Önceki bölüm
— Daha ne kadar başkalarının intikamını alacaksın? O saçma adaletini daha ne kadar sürdüreceksin?
.
.
.
.
.
— Bana cevap ver!
dedi Cem.
— Sen, kendi adaletini yaratıyorsun. Ama unutma, senin adaletinin de bir bedeli var. Ve o bedeli ödemeyeceğini mi sanıyorsun?
Erinç, artık kendisini uykulu hissetmiyordu. Zihni tamamen açıktı ve artık bu cem olayı canını sıkıyordu.
— Ne demek istiyorsunuz? Sırf bunları söylemek için mi pazar sabahı erkenden aradın.
— Yaptığın her şey, senin için yarattığın o mükemmel dünyayı tehdit ediyor. O kızın, Umay’ın dünyasını… Ona ne zaman anlatacaksın babasının bir katil olduğunu.?
Erinç’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Cem, doğru damardan yakalamıştı.
— Umay...
dedi Cem. Sonra devam etti. Erinç'i sinirlendirdiğinin bilince olarak ve bundan zevk alarak.
— O masumiyetin bedelini sen ödeyeceksin. Ya da ben... Ben, hem senin adaletinin, hem de o masumiyetin bedelini ödemeni sağlayacağım.
Telefon kapandı. Erinç’in elinde sadece soğuk bir telefon değil, aynı zamanda titreyen bir kalp ve zihninde yankılanan bir ses vardı: "Baban bir katil..."
Çarpışma Anı
Erinç, erkenden kalktığı için ve uykusu bölündüğü için öfkeliydi. Fakat daha çok tehdit edilmesi onu sinirlendiriyordu.
Yatağından kalktı ve Umay'ın odasına girdi. Küçük prenses görünürde babasının tam bir kopyası idi.
Küçük prensesin sarı saçlarını okşadı ve ufak bir öpücük kondurdu. Bir baba olarak bu küçük prenses için her şeyi yapardı.
Kızının yüzündeki masumiyet, Cem’in sözlerini daha da acımasız kılıyordu. Kendi gölgesinde yürürken, Umay’ın dünyasına asla zarar vermemeyi kendine söz vermişti. Ama şimdi bu söz, bir tehdit haline gelmişti.
Erinç, bir karar verdi. Artık Cem ile oyun oynamayacaktı. Cem ile karşı karşıya gelme zamanıydı.
Sabahın erken saatlerinde, Erinç polis merkezine gitti. Kapıda Mert, onu görünce şaşkınlıkla bakakaldı.
Erinç, ciddiyetle konuştu.
— Başkomiser Cem ile görüşmek istiyorum.
Mert, şüpheli bir bakışla ona eşlik etti. Cem, odasında onu bekliyordu. Erinç’i görünce yüzünde memnun bir ifade belirdi.
— Geleceğini biliyordum. Sanırım bu adalet oyunu senin için bitti.
Erinç, dipsiz siyah gözlerini dikerek soğuk bir sesle konuştu.
— Bu bir oyun değil, Başkomiserim.
Bu, gölgedeki adalet. Ve biliyorsun ki her cinayetin ardında bir sebep var. Fakat beni tehdit etmenden hiç hoşlanmadığımı belirtmek isterim. Tek bir kanıtınız bile yok.
— Suçlu olduğunu kanıtlayamam. O zaman ne olacak?
- Karşı Koyuş-
Başkomiser Cem’in odasında hava, güneşin aydınlattığıdan daha soğuktu. Pencereden içeri sızan sabah ışığı, masanın üzerindeki dosyaların köşelerini keskinleştiriyor; odanın köşelerindeki gölgeler ise daha kararlı, daha bekleyişçiydi. Erinç, kapıdan içeri adım attığında bu soğukluğun içine sessizce karıştı tıpkı hep olduğu gibi, varlığı yokluğu arasında ince bir çizgide duruyordu.
Cem ayağa kalkmadı; sandalyeye yaslandı, ellerini masanın üzerinde birleştirip bakışlarını Erinç’e sapladı. Gözleri hem yorgun hem de kinliydi; yılların polis refleksiyle saklanmış bir adalet arzusu, şimdi kişisel bir saplantıya dönüşmüştü.
—Suçlu olduğunu kanıtlayamam. O zaman ne olacak?
Erinç, konuşması düz, niyetsiz, ama altında kaygan bir tehdit gizliydi. Bu ses tonuyla Cem'in sözlerini tekrar etmişti.
Cem, derin bir nefes aldı; odanın duvarlarındaki diploması bile o nefesle titredi.
—Olacak olan şu: Ben peşini bırakmayacağım. Ne kadar gölgede saklanırsan saklan, bir yerde hata yapacaksın. İnsan hata yapar, Erinç. Sen de insansın.
Erinç, Cem’in gözlerinden uzaklaştı; ellerini cebine soktu, hareketleri sakin, hesaplıydı.
—İnsan mı? Kimse insan değilse insan olduğuna inanmaz. Sen adaleti savunursun, Başkomiserim; ben de adaleti uygularım. Metotlarımız farklı sadece.
Cem’in dudaklarında beliren acı bir gülümseme, öfkesinin sızısını saklıyordu.
—Metot farkı mı? Metotun, hukukla uyuşmuyor. Oysa biz kanıtlarla konuşuruz, sen ise hükümle.
—Kanıtlar...
Erinç’in sesi daha soğuk bir notaya kaydı
— Kanıtlar bazen gerçeği değil, sadece gözlemcinin körlüğünü gösterir. Benim yaptığım, bazı şeylerin yeniden dengelenmesidir.
Cem başını öne eğdi, masanın üzerindeki dosyaya baktı, ardından Erinç’e. İçinde hem vazgeçme hem de vurma isteği dolanıp duruyordu.
—Peki, Umay’a ne söyleyeceksin? Eğer yakalanırsan... ona ne diyeceksin?
Cem'in sesi aniden yumuşadı; bu, bir tehdit değil, bir testti.
Erinç’in yüzü değişmedi; parmak uçları hafifçe titredi ama bu dışarı vurmadı. Umay’ın adı, onun için bir kalkan da, bir zayıflık da olmuştu hep.
—Ona babasının dünyası hakkında bir masal anlatacağım. Masalın sonunda kahraman, küçük kızını hep koruyan biridir. Sen masalın nasıl bittiğini merak ediyorsun belki ama unutma: herkes kendi masalını yazamaz.
Cem’in gözlerinde bir şey kıvılcımlandı. Kızgınlık mı, hayret mi yoksa tiksinti mi, belirlemek zordu. Bir polis için, adaletin kişisel yorumlarla lekelenmesi kabul edilemezdi. Ama önündeki bu adam, kuralların dışındaki bir ahlak koduna inanıyordu ve bunu saklamaktan utanmıyordu.
—Sen masal yazıyorsun, Erinç. Ama gerçek hayatta masalların kahramanları suçlu olur, suçlular ceza alır. Ben o cezayı vermeye ant içmiş bir adamım.
Erinç gülümsedi; gülümsemesi bir tehditten çok bir veda gibiydi.
—Ant içmek, seni güçlü yapmaz, tek bir şey yapar: körleştirir.
Masa üzerinde duran telefon çalmaya başladı; iki adam da aynı anda başlarını telefona çevirdi. Ekranda Anıl’dan gelen kısa bir mesaj belirdi:
“Durum net.”
Erinç mesajı görür görmez gözleri karardı; bir an için odanın içindeki tüm sesler uzaklaştı. Anıl dünyada olan biteni, bilgisayar kodlarından çok daha iyi okuyan bir varlığın uzantısıydı. Onun bir sözü, Erinç için planın doğruluğunu teyit ederdi. Aynı zamanda bir uyarıydı: Oyunun bir sonraki hamlesi başlamıştı.
Cem, telefonu işaret ederek konuştu.
—Senin bir ortağın var. Bu, senin yalnızca bir zanlı değil, bir suç ortaklığı içinde olduğunu gösterir. Dijital izler yok olabilir; fakat insanlar, ilişkileriyle iz bırakırlar.
Erinç’in omuzlarında bir anlık gerilim belirdi, sonra indi. İçinden bir şeyler kırıldı mı kırılmadı mı, dışarıdan görünmüyordu. O, ilişkileriyle iz bırakan bir adamdı ama izleri temizlemekte ustaydı.
—Belki de bir ortak var. Belki de yok.
Erinç’in sesi bu kez, Cem’e bakmadan, pencereden dışarıya uzanan bir mesafeye gönderildi.
— Ama şu açık: Eğer birini öldürmek adaletse, o zaman durdurmak benim görevim; eğer öldürmek suçsa, durdurmak senin görevin. Görüyorum ki ikimiz de görevimizi farklı anlayışlarla yapıyoruz.
Cem, son bir hamle yaptı; yumruklarını masaya vura vura konuştu ama kelimeleri daha çok kendini ikna etme çabasındaydı.
—Ben seni yargılayamam diye şunu yapmayacağım: sana ve yaptıklarına karşı savaşacağım. Umay için, onlar için, adalet arayanlar için... seni durduracağım.
Erinç gülümsemesini geri çekti; gülümsemesi artık bir kararın işaretiydi.
—O zaman o savaşı başlat, Başkomiserim. Ama unutma: Savaş başladığında sınırlar kaybolur. Sen savaşırken, senin de gölgelerle yüzleşmen gerekebilir.
Cem ayağa kalktı. Erinç de ayağa kalktı. İkisi de birbirlerine son kez baktılar; bakışları bir bıçak gibi geçti. Aralarında şu an için bir çatışma yoktu; vardıysa da kelimelerle, tehditlerle, küçük işaretlerle sınırlıydı. Ama her ikisi de biliyordu: bu karşılaşma sadece bir başlangıçtı.
Erinç, kapıya doğru yönelirken pencereden dışarı baktı. Şehrin üzerindeki sabah pusunun içinde, insanlar kendi küçük hayatlarına devam ediyordu. Umay evde uyuyor, dünyanın geri kalanı uyumsuz bir senfoniyi çalıyor gibiydi.
Erinç, o senfoniye kendi notasını eklemeden önce bir kez daha küçük kızına döndü; yüzü hafifçe yumuşadı, sonra tekrar gölgeye büründü.
Cem, arkasından fısıldadı:
—Beni yanlış anlama; ben seni yakalamaya çalışacağım. Ama eğer birileri zarar görürse, adaletin başka bir şekliyle olur.
Erinç durdu, kapıya bir elini değdirdi. Sanki geleceği hissediyordu; bir dönemeç, bir sınav, bir seçim anıydı.
—Beni yakalayabilirsin, Başkomiserim.
dedi sakinlikle
—Ama yakaladığında bana hangi hikâyeyi anlatacaksın? Benim hikâyemi mi, yoksa kendi vicdanının hikâyesini mi?
Kapı kapanırken, Cem’in yüzünde bir zaferin ve bir kaybın karışımı vardı. Erinç koridorun karanlığına karıştı; gölgesi uzun, adımları sessizdi. Dışarıda gün doğuyor, şehir uyanıyordu. Ama gecenin bir yerlerinde, gölge hâlâ yürüyordu. Hem onun hem de başkalarının masumiyetini test eden bir yargıcın gölgesi.
Ve uzakta, Anıl’ın soğuk bir onayı daha vardı: oyun devam ediyordu.
...
Erinç, karanlıkta duran bir heykel gibiydi; gölgesinin bile kendisinden ayrı bir varlık gibi hareket ettiği hissini uyandırıyordu. İlke’nin gözlerindeki öfke ve inat, Anıl’ın keskin bakışlarıyla birleşince, odada görünmez bir gerilim ağı örüldü. Sessizlik, yalnızca nefes alışlarının arasındaki ritimle bozuluyordu.
— Biz pes etmeyeceğiz.
dedi İlke, sesi titremiyordu, aksine bir yemin gibi yankılanıyordu. Artık bu işte o da vardı. Bundan kaçış yoksa sadece zevk almaya çalışabilirdi.
— Onlar bizden güçlü olabilir.
diye ekledi Anıl,
—Ama gölgenin dili onlardan daha keskin.
Erinç gözlerini kapattı, bir süre hiçbir şey söylemedi. Bu iki insanın öfkesi, ona kendi gençliğini hatırlatıyordu. Bir zamanlar o da adaleti güneşin ışığında aramış, kanunların çizdiği yolda yürümeyi denemişti.
Fakat ne zaman ki o yolda masumların kanı kurumadan kaldı, işte o zaman gölgeyi seçmişti. Çünkü gölge, güneşin kör ettiği hakikati daha net gösteriyordu.
— Pes etmeyeceksiniz.
diye fısıldadı Erinç.
—Ama pes etmemek için yalnızca öfke yetmez. Öfke bir kıvılcımdır, ateşi başlatır ama aynı zamanda sahibini de yakar. Siz ateşi taşıyacaksınız; ama elleriniz yanmadan, gözleriniz kör olmadan.
İlke başını hafifçe eğdi, sanki hocasından ders alan bir öğrenci gibiydi. Anıl ise dudaklarının kenarında beliren ince bir gülümsemeyle, Erinç’in söylediklerini zihninde tartıyordu.
O an odanın karanlığında yalnızca üç kişi yoktu. Duvardaki gölgeler de onlarla beraber nefes alıyor gibiydi; her bir kıpırtı, her bir bakış, bu sessiz tanıkların hafızasına kazınıyordu.
Erinç ayağa kalktı, pencerenin önüne yürüdü. Şehir ışıkları, uzaklardan donmuş yıldızlar gibi yanıp sönüyordu.
— Adalet, bazen gün ışığında değil, gecenin en koyu anında doğar. Bizim yolumuz, o karanlığın içinden geçmek zorunda. Ve bu yolda geri dönüş yok.
İlke ile Anıl bakıştılar. Artık geri adım atmak mümkün değildi. Karar verilmişti.
Ve o gece, üç gölge aynı yeminle birbirine bağlandı: Gölgede doğan adaleti, kim olursa olsun karşılarına çıkan, kendi gölgesiyle yüzleşecekti.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı