1
Bir ata binip buradan siktir olup gidebilirdim, ama kendimi kendi ellerimle karanlık bir mahzende açlıktan ölmeye mahkum etmiştim.
Kaç gündür buradaydım? İçinde oturduğum taştan duvarlara bir gram bile ışık girmiyordu. Dövülmüştüm ve başım ağrıyordu. Alnımın köşesinde, kaşlarımı her oynattığımda açılan ve oluk oluk kanayan bir yara vardı. Acısı şakaklarıma bir iğne gibi saplanıyor, düşüncelerimin önünü kesiyordu.
Kollarımı karnıma dolayıp başımı arkamdaki duvara yasladım. Evden çıkmadan önce dadımın pişirdiği ekmeğin kokusu burnumu sızlattı. Adeo, çıkmadan önce karnımızı doyurmamız gerektiğini söylediğinde onu dinlemeliydim işte, dolu bir midenin bizi yavaşlatacağını söyleyip onu azarlamamalıydım.
Yıllardır içinde yaşadığım bu ölümlü bedenin zayıflığının farkındaydım, açlık ve kan kaybı beni öldürebilirdi. Bu yıl on dokuz yaşındaydım; yıkılışını izlediğim bir imparatorluğun ortasında, yüreğimde atan bir nabızla uyandığımdan beri dokuz yıl geçmişti.
Gözlerimi açtıktan kısa süre sonra ormanda bitki toplayan bir avuç şifacı tarafından bulunmuştum. Doğruca köyden uzakta küçük bir yetimhaneye yollanmış, her gece yatağını ıslattığı için ağlayarak beni uyandıran korkak bir çocuğun oda arkadaşı olmak zorunda kalmıştım.
Adeo.
Karşımdaki hücrenin kapısının açıldığını duyduğumda endişeyle ayaklandım.
Birkaç askerin birini sürükleyerek betona fırlatışını dinledim. Saniyeler için hücre kapısı kulaklarımı çınlatan bir gürültüyle kapandı. Kulağımı kapıya dayadım ve herkesin gittiğinden emin olana kadar bekledim.
“Adeo!” Çıplak ellerimi tüm gücümle önümdeki demir kapıya çarparken kardeşimin adını bağırdım. Askerler çoktan uzaklaşmışlardı. “ADEO!”
Karşımdaki hücreden boğuk bir homurtu duyuldu. Kardeşim olmasını umarak kapıya birkaç kez daha vurdum. “Adeo! Orada mısın? Cevap ver seni piç! Adeo!”
“Tia?”
Adeo’nun tanıdık sesi kulaklarıma dolduğunda rahat bir soluk aldım. Yaşıyordu.
“Tia? Sen misin?” Sesi endişeliydi. “Sen neden buradasın ya?”
Öfkeyle soludum. “Neden olabilir seni gerizekalı, saçmasapan sorular sorma.”
“Haritayı alabildin mi?”
“Haritayı almak için geri dönmedim. Seni almak için döndüm.”
“Saraya geri mi gönderdiler sence?”
Dudaklarımı dişledim. Hayır, yukarıda bir yerde olduğundan emindim. Ama neredeydi?
“Sıçtık resmen.” diye ofladı Adeo, benden bir cevap alamayınca. “Babam çok kızacak.”
Babamız, Gaudenzio Illarion Lizet.
Cennetten düştüğüm için miydi bilmiyorum ama, zengin bir tüccar tarafından evlat edinildiğimi öğrendiğimde yetimhanede sadece dört ay kalmıştım. Uzun, kızıl saçlarımı tarayan rahibeler kulağıma ne kadar şanslı olduğumu fısıldayıp durmuşlardı.
Gideceğim günün akşamı Adeo korkudan bütün gece elimi tutmuştu. Benden iki yaş küçüktü, annemin yüce Reshea olduğuna inanan tek kişiydi. Benim ilk arkadaşımdı.
Babamın benim gibi ateş kızılı saçları vardı, bizi yan yana gören biri kolayca onun öz kızı olduğumu düşünebilirdi. Beni yetimhanenin önünde devasa bir at arabasına yaslanmış halde beklediği gün, uzun saçlarını ensesinde ince bir atkuyruğu yapmış, kulağına zümrüt küpeler takmıştı. Gördüğüm en güzel ölümlüydü.
Ona, tek başıma ayrılmaktansa on yıl daha Adeo’nun sidiğinin kokusunda yaşayabileceğimi söylemiştim. Gözlerinden yaşlar gelene kadar gülmüştü.
Tanrıya şükür, yeni evimizde bize ayrı odalar vermişlerdi. O koku beni öldürüyordu.
“Bir yolunu bulmamız lazım.” dedim babamı düşünmemeye çalışarak. “Koşabilir misin?”
“Buradan çıkacaksam uçarım bile.”
“Güzel. Buraya gelirken kaç asker gördün?”
Adeo duraksadı. “Sanırım sekiz.” Sesi kendinden emin değildi. “Aklında ne var?”
Sekiz. Ön kapının önünde altı tane. Arka kapının önünde iki tane.
“Önce seni çıkaracağız.” dedim sakin bir sesle, kardeşime stresli olduğumu belli edersem işi sıçıp batıracağını biliyordum.
Terli avuçlarımı pantolonuma bastırdım. Altı askerle baş etmeme imkân yoktu, özellikle imparatorluk askerleriyle. Ama Adeo iki tanesiyle başa çıkabilirdi.
“Ne saçmalıyorsun Castiana?”
Bu adı bana babam vermişti. Castiana. Savaşçı.
“Bana bak,” dedim avuçlarımı önümdeki demir kapıya yaslarken. “Sana zaman yaratacağım. İki kişiyi halledebilir misin?”
“Ne demek sana zaman yaratacağım? Seni bırakıp hiçbir yere gitmiyorum.”
“Hemen arkanda olacağım. Haritayı alıp geleceğim.”
Tereddütle konuştu. “Haritanın yerini biliyor musun?”
Cevap vermeden önce duraksadım. “Elbette biliyorum.” Eh, beyaz yalanlardan kimse ölmezdi. “Sen dediğimi yap yeter.”
Pes ettiğini biliyordum.
Kısa bir sessizlikten sonra bıkkınlık dolu sesini duydum. “Ne istiyorsan yap, Tia.”
Zaferle gülümsedim.
Geri çekilip kısa bir an için soluklandım. Gözlerimi kapattım ve zihnimde, içinde olduğumuz binanın basit bir krokisini oluşturmaya çalıştım. Beni sorgulamak için götürdükleri oda üst kattaydı. U şeklindeki uzun koridorda toplam on bir oda vardı, dördüncü kata kadar aynı örüntü devam ediyor olmalıydı.
Bütün imparatorluk hapishaneleri birbirine benzerdi, onları askerlerden bile daha iyi bilirdim.
Ciğerlerime derin bir soluk çektim ve tüm hapishaneyi inletecek bir güçle aniden kapıyı tekmelemeye başladım. “Konuşacağım!” diye haykırıyordum. “Lütfen beni buradan çıkarın! Konuşacağım! Quaeso, her şeyi anlatacağım!”
Hücremin kapısı açılıp askerlerden biri beyaz keten gömleğimin yakalarından kavrayana kadar bağırmaya devam ettim. Yüzüme yediğim yumrukla alnımdaki yaranın tekrar açıldığını hissettim, kan çeneme doğru ince damlalar halinde akıyordu.
Dehşete düşmüş gibi başımı sallamaya başladım. Ellerimi iki yana kaldırmış, inleye inleye ağlıyordum. Askerlerden biri beni, yakalarımdan tutan askerin elinden çekti ve seri hareketlerle bileklerimi önümde bağladı. Sadece ikisi mi gelmişti? “Per deam, Marcus. Bırak zavallı kızı.”
Marcus konuşmaya başlayacaktı ki fırsattan istifade ağlayarak beni çeken askerin beline yapıştım. “Konuşacağım! Konuşacağım! Her şeyi anlatacağım! Lütfen!”
İyi asker acıyan gözlerle bana baktı. Sümük ve kan içindeydim. Omuzlarımdan yakalayarak beni kendinden ayırdı ve Marcus'a döndü. “Git diğerlerine söyle üst kattaki hücreyi boşaltsınlar. Kız için de biraz ekmek su getirin.”
Marcus memnuniyetsiz bir ifadeyle birkaç saniye bana baktı. Ardından homurdanarak ön kapıdan ana koridora çıktı. Ana koridora açılan metal kapı ağır ağır gıcırdayarak kapandı. Beni tutan asker kısa bir an kapıya bakmak için başını çevirdi.
Kalbim kulaklarımda gümbürdüyordu. Böyle bir fırsatı bir daha asla yakalayamayacağımı biliyordum.
Şimdi, diye fısıldadı zihnimde bir ses. Ellerimi birbirine kelepçeleyerek yumruğumu bütün gücümle önümdeki askerin ensesine geçirdim. Adamın dudaklarından boğuk bir inilti dökülerek yere düştü. Bayıldığından emin olmak için botlarımla şakağına bir darbe daha indirdim.
“Tia?”
Adeo’nun telaşlı sesini duyduğumda kendime geldim ve eğilerek baygın adamın kemerinden bir düzine anahtarı çekip aldım. Adrenalinden, belki de açlıktan titreyen parmaklarımla anahtarları teker teker deneyerek Adeo’nun kapısını açmaya çalışırken sırtımdan ince bir ter damlası kalçama doğru süzüldü.
“Açıldı!” diye inledim beşinci anahtardan sonra, mutlulukla ağır kapıyı kendime doğru çekerken. Başımı kaldırdığımda Adeo’nun yeşil gözlerini gördüm.
Dehşetle bana baktı. “Tanrıça aşkına, Tia. Bu halin de ne böyle?”
Kollarını sıkıca bana doladı ancak zamanımız kısıtlıydı. Geri çekilerek ellerine askerden aldığım hançeri tutuşturdum. “Arka tarafta iki kişi var.” dedim. “Doğruca limandaki köşke git. Haritayı alıp yanına geleceğim.”
“Ya yukarıda değilse? Canını boş yere tehlikeye atıyorsun!”
Söylediklerini duymamazlıktan geldim. Tekrardan yerde yatan adamın yanına gidip kolundan çekiştirerek bedenini boş hücrelerden birine sürükledim. Keten gömleğimin düğmelerini açarken tekrardan Adeo’nun fısıltısını duydum. “Ne bok yiyorsun orada?”
“Kıyafetlerimi değiştiriyorum.” diye yanıtladım botlarımın üzerinden askerin lacivert pantolonunu giyerken. Üzerimden çıkardığım gömleğimle yüzümdeki kanı temizleyip yaramı üzerinde kocaman bir aslan deseni olan askeri şapkayla gizledim. Kızıl saçlarımı gelişigüzel halde şapkanın içine sokuşturdum. Son olarak yerdeki kılıcı belimdeki kılıfa geçirirken, yerde çırılçıplak yatan baygın adam suçlulukla baktım.
Benim aksime Adeo pek hırpalanmış sayılmazdı. Gömleğinin yakasındaki kocama deliği saymazsak kötü de görünmüyordu. Elimdeki anahtar destesini ona doğru fırlattım ve parmağımla baygın askeri işaret ettim. “Gitmeden önce kapıyı kilitlemeyi unutma.”
Ardından ön kapıyı iterek ana koridora çıktım.
Haritayı bulmadan buradan ayrılmayacaktım.


İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı