*“İnsan, kendi eylemlerinin mahkûmudur.” – Jean-Jacques Rousseau*
---
Gece, şehrin ışıklarından uzak bir sokakta ilerliyordu. Depodan çıkan Erinç ve Cem, sessizce yürüyordu; ayak sesleri boş asfaltın üzerinde yankılanıyordu. İçeride yaşananlar, Cem’in zihninde hâlâ dönüyordu: suçlular etkisiz hâle getirilmiş, İlke içinde ki gölgeyi tamamen kontrol etmişti ve polis kayıtları artık Cem’in vicdanını sarsacak bir gerçeklikle doluydu.
Cem bir an durdu, Erinç’e dikildi. Gözlerinde hem öfke hem de karmaşık bir hayret vardı. Sesi sert ama titrek bir şekilde konuştu.
—Erinç…Bir an için… seni durdurmayı düşündüm. Ama şimdi… tanık olduğum şey… buna karşı koymam imkânsız gibi.
Erinç, Cem’e soğukkanlı bir şekilde baktı; gölgesi duvarlarda uzun bir çizgi gibi uzanıyordu.
—Zor değil, Başkomiser. Gölgede yürüyen adalet her zaman kolay anlaşılmaz. Ama görüyorum ki artık senin gözlerin karanlığa alışıyor.
Cem bir adım ileri çıktı, yüzünde kararlı bir ifade vardı.
—Seni hapse attıracağımdan korkmuyor musun? İçeri girip, yasalara göre sana gerekeni yapabilirim. Senin yöntemlerin… suçlulara adalet dağıtıyor olabilir, ama kanunlar bunu kabul etmez. Kendimi tanık olarak gösterebilirim.
Erinç, hafifçe gülümsedi; gülümsemesi tehdit değil, bir tür meydan okuma taşıyordu:
—Hapse girmek… sadece bir mekan. Adaletin gerçek sınavı orada değil, insanın kendi vicdanında başlar. Sen de tanık oldun, Başkomiser: sistemin kendisi bazen masumları koruyamaz. Gölge, eksik kalan o kısmı tamamlar.
Cem, sessizce birkaç adım geri çekildi. Gözlerinde karmaşık bir ifade vardı; korku, öfke ve hayret birbirine karışıyordu. Erinç’in söyledikleri, sadece bir felsefi öğüt değil, aynı zamanda Cem’in kendi içsel çatışmasını da harekete geçirmişti.
Cem, gittikçe alçalan bir sesle konuştu.
—Bir suç… gördüm. Tanık oldum. Ve… senin yaptığın şey… masumları korudu. Ama ben bir polis olarak, kanunları savunmak zorundayım.
Erinç, sesi düşük ama keskin bir şekilde yanıtladı.
—Kanunlar…Masumları korumazsa… kanunlar ne işe yarar? Suça tanık oldun, evet. Ama tanık olmanın ötesinde ne yaptın? Sadece izledin mi, yoksa müdahale ettin mi? İşte fark burada.
Cem, gözlerini Erinç’ten ayırmadan sessizce nefes aldı. İçinde bir fırtına vardı; artık sadece kanunlar ve görev değil, masumların güvenliği ve gölge arasındaki ince çizgi ile yüzleşiyordu.
Tam o sırada İlke sessizce yanlarına yaklaştı; gölgesi hâlâ soğuk ve keskin, adımlarında ölümcül bir ritim vardı. Cem, İlke’yi görünce durdu ve gözleri açıldı:
Doğru ya...
O da buradaydı bir anlığına unutmuştu. Sesi şaşkın ve öfkeyle karışık bir hayretle konuştu.
—İlke… sen… buradasın? Bana yardım ettiğini düşünüyordum… peki sen neden Erinç’in yanında oluyorsun?
İlke, kısa bir bakış attı, ardından gözleri bir an dalıp içsel karanlığıyla yüzleşti:
—Başkomiser… ben… hastayım. Ama içimdeki gölgeyi kontrol edebiliyorum. Erinç’in yanında olmak zorundaydım; bu gece masumlar için bir şans vardı. Ya masumlara zarar verecektim ya da suçlulara...
Cem, bir adım geri çekildi; İlke’nin sözleri ve yüzündeki ciddiyet onun zihnini sarsmıştı. Kendisini yanlış tanıdığı komşusu, şimdi karanlıkta bir araç olarak masumların yanında duruyordu. Fakat bunu da normal bir yolla yapmıyordu.
Erinç, sessizce araya girdi:
—Cem, İlke’nin kararı… onun kontrol ettiği gölgeyi doğru kullanabilmesi için buradayız. Herkesin kendi sınavı var, Başkomiser. Senin de seçimlerin, masumların hayatını şekillendirecek. İlke, kendi fırtınasıyla savaşıyor ve bunu doğru bir amaç için kullanıyor.
Cem, sessizce başını salladı. İçinde hem korku hem de hayranlık vardı. Bir zamanlar komşu olarak tanıdığı İlke, şimdi masumların güvenliği için karanlıkla yüzleşiyordu; hem gölgeye hem de kendi vicdanına.
Üstelik İlke’yi yargılarsa onu hapse attıramazdı. Onu akıl hastanesine kapatırlardı.
Cem, bunun olmasını kesinlikle istemiyordu. Çünkü İlke’yi kendi oğlu gibi seviyordu.
Cem sonunda kararlı bir sesle konuştu.
—Peki, bu gölge… gerçekten masumları koruyorsa… seninle ve İlke ile birlikte yürümek zorundayım. Ama bil ki, Başkomiser olarak sorumluluğum hâlâ var.
Erinç, kısa bir baş sallamasıyla onayladı:
—Ve ben de bunu bekliyorum. Gölge, sadece suçluları değil, görenleri de sınar. Senin ve İlke’nin seçimleri, masumların hayatını şekillendirecek.
Cem, derin bir nefes aldı ve gözlerini uzaklara dikti; artık tek bir gerçek vardı: gölge ile yürümek, hem karanlığa hem de kendi vicdanına karşı bir sınav olacaktı.
Ve o an, Cem’in zihninde bir karar kökü atılmıştı; artık gölgeyi anlamış, Erinç’in ve İlke’nin yanında olmayı seçmişti. Ama bunun bedeli… her adımda daha da ağırlaşacaktı.
---
- Gölgenin İki Yüzü-
Erinç’in depodan ayrılışından bu yana geçen bir hafta, Cem için bir asra bedeldi. Geceleri kanun kaçağı, gündüzleri ise kanunun bekçisi rolünü oynamak, ruhunda iki farklı akıntının çarpışması gibiydi.
Masasında, yasalara göre dokunulmaz olan holding patronu, nam-ı diğer “Zehirli Gölge” Mehmet Öztürk’ün dosyası duruyordu.
Cem’in vicdanı, kâğıt üzerindeki her bir suçun cezasız kalmışlığını haykırıyordu.
“Her suçun bir gölgesi vardır, Başkomiser. Sen, o gölgenin peşine düşmelisin,”
Erinç’in sesi, zihninde yankılanıp duruyordu.
Cem, dosyanın sayfalarını öfkeyle çevirirken, kapı çalındı. Gelen, Anıl’dı. Elinde, üzerinde hiçbir ibare olmayan, gri bir flash disk vardı. Gözleri her zamanki gibi donuk ve analitikti. En azından başkalarının yanında öyleydi.
Anıl, düz bir tonda konuştu.
—Mehmet Öztürk’ün operasyonel planı hazır. Bu diskte, şirketinin güvenlik açıkları ve personel hareketleri var.
Cem, diski alırken Anıl’ın yüzüne baktı. Bu genç adam, Erinç’in gölgesini teknolojiyle ören gizli bir mimardı. Anıl’ın sakinliği, Cem’i geriyordu.
Cem derin bir nefes aldı ve sordu.
—Bu adamla aranızda ne var? Erinç, bu operasyon için neden bu kadar ısrarcı?
Anıl’ın gözlerinde bir an için beliren soğukluk, Cem’in sorusuna cevaptı.
—Bu operasyon kişisel değil, Başkomiser. Gölge, sadece masumları korumakla kalmaz, aynı zamanda adaletten kaçanların da izini sürer.
Anıl’ın cevabı, Cem’in içine bir kurt düşürmüştü. Erinç’in felsefesinin altında kişisel bir intikam yattığı şüphesi, her geçen dakika daha da büyüyordu. Bu, Cem’in kabullendiği görevin ahlaki pusulasını şaşırtıyordu.
Gece çöktüğünde, operasyon için belirlenen buluşma noktasında, Cem, İlke ve Anıl bir aradaydı. Erinç her zamanki gibi son dakikada ortaya çıktı; yüzünde, tehlikeli bir oyunun kuralları yazılıydı.
Erinç, sesi bir fısıltı kadar keskin bir tonda konuştu.
—Hazır mısınız? Unutmayın, bu bir oyun değil. Bu bir sınav. Kendinizi ve gölgenizi tanıma sınavı.
Anıl, tabletinden Mehmet Öztürk’ün malikanesinin güvenlik kameralarını Cem’e gösterdi.
—Giriş çıkışlar kapalı, yirmi dört saat güvenlik kontrolü var.
İlke, elini kalbinin üzerine koydu, gölgenin çağrısını hissediyordu. Hastalığı, stres altında kontrolsüzce ortaya çıkabilecek bir fırtına gibiydi. Titrek bir sesle konuştu.
—Erinç…Bu operasyon… bende daha önceki operasyonlardan daha fazla stres yaratıyor.
Erinç, İlke’ye yaklaştı. Babacan bir tavırla omzunu okşadı.
Görünürde bu babacan ve eğitmen tavırları sadece onu daha kolay kontrol etmek içindi.
—Korkma. Kontrol senin elinde. Gölgeni sahiplen. Bu senin gücün. Ne zaman korksan aklına masumlara yapılan suçlar gelsin. Bunu unutma.
Ancak Erinç’in sözleri, Cem’in zihninde şüpheleri körükledi. Erinç, İlke’nin kırılganlığını bilerek onu tehlikeye atıyordu. Bu, Cem’in kabullendiği gölge mantığının sınırlarını zorluyordu.
Operasyon başladı. Cem, malikanenin dış güvenliğini aşarken, İlke ve Anıl içerideki sistemlere sızıyordu. Tam İlke, güvenlik odasının kapısını açarken, gölgesi beklenmedik bir şekilde kontrolden çıktı. Gözleri kararırken, etrafındaki her şey bulanıklaştı.
Zihninde, bir zamanlar onu istismar edenlerin görüntüsü bir flaş gibi çaktı. Gözlerinden akan yaşlar, onu zorluyordu.
Cem, İlke’nin titrek vücudunu fark etti ve hemen yanına koştu.
—İlke, iyi misin?
Diye fısıldadı.
İlke zorlukla nefes aldı, gözleri hâlâ bulanıktı.
—Kontrol… Cem… Gidiyor.
Anıl, tabletinden İlke’nin kalp atış hızını ve stres seviyesini görüyordu. Endişe, o donuk yüz ifadesine ilk kez bir gölge gibi düştü.
—Erinç, durmalıyız. İlke için çok riskli.
Diye uyardı.
Erinç’in sesi kulaklıktan geldi.
—Devam et. Bu onun fırtınası. Kendisi aşacak.
Cem, Erinç’in soğukluğuna sinirlendi.
—O bir insan, Erinç! Bir araç değil!
İlke, Cem’in elini tuttu. Elinde, İlke’nin teni buz gibiydi ama parmakları kararlıydı.
—Korkma, Başkomiser. Gölge… benimle. Ve ben… onu yeneceğim.
İlke, derin bir nefes aldı ve gözlerini kapattı. Zihnindeki fırtınayı durdurmak için kendi gölgesine bir emir verdi. Gölgesi, bir dalga gibi geri çekildi. Kapıyı açıp içeri girdiler. İçerideki odada, Mehmet Öztürk ve üç koruması duruyordu.
O sırada, Anıl’ın ekranında beklenmedik bir görüntü belirdi. Mehmet Öztürk’ün kolunda, bir zamanlar Erinç’in sahip olduğu bir dövme vardı: bir yılan ve bir gül.
Bu, Cem’in şüphelerini doğrulamıştı. Erinç’in geçmişindeki bir düşmandı bu. Anıl, bir an tereddüt etti. Bu kişisel intikam, onların misyonunu kirletiyor muydu? Yoksa bu sadece bir tesadüf müydü?
İçeride, İlke gölgesini kullanarak korumaları etkisiz hale getirdi. Cem ise, Mehmet Öztürk’ün üzerine atıldı. Tam onu yakalayacakken, Öztürk Cem’e baktı ve gülümsedi. O an, Cem’in gözlerinin içine baktı ve fısıldadı:
—Sen profesörün yeni köpeği misin?
Cem donup kaldı. Bu söz, sadece Erinç’in geçmişiyle ilgili değil, aynı zamanda onların misyonunun da kişisel bir intikamın parçası olduğunu net bir şekilde ortaya koyuyordu. Cem, yumruğunu indirdi.
—Bu intikam değil. Bu adalet.
Operasyon başarıyla sonuçlandı. Ertesi gün, Mehmet Öztürk’ün yolsuzluk dosyaları medyada geniş yankı uyandırdı ve kendisi tutuklandı. Erinç, televizyonda haberleri izlerken, yüzünde zaferle karışık bir soğukluk vardı.
Cem, İlke ve Anıl bir araya geldiğinde, aralarındaki bağ daha da güçlenmişti. Ancak, Cem’in zihninde yeni bir sınav başlamıştı: Erinç’in gerçek amacı neydi? Sadece adaleti sağlamak mı, yoksa kişisel bir intikam mı? Ve bu intikam, daha ne kadar masumları koruma gölgesi altında gizlenecekti?
- Kör Noktalar-
Mehmet Öztürk’ün tutuklanması, medya ve kamuoyunda bomba etkisi yaratmıştı. Gündüz, Başkomiser Cem olarak, bu büyük operasyonun kahramanı gibi görünüyordu; gazetecilerin sorularını yanıtlıyor, bakanların tebriklerini kabul ediyordu.
Ancak gece çöktüğünde, o kahramanlık maskesi düşüyor, yerini derin bir vicdan azabı ve şüpheye bırakıyordu. Cem için artık kahramanlık, sadece kanunları uygulamak değil, aynı zamanda gölgelerde yürümekti. Ve bu gölge, tahmin ettiğinden çok daha karanlıktı.
O gece, Anıl’ın ofisi, şehrin gürültüsünden uzak, adeta bir operasyon merkeziydi. Bu ofis elbette ki Erinç’in evinin bir odasıydı.
Cem, Anıl’ın bilgisayar ekranına dikilmişti. Ekranda, Mehmet Öztürk’ün kolundaki dövmenin yüksek çözünürlüklü bir fotoğrafı vardı: bir yılan ve bir gül. Sembol, sıradan bir dövmeden çok, bir aidiyet işaretine benziyordu.
Cem, gergin bir sesle sordu.
—Bu dövme ne anlama geliyor, Anıl?Erinç’in geçmişiyle ne ilgisi var?
Anıl, klavyesinde hızlıca bir şeyler yazdı.
—Bu, eski bir felsefe grubunun sembolü. ‘Denge ve Kaos’ adını veriyorlardı. Erinç, bir zamanlar bu grubun kurucularındanmış.
Cem şaşkınlıkla Anıl’a döndü. Yüzünde daha bariz olamayacak bir hayret vardı.
—Ne? Erinç bir felsefe grubunun parçası mıydı? Bu da ne demek oluyor?
Anıl’ın sesi her zamanki gibi donuktu ama kelimeleri Cem’in zihninde fırtınalar yaratıyordu.
—Grubun amacı, insanlığın evrimini hızlandırmak. ‘Her eylemin bir nedeni vardır. Sebep ve sonuç arasında bir denge olmalıdır,’ diyorlardı. Masumları korumak da, suçluları cezalandırmak da bu dengeyi sağlamak için birer araçtı onlara göre. Erinç, bir zamanlar bu felsefenin en ateşli savunucularından biriydi.


İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı