Luan Davis…
Bana hayatta en nefret ettiğim kişiyi sorsanız, tereddüt etmeden onun adını verirdim.
Basketbol takımının kaptanıydı. Uzun boyu, atletik yapısı ve kendine fazla güvenen gülümsemesiyle her zaman dikkat çekerdi. Ona bakan herkes, kusursuz bir sporcu gördüğünü sanırdı. Maskesinin arkasındaki çürümüş ruhu en iyi bilen kişiydim.
Bense… Küçüklüğümden beri anemiyle mücadele eden, zayıf ama inatçı biriydim. Hastalığım yüzünden kendimi fazla zorlayamazdım; sınırlarımı aşarsam bayılır, en kötü ihtimalle günlerce hastanede yatmak zorunda kalırdım. Ama pes etmedim. Hiçbir zaman.
Spor yapmak istiyordum. Basketbol, yüzme, koşu… Bedenim izin vermese de ruhum isyan ediyordu.
Doktorum hafif egzersiz yapabileceğimi söylemişti, bu bile benim için yeterliydi. Tek başıma bile olsam bir basketbol topunu elime alıp birkaç şut çekmek, kendim için bir şeyler yapmak istiyordum. Ama işte… Luan Davis buna bile izin vermedi.
Ne zaman bir şey için çabalasam, o her zaman oradaydı.
Bu adam… Hayır, bu pislik, beni yalnız bırakmadı.
Her seferinde önüme dikildi, aşağılayıcı sözleriyle hevesimi kırmaya çalıştı.
"Acıyorum sana… Neden hala beceremeyeceğin şeyler için çabalıyorsun?"
Sonra gülerdi. Çevresindeki amigolar da ona eşlik ederdi. Eğer o an yeterince eğlenmemişse, itip kakmaktan da geri durmazdı. Herkesin önünde beni yere serdiği çok oldu.
"Bu dünyaya hastane yatağında çürümek için gelmişsin. Anlamıyor musun hala?"
Ama ben asıl, annem hakkında söylediklerine tahammül edemiyordum.
Beni ne kadar aşağılamaya çalışırsa çalışsın, asla ağlamadım. Zorbalığa uğramakla zorbalığı kabul etmek arasında bariz bir fark vardır. Ve ben, başıma gelenleri asla kabullenmedim ama ne yazık ki elimden bir şey gelmiyordu.
Onu müdüre şikâyet etmeyi düşündüm. Bir gün cesaretimi toplayıp bunu yaptım da. Ama Luan’ın arkasında birilerinin olduğunu bilmiyordum. Güçlü, ulaşılmaz birilerinin…
Müdür, şikayetimi ciddiye bile almadı.
Böylece… Aklı başında olan her insanın yapacağını yaptım; intikam almak için beklemeye başladım.
Luan’a baktığımda, gözlerimde beliren o keskin, neredeyse doğaüstü görüş sayesinde vampir işaretini gördüm.
O işaret… Bir damga gibi, teninde yanıp sönüyordu.
Ve işte o an her şeyi anladım.
Luan Davis eskiden kaslarını zayıflatan bir hastalıktan muzdarip bir çocuktu. Yıllarca, herkes onun geleceği olmayan biri olduğunu düşündü. Sonra bir gün, aniden iyileşti. Hem de öyle böyle değil. Bir yıl gibi kısa bir sürede zayıf bedeninden kurtulmuş, olağanüstü bir atlet haline gelmişti.
Herkes bunu mucize olarak gördü. Ben bile.
Ama yanılmıştım.
Mucize falan değildi. Birilerinin desteği vardı. Daha doğrusu, destek onun efendisinden geliyordu.
Asil bir vampir.
Bunu neden daha önce fark edememiştim? Belki de öfkeme kapılmış, gerçekleri görememiştim. Ama artık farklıydı.
Artık ben de farklıydım. Elimde bambaşka bir güç vardı.
Tam o anda, basketbol topu yere çarparak önümde durdu.
"Hey, sen! Topu buraya at!"
Bağıran ses bir oyuncuya aitti. Ama ben topa baktım ve sadece gülümsedim.
Onu yavaşça elime aldım, yürümeye başladım. Her adımım yankılanıyor, her hareketim sahada bir titreşim yaratıyordu. Topu yerden sektirdim, tempolu ama tehditkâr bir ritimle.
Saha çizgisine geldiğimde durdum. Nefesimi verdim, gözlerimi hedefe kilitledim.
Ve topu fırlattım.
Top, kusursuz bir yay çizerek potaya girdi. Ağlar hafifçe titredi ve ardından sahanın üzerine ağır bir sessizlik çöktü.
İnsanlar bana inanamaz gözlerle bakıyordu. Çünkü yaptığım şey, insani değildi.
Ama tamamen imkânsız da değildi. NBA oyuncuları yıllarca çalışarak bu hassasiyete ulaşabilirdi. Fakat ben… Ben bunu sadece vampir içgüdülerimi kullanarak yapmıştım.
Sadece gösteriş için pozisyon almıştım. Çünkü almasaydım, çok garip olurdu, değil mi?
"Victor...?"
Beni tanıyan birinin sesi titredi.
Luan’dı.
Onunla göz göze geldim. 1.90 boyunda, açık kahverengi saçları, keskin bakışları ve asi bir tavrı vardı. Güçlüydü. En azından öyle olduğunu sanıyordu.
Ben başımı yana eğdim ve hafifçe gülümsedim.
"Hey, Luan… Beni özledin mi?"
Yanındaki oyunculardan biri şaşkınlıkla sordu:
"Victor mu o? Şu sıska olan? Ne olmuş buna?"
Gülümsemem genişledi. Dişlerim, keskin vampir dişlerim, kısa bir anlığına parladı.
Luan bunu görmüştü.
Sakin adımlarla ona doğru yürüdüm.
"Tam 379 gün..."
Sesimi biraz daha alçalttım.
"Benim iyi bir kum torbası olduğuma karar verdiğin andan bu yana tam 379 gün geçti."
Sahadaki öğrenciler yavaşça yolumdan çekiliyordu. Bir baskı hissettiklerini biliyordum. İnsani içgüdüleri, önümde durmanın tehlikeli olduğunu söylüyordu onlara.
Boğuk bir hırıltıyla ekledim:
"Ben kindar bir insanım biliyor musun? Kinimin zamanla kaybolmasına izin vermem."
Babamın bir sözü vardı:
"Göze göz, dişe diş, yumruğa yumruk."
Ama bu sefer mesele kana kan olacaktı.
Luan’ın önünde durdum. Yukarı baktım. Benden biraz daha uzundu ve her zamanki gibi o herkesten üstün olduğunu sanan yüz ifadesine sahipti.
O bakışlardan nefret ediyordum.
"Ne yapacaksın? Sen sadece bir eziksin—"
Cümlesini bitiremedi.
Elimi omzuna koydum. Hafifçe. Sonra sert bir hareketle onu yere çöktürdüm.
ÇAT!
Zemin bir örümcek ağı gibi çatladı.
İşte tam da bu görüntüyü istiyordum.
O şaşkınlık, o inanmazlık, o tahttan indirilen bir kralın çaresizliği…
Ama bu yeterli değildi.
Gülümsemem büyüdü. Yavaşça eğildim, yüzümü ona yaklaştırdım.
Ve fısıldadım:
"Eğlenceliydi değil mi?"
"Bana pislikmişim gibi davranırken… bir kum torbasıymışım gibi bana vururken… annemin adını o pis ağzına alırken… Eğlendin değil mi?"
Parmaklarıma biraz daha güç verdim. Omzunun içinden bir küt sesi geldi.
Kırılmıştı.
Hayret… Luan hiçbir tepki vermemişti.
Hakkını vermem gerekiyordu. Vampir dönüşümünden sonra dayanıklılığı artmıştı. Ve şimdi… Benim de artmıştı.
Gözlerim kan çanağına dönerken, Luan’ın yüzü aniden değişti.
Ve sonra…
Öfkeli bir hırıltıyla konuştu:
"Sen… daha yeni doğmuş bir bebeksin!"
Ayağa kalkmaya çalıştı. Ama hareket edemedi.
Beklediğinden daha güçlüydüm.
"Sana kalkman için kim izin verdi?"
Şok olmuş bir ifadeyle bana baktığında, gülümsemem daha da genişledi.
Tam o sırada, tribünlerden bir ses yükseldi.
"Luan, orada her şey yolunda mı?"
İnsanları unutmuştum. Fazla dikkat çekmek istemiyordum. Derin bir nefes aldım, ifademi düzelttim. Dişlerim normale döndü. Gözlerim parlak mavisine kavuştu.
Sonra basketbol topuna yürüdüm, yerden aldım ve Luan’a attım.
Luan topu yakaladı. Ama topun gücü, onu birkaç santim geriye kaydırdı.
Şimdi gerçekten şok olmuştu.
İşaret parmağımı kaldırdım.
"1'e 1."
Sesimi biraz daha yükselttim.
"7 sayı atan kazanır. Potaya giren her top 1 sayı. Beraberlik olursa, bir oyuncu diğerinden 2 sayı fazla atana kadar devam ederiz. Basit, değil mi?"
Luan gözlerini kıstı. Sonra kendini toparladı, toparlanması gerektiğini hissetti.
Kibirli ifadesiyle bana baktı.
"Tamam. Oynayalım."
Ayağa kalktı ve az önce ortadan kaldırdığım o kibri daha güçlü bir şekilde geri geldi.
İşte bu.
Tam da böyle olmalıydı.
Savaşmalıydı.
Çünkü bu kadar kolay biterse, tatmin olmayacaktım.
.......
Hakemin basketbol takımında oynayamayacak kadar küçük olan bir oyuncu olmasına karar verildi. Ama artık sahada kuralların çok da bir anlamı yoktu. Çünkü bu maç, sadece bir oyun değildi. Bu, geçmişin ve şimdinin hesaplaşmasıydı.
Tüm saha kullanılacaktı. Bir tarafta eski bir basketbol tutkunu olan Victor, diğer tarafta ise takımın kaptanı, okulun gözde oyuncusu ve bir zamanlar Victor’un hayatını cehenneme çeviren Luan vardı.
“Neler oluyor?” diye sordu kızıl saçlı bir kadın.
Kadının sorusunu duyan bir adam hızla arkasını döndü ve “Görünüşe göre basketbol takımının kaptanı hevesli bir basketbol oyuncusuyla bire bir maç yapıyor.” diye cevap verdi.
Yakındaki başka bir kadın konuşmaya dahil oldu. “Ama sadece bir oyun gibi görünmüyor. Bir geçmişleri var gibi...”
“Ne demek istiyorsun? Ne olmuş ki?” diye sordu kızıl saçlı kadın.
Diğer kadın gözleriyle Victor’u işaret etti. “O geldiğinde işler değişti. Doğrudan basketbol takımının kaptanına meydan okudu. Galiba kaptan, eskiden ona zorbalık yapıyormuş.”
Kızıl saçlı kadının bakışları hemen Luan’a kaydı. Bir an için gözlerinde tehlikeli bir kıvılcım parladı. "O aptalın efendisine hizmet ettiğini sanıyordum..." diye içinden geçirdi.
Yanındaki kadın ona döndü. “Sen ne yapıyorsun burada Ruby? Tıp fakültesinin diğer binasında olman gerekmiyor mu?”
Ruby, uzun, beline kadar inen kızıl saçları ve çarpıcı yeşil gözleriyle dikkat çeken bir kadındı. Soluk teni, ona neredeyse hayaletimsi bir hava katıyordu. Üzerinde kırmızı bir kazak, siyah kot pantolon ve spor ayakkabılar vardı. Yaklaşık 1.75 boyundaydı, çevresindekilerden biraz daha kısa olsa da varlığı fazlasıyla hissediliyordu.
Vücudu kıvrımlıydı, ancak tercih ettiği bol kıyafetler bu özelliğini mümkün olduğunca gizliyordu. Bunun tek sebebi rahatlığı değil, insanların bakışlarından duyduğu rahatsızlıktı. Dış görünüşü istemeden dikkat çekiyordu ve Ruby bundan hoşlanmıyordu. Onun ilgisini çeken şey, insanların yüzleriydi—bakışları, ifadeleri ve niyetleri.
Ruby denilen kadın omuz silkti. “Bir kargaşa duydum ve ne olduğunu görmek için geldim.”
Söylediklerine rağmen bakışları sahaya sabitlenmişti. Özellikle birine bakıyordu...
Victor’a.
Onu uzun süre dikkatlice izledi. O kadar ki, farkında olmadan boynunu tutmaya başlamıştı.
Yanındaki kadın başını eğerek sordu. “Sence kim kazanır?”
Ruby, parmaklarını boynundan çekti ve sakince oturdu. “Bilmiyorum.”
O sırada, gözleri basketbol sahasındaki zeminde bir noktaya takıldı. Birkaç saniye dikkatlice baktı ve gözleri hafifçe kısıldı.
Zemin... çatlamıştı.
Örümcek ağı gibi yayılan ince kırıklar, bir insanın basitçe yere bastığında oluşturamayacağı bir hasar bırakmıştı.
Ruby, küçük enkazı gördüğünde gözleri seğirdi. "Bu ikisi... Dikkatsiz ve aptallar."
Tam o sırada, bir ses arkadan ona seslendi. “Bayan Ruby, sizi burada görmek ne hoş bir sürpriz.”
Ruby gözlerini devirdi.
Tesadüf mü? Elbette tesadüf değildi.
Sakin ve ifadesiz bir yüzle arkasını döndü. Konuşan kişi, tipik bir asilzade görünümündeki bir adamdı. Uzun boylu, sarı saçlı ve yeşil gözlüydü.
Adamın bakışları bir an için sahaya kaydı ve hafifçe çatılmış kaşlarla incelemeye başladı. Ruby, adamın asıl neye baktığını anlamakta gecikmedi.
Onun bakışlarını takip etti ve sonra elini kaldırarak yere doğru işaret etti. “Şunu gördün mü?”
Adam, işaret edilen yere baktı. Hafif bir duraksamadan sonra sert bir sesle cevap verdi. “Ben hallederim.” Bunu yapan gerizekalı kim? Muhtemelen benim aptal köpeğim, diye düşündü içinden.
Sarı saçlı adam, basketbol sahasında birbirlerine yaklaşmaya başlayan Victor ve Luan'a baktı.
Birkaç saniye sonra, yanındaki Ruby’ye doğru hafifçe eğildi. “Kimin yeni doğanı bu?” Victor’a tepeden bakan mağrur ifadesiyle. Victor'u daha önce bir yerlerde görmüştü sanki…
Ruby dudaklarını büzdü ve umursamaz bir tonda yanıt verdi. “Snow Klanı prensesinin kocası.”
ÇAT!
Ruby’nin gözleri tribünlere kaydı. Adamın parmakları, oturduğu yeri ezmişti. Ahşap, hafifçe çatlamıştı.
Ruby şaşırmamıştı. Çünkü aslında bu tepkiyi bekliyordu.
Sarışın adam—artık kim olduğu belli olmuştu—Victor’u dikkatle izliyordu. Yüzü öfkeden buruşmuştu.
Sonunda dişlerini sıkarak fısıldadı. “Hahaha... Şaka yapıyor olmalısın. Snow Klanı’nın prensesi... Bir avamla mı evli? Kıyamet koptu da benim mi haberim yok?”
Sesindeki küçümseme, nefrete dönüşmek üzereydi.
Ruby, Snow Klanı prensesinin tek olmadığını söyleyerek Corneliu’yu kızdırmaya devam etmek istese de şu an sahadaki maça odaklanmak istiyordu.
Bu yüzden sadece alaycı bir şekilde kaşlarını kaldırdı.
Ama yine de usulca ekledi: “Corneliu, umarım bu olaydan sonra köpeğini cezalandırırsın. Sonuçta biz, gereksiz ilgiden hoşlanmayız.”
Corneliu, dişlerini sıkarak başını eğdi. “Evet, elbette... Kesinlikle cezalandırılacak.”
Ruby, onun yüzüne baktığında, ifadesindeki nefreti açıkça görebiliyordu.
Ahah!
Ona göre bu komik bir durumdu.
Violet’in bir kocası olduğunu öğrenmek bu kadar mı zoruna gitmişti?
Erkekler ve onların şişirilmiş egoları... diye düşündü Ruby.
Düdük çalar çalmaz Ruby, Corneliu'ya olan ilgisini kaybetti. Gözlerini Victor’a dikti ve ifadesiz bir yüzle maçı izlemeye koyuldu.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı