Önceki bölüm
Bu “doğru adım” ın ne olduğunu söylemedi. Söylemesi de gerekmiyordu. Sözcüklerin ötesinde bir dil konuşuyordu: hareketlerin, bakışların ve sessizliğin dili.
.
.
.
.
.
.
İlke, donuk gözlerle yerdeki bedene baktı. Gözlerinin kenarındaki nem artık başka bir şeyin parıltısıydı; suçun, yalnızlığın ve beklenmedik bir bağlılığın tuzlu izleri.
Erinç ona doğru bir mendil uzattı, Anıl geride durdu. Yanına laptop'unu almıştı. Onsuz asla dışarı çıkmazdı. Sanki ellerine yapışmış gibiydi. Fakat bu sefer gözleri ekrandaki kod satırlarına değil, bulunduğu anın yüküne takılıydı.
-Anıl, sen de bize katıl.
Anıl, kısa bir baş selamıyla onay verdi. Onun sessiz onayı, sahneyi tüketen ağır sessizliğe bir tuhaflıkla eklemlendi: bir yerde teknoloji, diğer yerde insanın sınırları.
İlke’nin aklı hâlâ sisler içindeydi; geçmişin kırık anıları, o günkü atakların izleri, hepsi birbirine girmişti. Erinç, bunu biliyordu. Onun bilgisi sadece teorik değildi; kişisel bir iz bırakmıştı.
Bu yüzden yaklaşımı yumuşaktı ama kesin: suçun ağırlığını küçümsemiyor, ama ona yüklenmenin yararsızlığına da işaret ediyordu.
-Bu bir son değil.
diye söyledi Erinç.
-Bu, bir başlangıç. Hatalar ve baskılar insanı yok etmez; onu şekillendirir. Senin şimdi yapman gereken, bunu nasıl bir derse dönüştüreceğini bilmektir.
İlke, kendini zorla dik tutmaya çalıştı.
-Peki nasıl… Nasıl unutacağım bunu? Nasıl normal yaşamaya döneceğim?
diye fısıldadı. Sesi kırılgandı; gözlerinde öfkeyle korku arasında gidip gelen bir ifade vardı.
Erinç yavaşça ona yaklaştı; konuşması neredeyse bir ders notu gibiydi:
-Normal diye bir şey olduğunu sanmıyorum, İlke. Biz yeni bir normal tanımlayacağız. Bunun ilk kuralı da panikten kaçınmaktır. İkinci kural, gerçeği saklamaktır; üçüncüsü ise bununla nasıl yaşayacağını öğrenmektir.
Bu sözlerin teorik tarafı İlke’yi rahatsız etti; pratik tarafıysa onu güvene çekiyordu. Çünkü burada, Cem’in dünyası gibi net çizgiler yoktu: burada gölgeler vardı, gri alanlar, hakikat ve vicdanın bulanıklaştığı bölgeler. Erinç, bu alanlarda ustalaşmış görünüyordu.
Anıl kenardan sessizce, ama kararlı bir ifadeyle konuştu:
-Ben izleri temizlerim. Dijital… seninle ilgili her türlü ilişkiyi hâlâ kontrol altına alabilirim. Sen sadece kendine gel.
Anıl’ın sözleri operasyonel ayrıntıya girmeden, eğreti bir güven yarattı. İlke, “temizlemek” kelimesinin somut ayrıntılarını bilmek istemiyordu; bildiği tek şey, Erinç ve Anıl’ın birlikte olmasıydı—onların varlığı bir tür kalkan gibiydi.
-Beni polise vermeyeceksiniz.
dedi İlke, sesi hem yalvarış hem de bir bekleyiş taşıyordu.
Erinç başını hafifçe eğdi; bir onay, bir namus sözü gibi.
-Seninle olacağız. Ama bu fedakârlık gerektirir. Ve fedakârlık, her zaman kolay değildir.
Onlar konuşurken, dışarıda gece ağırlaştı. Şehrin uğultusu uzak bir denizin dalgaları gibiydi; içeriye ancak ince bir yankı ulaşıyordu. Erinç odayı, cesedi, İlke’yi dikkatle inceledi; bu bir bilim insanının laboratuvarındaki ölçüm kadar soğukkanlıydı ama bir ressamın tuvaline bakış kadar estetik bir merakı da vardı. Oyun kurucu, tiyatronun arkasındaki ışıkları ayarlayan kişiydi.
Erinç, Ilke’ye dönüp daha alçak sesle ekledi:
-Bu işin bir yönü de ritüeldir. İlk dersini verdin: adım attın. Öğrencinin olması gerekli; ayna tutan bir zihin. Bundan sonra her seferinde birlikte olacağız. Anıl sana yardımcı olacak, ben sana nasıl yön vereceğimi göstereceğim.
İlke, karşısındaki bu adamı hem öğretmen hem kurtarıcı hem de azılı bir yöntem sahibi olarak algılamaya başladı. Kendi içinde bir çizgi kaydı: bir yanda suçun ağırlığı, diğer yanda bir tür ait olma hissi.
Bu hissin tehlikeli olduğunu biliyordu, ama duyduğu yalnızlık o denli yoğundu ki, rahatlıkla kendini bu akışa bırakabilecek hâle geliyordu.
Erinç, ayağa kalktı ve bir süre sessizce kapıya baktı. Ardından ilave etmeden geçemedi:
-Yarın sabah, her şeyin izini süreceğiz. Şimdi dinlen. Kendini topla. Bu gece, gördüklerini hatırlamak zorunda değilsin. Bırak beden dinlensin; akıl çalışsın.
İlke, mendiliyle yüzünü kuruladığında, gözlerinin köşesindeki kıvrımdan Erinç’e baktı. Orada bir teşekkür vardı, ama aynı zamanda bir sadakat de filizleniyordu.
Sözcükler yoktu; hareketlerin sessiz dili her şeyi söylüyordu. Anıl bilgisayarının başına geçip, kendi dünyasında sessizce şeyler yapmaya başlayacaktı. İlke ise yorgun bir çocuk gibi, ilk kez gerçek bir kucağa bırakılmış gibi hissetti.
Gece ilerlerken üçü, sessiz bir ittifakın sınırlarını çizdiler. Hiç kimse bağırmadı, hiç kimse dramatik yemini etmedi; sadece varoluşun soğuk gerçekleri arasında bir anlaşma doğdu. İlke kendini onların yanında daha az yalnız hissetti ama bu yalnızlığın bedelini ödeyeceğini daha henüz bilmiyordu.
Ertesi sabah, güneş henüz doğmadan önce Anıl bilgisayarın başına oturacak, Erinç stratejiyi gözden geçirecek, İlke ise kendi içindeki gölgelere dair ilk dersini alacaktı.
Birliktelik başlamıştı; artık hepsi aynı gemideydi. Ve gemi, fark edilmeden derin sulara doğru yelken açıyordu nerede duracağı, hangi fırtınaları atlatacağı ise yalnızca zamanı gösterecekti.
Erinç’in İlke’yi Seçişi
Erinç, üniversitenin kalabalık amfisinde ilk kez İlke’yi gördüğünde diğer öğrencilerden farklı olduğunu tek bakışta anlamıştı. Yüzünde sürekli bir dikkat perdesi vardı; gözleri bazen uzaklara dalıyor, bazen de en ufak sese irkilerek geri dönüyordu.
Diğerleri defterlerine notlar karalarken İlke’nin parmakları titrer, kalemi sayfanın ucunda sabitlenirdi. Bu, sıradan bir gerginlik değildi.
Erinç, insan zihninin karanlık koridorlarını bilen biri olarak, bunun geçmişte derin yaralar açmış bir hastalığın izi olduğunu hemen sezmişti.
Çünkü Erinç, benzer karanlıkların içinden geçmişti. İlke’nin gözlerindeki boşluğu gördüğünde kendi gençliğinde yaşadığı o kontrolsüz anları hatırladı. Ona tanıdık gelen, ürkütücü ama bir o kadar da cezbedici bir şey vardı bu genç adamda.
Daha sonra öğrendi: İlke, birkaç yıl önce ağır bir psikiyatrik kriz atlatmış, haftalarca tedavi görmüş, sonra da yavaş yavaş hayata dönmüştü.
Bu hastalık, şiddetli kaygı ataklarıyla başlayıp anlık kopmalarla sonuçlanan, zaman zaman bilinç bulanıklığı ve hafıza boşlukları yaratan bir bozukluktu.
Çoğu kişi için İlke, yalnızca sessiz, kırılgan, biraz içine kapanık bir yüksek lisans öğrencisiydi. Ama Erinç, satır aralarını okuyan biriydi.
İlke, normal zamanlarda ise oldukça sosyal ve zeki bir öğrenciydi. Dersleri her zaman yüksek notlarla geçiyordu. Ortalaması 3,53 idi.
Öğrencilerini seçerken aslında iki ölçütü vardı: birisi kendi gölgesini taşıyanlar. Onların gözlerindeki yarayı görür, zihinlerinin derinliklerinde saklanan gölgeleri sezdiğinde, onları kendi yanına çekmekte hiç zorlanmazdı. İlke de bu seçimlerden biriydi. İkincisi de yüksek zeka idi.
Bir danışmanlık görüşmesinde Erinç, İlke’nin dosyasını açtığında daha da emin oldu. Psikolojik geçmişine dair ufak bir not vardı: “Geçmişte majör depresyon ve disosiyatif ataklar.” Çoğu hocanın gözünden kaçan bu detay, Erinç için altın değerindeydi.
Aynı zamanda onun bu hastalığına rağmen ilkokuldan ortaokula ve liseye kadar hep derece yapmıştı. Üniversiteye bile dereceyle girmişti.
İlke, her zamanda zeki ve keskin bir öğrenciydi. Araştırmalarında ayrıntılara dikkat eder, küçük ipuçlarını birleştirip büyük resmi görmeyi başarırdı. Fakat o zekânın ardında sürekli tetikte bir korku, sürekli kendi içindeki canavardan kaçmaya çalışan bir ruh yatıyordu.
Erinç bunu gördü ve düşündü:
“Kendi gölgesinden kaçan biri, sonunda gölgesine dönüşür. Ben ona bu dönüşümü öğretebilirim.”
Böylece İlke’yi tez öğrencisi olarak yanına aldı. Ona verdiği konular, bilinçli seçimlerdi: suç psikolojisi, bireyin kriz anındaki karar mekanizmaları, şiddetin felsefesi… Hepsi, İlke’nin zihninde zaten var olan karanlık yankıları uyandırmak için tasarlanmıştı.
Zamanla Erinç, İlke’nin güvenini kazandı. Onun zayıf noktalarını öğrenirken, aynı zamanda içindeki gölgeyi kabullenmesi için küçük dokunuşlar yaptı.
Ona, geçmişini bir zayıflık değil, bir “öğretmen” olarak görmesini öğütledi. Ve İlke, farkında olmadan Erinç’in en tehlikeli oyununa çekilmiş oldu: kendi içindeki hastalığını bir güç olarak görme oyunu.
Ve atlattığı hastalığına yeniden dönmesini sağladı.
Erinç’in dikkatinin bir öğrencide takıldığı an belli belirsizdi: o anı hatırlamıyordu, ama bir yerde bir kırılma olmuştu. Derslikte herkesin normal ritmiyle not aldığı günlerden biriydi.
Tahta tozu, çay fincanlarının uzak bir tınısı, dışarıda rüzgârın kampüsün sararmış yapraklarını sürükleyişi. İlke oturuyordu; elindeki kalem titriyordu, gözleri boşluğa dalıp geliyordu.
Bir soruyu cevaplamaya çalışırken cümlesi yarıda kalmış, dudakları aralanmış ama ses çıkmamıştı. Sınıfın hafif uğultusu içinde o küçük, kırık an görünür hale gelmiş; Erinç’in gözü ona takılmıştı.
O an Erinç’e, yılların içine yerleşmiş bir şey hatırlattı: kendi gençliğinin yarımıdır belki, ya da anlatmaktan çekindiği bir hatıra. Kendi geçmişindeki ilk kopuşları.
O zamandan beri gözlemlediği ve sakladığı bir yeti vardı onda — insan yüzünün kırık yerlerini okuma, suskunluğun ardındaki kırılganlığı sezme.
İlke’nin yüzünde o kırılganlık vardı; sadece kırgın değil, yarın ne zaman patlayacağı bilinmeyen bir germeydi bu.
Ders bitince, Erinç usulca sırasını topladı ve bir danışmanlık görüşmesi talep etti. Resmî gerekçesi akademik rehberlikti; gerçek sebebi, yüzündeki gölgeyi daha yakından görmekti.
Üniversitenin kayıtlarında, bir hocanın protokol gereği açtığı küçük bir not, ona doğrudan ulaşmıştı: geçmişte majör bir psikiyatrik atak, birkaç aylık hastaneye yatış, disosiyatif epizodlar. Kâğıt üzerindeki soğuk cümleler, Erinç için bir anahtar olmuştu. Soğuk bir raporun ötesinde bu, bir hikâyeydi; bir dizi iz ve karşısında bir ruh.
Ama neden seçti onu? Çünkü İlke sadece kırılgan değildi; zeki, dikkatli, detayları kavrayan bir zihindi. Kuramsal sorulara verdiği cevaplarda bir incelik, bir inat vardı — adaleti, öfkeyi, suçu dilbilimsel bir hassasiyetle tartıyordu.
Felsefe bölümünden önce babasının isteği ile adalet de okumuştu ilke.
Erinç için tehlikeli olan, o zekâ ile karanlığın aynı bedende buluşmasıydı. Kendine baktığında gördüğü şeyin, bir başkasında da filizlenebileceğini anladı: kendi gölgesiyle yüzleşecek bir ayna.
Seçim soğuk değildi; küçük adımlarla örülmüş, sabırla tasarlanmış bir süreçti. İlk görüşmede, Erinç kibar, mesafeli bir danışman gibi konuştu. Öğrenci-profesör ilişkisini kullanıp güven oluşturdu; mesleki ilgi ve akademik merak zırhı altında, İlke’nin hikâyesini dinledi.
Bu dinleme, onun için yalnızca empati değildi aynı zamanda araştırmaydı. İlke anlatırken, Erinç kendi geçmişinin notlarını sessizce açtı; nerede kırıldığını, nerede korktuğunu, hangi kelimelerin ona iyi geldiğini not etti.
Sonuçta Erinç'in ikinci dalı psikoloji üzerindeydi.
Zamanla Erinç’in yaklaşımı daha incelikli hale geldi: tez konuları kasıtlı seçildi. “Suçun etiği”, “travma ve toplumsal hesaplaşma”, “bireysel failiyetin kolektif sonuçları” gibi başlıklar, İlke’nin düşünce labirentine hem güvenli bir yol hem de dikkatlice yerleştirilmiş tetikler oldu.
Her okumada, her tartışmada ilginç bir denge kuruluyordu: İlke’nin sorgulamasına izin veriliyor, ama aynı anda o sorgulama belirli bir kanala yönlendiriliyordu.
Dersin yüzeyindeki felsefe; alt metinde ise gölgeyle hesaplaşma egzersizine dönüştü.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı