiydi. “Bunu birlikte çalışalım.”
İlke, elindeki eski yaralardan dolayı savunmasızken, aynı zamanda aradığı entelektüel rehberliği bulmuştu.
Ve böylece, yavaşça, görünürde masum adımlarla bir öğrenci-profesör ilişkisi tek bir çizgide birleşti: İlke, hem ayna hem tohum, Erinç ise hem öğretmen hem bahçıvan, hem de oyun kurucu oldu.
Erinç’in seçimi, hem bir merhamet hem de planlı bir hamleydi onun gölgesiyle tanışmak isteyenleri seçme sanatı.
Sonunda Erinç’in neden seçtiği açıkça görünür oldu: İlke, kırılganlığıyla uyuyan bir potansiyeldi; zekâsı ve yarası birleştiğinde, onun için ideal bir takipçi ve bir ortak oluveriyordu.
Erinç bunu savuşturmak için hiçbir mazeret getirmiyordu; o, kendi teorisini kanıtlamak istiyordu gölgeyle yüzleşmenin ve onu yönlendirmenin insanları nasıl dönüştürebileceğini. İlke, o dönüşümün merkeziydi.
---
İlke, gözlerini hala yerdeki cesetten alamıyordu. Kanın koyu kırmızısı, loş ışıkta sanki yavaşça akıyor, kendi ritmiyle nefesini kesiyordu. Ellerini hâlâ titreyerek mendille silmeye çalıştı, ama parmak uçlarındaki sıcaklık ve yapışkanlık, her hareketiyle zihnini daha da geriyordu.
Erinç, ona sessizce baktı; gözlerinde ne öfke ne de dehşet vardı, sadece planlanmış bir sükûnet. Sanki her şey önceden hesaplanmış, yazılmış ve sadece uygulanması gerekiyordu.
-Anıl, hazır mısın?
Anıl başını salladı, gözleri bilgisayar ekranından kalkmamış gibiydi ama içindeki dikkat, sadece dijital dünyaya değil, odaya hâkim gibiydi.
-Başlayalım, dedi Erinç.
İlke’nin nefesi hızlandı. Erinç ona doğru eğildi ve alçak bir sesle fısıldadı:
-Bunu seninle birlikte yapacağız. Panik, işimizi bozar. Her adımı düşünerek atacağız.
İlk adım, cesedi taşımaktı. Erinç, İlke’nin ellerini tuttu, onunla göz teması kurdu. Gözlerinde bir güven işareti vardı, ama aynı zamanda, “Artık geri dönüş yok” mesajı da. İlke başını hafifçe salladı; bilinçaltında korku ve tuhaf bir heyecan karışmıştı.
Cesedi kaldırmak zordu. İlke’nin kolları kasılmış, nefesi kesilmişti; Erinç ise sanki ağırlık hiç yokmuş gibi hareket ediyor, her adımı planlıyor, her hareketi sessiz bir ritimle kontrol ediyordu. Anıl da arka kapıdan olası bir güvenlik kamerası açığını kapatmak için gerekli cihazları kontrol ediyordu.
-Kanalı kapattım. Dijital izler siliniyor.
dedi Anıl kısa bir baş hareketiyle.
İlke’nin kafasında bir karmaşa vardı: bir yanda ceset, bir yanda suçun ağırlığı, bir yanda Erinç’in kontrol eden bakışı ve Anıl’ın sessiz ama kesin müdahalesi… Her şey, onu hem korkutuyor hem de tuhaf bir tür güç veriyordu.
Cesedi sedye gibi battaniyeye sardılar. Kan lekeleri battaniyeye sinmişti; Erinç her detayı gözetti. İlke bir yandan ellerinin titremesini durdurmaya çalışıyor, bir yandan da içindeki vicdanın uğultusunu bastırmaya çalışıyordu.
-Anlamalısın...
dedi Erinç, sedyeyi kapıya doğru kaydırırken.
-Bu, yaptığın bir hata değil. Bu, senin öğrenmen gereken bir ders. Gölgelerle yüzleşmek, sadece zihinsel bir süreç değildir. Fiziksel dünyada da uygulanması gerekir.
İlke, nefesini tutarak başını eğdi. Korku, utanç ve bir miktar garip bir tatmin duygusu iç içeydi. Kendi karanlığıyla ilk kez somut bir şekilde karşı karşıyaydı.
Kapıdan dışarı çıktılar. Erinç ve İlke, cesedi arabanın arka koltuğuna yerleştirirken, Anıl arka koltuğu kameralar ve GPS için kontrol etti. Tüm bu eylemler sessiz, planlı ve hızlıydı; şehir henüz uykudaydı. Her adımda İlke, kendi karanlığının ne kadar derin olduğunu hissediyordu.
Araba ilerlerken, Erinç sessizliğe hükmetti. İlke koltukta titreyerek baktı; kanın ve suçun kokusu hâlâ etrafını sarmıştı. Erinç’in sesi yumuşak ama keskin bir otorite taşıyordu:
-Her şey kontrol altında. Panik yok. Bu sadece başlangıç.
Anıl arka koltukta laptop’la uğraşıyordu, dijital kayıtları siliyor, tüm izleri yok ediyordu. İlke, bir yandan bakışlarını Erinç’ten alamıyor, bir yandan da cesedin üzerindeki battaniyenin kırışıklarına bakıyordu. Her kırışıklık, her kan lekesi, kendi zihninde bir gölgeye dönüşüyordu.
Erinç arabayı sessiz bir noktada durdurdu. İlke’ye döndü:
-Bu geceyi unutma. Gölgelerin ağırlığı ağırdır, ama kontrol senin elinde. Ceset sadece bir başlangıç, gerçek sınav bundan sonra başlar.
İlke başını salladı. İçinde hem korku hem de tuhaf bir güç duygusu vardı. Artık geri dönüş yoktu; gölgesiyle yüzleşmiş, suçun ve karmaşanın içinde bir bağ kurmuştu. Erinç’in yanında olmak, onu korkutuyordu ama aynı zamanda bu karanlık dünyada bir yol gösterecek ışık gibi görünüyordu.
Araba Erinç’in evine doğru sessizce ilerlerken, Anıl dijital kanıtları temizliyor, Erinç planları gözden geçiriyor, İlke ise kendi içindeki gölgenin ritmini dinliyordu. Artık üçü, aynı karanlık ittifakta birleşmişti; nerede duracaklarını, hangi fırtınaları atlatacaklarını sadece zaman gösterecekti.
---
Kanlı Yemin ve Fırtınanın İki Yüzü
Erinç’in arabası sessizce ilerliyordu. Yağmur, şehirdeki sokak lambalarına çarparak küçük, parlayan noktalar oluşturuyordu; her bir damla sanki gecenin karanlığını titretiyor, asfaltın üzerinde kısa birer fener gibi yanıp sönüyordu.
Arabada İlke sessizdi. Ellerindeki kan izleri hâlâ kurumuş, ama gözlerinde hâlâ taze bir korku ve şaşkınlık parıltısı vardı. Bu kan, onun için sadece bir cinayetin izleri değil, aynı zamanda kendi içinde yatan karanlığın görünür hale gelmesiydi.
Erinç, direksiyonda soğukkanlıydı; gözleri yolda ama zihni her an olası bir senaryoyu hesaplıyordu. Arabanın içinde sessizlik, gerilim ve tuhaf bir güven karışımı hâkimdi. İlke, bu sessizlikte kendi nefesini dinledi; kalp atışları sanki bir fırtına gibi kulaklarında çınlıyordu.
Erinç, sesi yumuşak ama kesin bir otorite taşıyan bir tonda konuştu.
-İlke… unutma, bu, senin suçun değil. Bu, senin gölgenin bir eylemi. Ve şimdi, bu gölgeyi kontrol etmeyi öğreneceksin.
İlke, gözlerini Erinç’ten kaçırarak koltukta titredi. İçindeki korku, suçluluk ve bir nebze merak birbirine karışmıştı. Gölgeler… kendi gölgesi… Erinç’in ona söylediği gibi, artık bunlar birer güç kaynağı olabilirdi.
Anıl, ön koltukta laptop’unu önünde açmıştı; parmakları sessizce klavyede dolaşıyor, dijital izleri yok ediyordu. Her silinen dosya, İlke için küçük bir rahatlama dalgası yaratıyordu. Erinç arada bir ona bakıyor, sessiz bir onay işareti veriyordu. Her biri kendi alanında bir görev üstlenmişti, ama bu görevin tamamı birbirine bağlıydı.
Şehrin Fırtınası
Dışarıda fırtına şiddetini artırmıştı. Rüzgâr, çatıların arasından geçerken ince çatı levhalarını titretmiş, ağaç dallarını savurmuştu. Sokak lambaları titrek ışıklarıyla arabaya vuruyor, her damla yağmur sanki gizlenen bir sır gibi yansıyordu. Şehir, hem sessiz hem de tehditkâr bir labirent gibi görünüyordu.
Erinç, sesi aynı anda sakinleştirici ve uyarıcı bir tonda konuştu.
-Yarın, her şeyi izlemeye başlayacağız, bu gece dinlen. Kendini topla. Ama aklında tut: hiçbir detay önemsiz değil.
İlke, gözlerini kapatmak istemedi; her ayrıntıyı zihninde kazımak istiyordu. Çünkü biliyordu, bu gece artık eski hayatının kapanışı, yeni hayatının ilk adımıydı. Kanlı bir yeminle başlayan bir dönüşüm…
Hakan ve Ercan’ın Planı
Şehrin diğer ucunda, Hakan ve Ercan Karayel, karanlık bir odaya sığınmış, yeni bir ittifak kuruyordu. Hakan’ın gözlerinde hınç vardı; Ercan’ın ise planlı bir soğukkanlılık.
-Erinç Dirim…
dedi Ercan, sesi keskin ve kararlı.
-Onu sadece akılla değil, yöntemle durduracağız. Sonsuza kadar…
Hakan başını salladı; bu ittifak, şehrin gölgelerinde sessiz bir savaşın ilk adımıydı. Her iki taraf da diğerinin zekâsını ve acımasızlığını biliyordu; ancak amaçları ortak: Erinç’in kontrol ettiği gölgeyi parçalamak.
Cem’in İçsel Fırtınası
Başkomiser Cem, İlke’nin kaybolduğunu ve telefonunun kapalı olduğunu öğrendiğinde, içinde bir fırtına koptu. İçgüdüleri, Erinç’in işin içinde olduğunu söylüyordu. Üniversiteye vardığında, Erinç’in derslikteki felsefi konuşmalarının ardından kafasında bir karmaşa oluştu. Erinç’in sözleri hem aydınlatıcı hem de yanıltıcıydı:
-Başkomiser, İlke adaleti arayan bir öğrenciydi. Ama adalet bazen kanunların ötesinde bir güçtür…
Cem’in aklına bir anda İlke’nin babasının durumu geldi. Erinç, sadece öğrencilerini değil, aynı zamanda gençlerin gölgelerini kendi planları doğrultusunda yönlendiriyordu. Cem, bu durumu anlamaya çalışırken, Erinç’in felsefi cümleleri daha da gizemli bir hâl aldı.
İçsel Hesaplaşma
İlke, arabada ellerini yıkadıktan sonra, Erinç’in sözlerini zihninde tekrar etti: gölge, suç, sorumluluk… Artık bunlar sadece kelimeler değildi; onun eylemlerinin nedeni, kaderinin bir parçası ve belki de geleceğinin anahtarıydı.
-Bunu nasıl kontrol edeceğim?
fısıldadı İlke, sesi hâlâ titrek.
-Öğreneceksin. Her adımda, her seçimde, kendi gölgenle yüzleşeceksin. Ve ben yanında olacağım. Her yüzleşme seni daha da geliştiren bir derstir ve insanoğlu her dersi içselleştirmek zorundadır.
Anıl, bilgisayar ekranına yansıyan kodları silerken sessizce başını salladı. Erinç’in yönteminde bir tuhaflık vardı; soğukkanlılık, felsefe ve güç… hepsi İlke’nin üzerinde aynı anda etki yapıyordu.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı