“I-Işık mı...?”
Paladin kekeledi.
Küreden gelen parlak beyaz ışık biraz azalmıştı.
Artık gözlerini kapatmadan bakmaya katlanabiliyordu.
“Bir insan nasıl ışık olabilir? Bu da ne demek oluyor?”
“Sana söyledim... Bu kişi... ışığın ta kendisi...”
Kertenkele adam büyücüsünün gözleri parlıyordu.
Kertenkele adamların yüz ifadelerini okumakta pek iyi değildim ama şimdi anlayabiliyordum. Büyücü duygulanmıştı. Yırtık yılan gözlerinde şafak vakti çiy gibi gözyaşları parlıyordu.
“Bu ışıltılı ruhu tanıyamıyor musunuz...?”
“P-Pek sayılmaz.”
“Neden anlamıyorsun? Gözlerinle ilgili bir sorun mu var? Ya da kafanda...?”
Paladin’in yüzünde asık bir ifade vardı. Birdenbire entelektüel kapasitesi mercek altına alınmıştı.
“Hayır. Yani, ışıkla neyi kastettiğinizi anlamıyorum.”
“Aah.”
Kertenkele büyücü hıçkıra hıçkıra ağladı.
Sonra da dönüp Paladin ile yüzleşti.
“İşte bu yüzden Tapınaktaki o aptallar...!”
“Ne?”
“Bu kişiyi görüyor musun? O bir ışık! Gerçek, eksiksiz ışık! Bunu neden göremiyorsun? Kör müsün? Beyinsiz misin? Bu herhangi bir ışık değil, parlak beyaz ışık!”
“Ama ışık genellikle beyaz değil midir?”
“Aah, işte bu yüzden! Barbar insanlarla konuşmak imkansız!”
Görünüşe göre sinirlenmiş olan kertenkele büyücü göğsünü yumrukladı. Bam, bam. Biraz daha sinirlendirirse paladin’in kafasına vurmaya hazır görünüyordu. Bunu hisseden paladin hızla geri çekildi.
“Böyle bir ruh... Böyle bir ruhun bize yalan söylemesinin imkanı yok!”
Kertenkele adam büyücünün sesi yükseldi.
“Yalan söylüyor olsa bile, bu bizim iyiliğimiz için olurdu! Aptal insanlar, sessiz olun ve bu kişinin sözlerine itaat edin. O kesinlikle Kurucu İmparatorun Temsilcisi... Hayır, hatta Tanrıça'nın Havarisi olmalı!”
Kertenkele büyücü bana baktı, sanki onun sözlerine katılmamı ister gibiydi.
Sadece o değil, Akasya ormanı yolunda toplanan tüm ordu nefesini tutmuş beni izliyordu.
“Hmm.”
Kendimden emin bir şekilde kollarımı kavuşturdum.
“Bu doğru.”
Ciddi bir ifade takındım.
“Ben gerçekten de Tanrıça'nın Havarisiyim.”
“Biliyordum!”
Askerler fısıldaşmaya başladı. İmparatorluğun generalinden sonra şimdi de Denizkızı Şelalesi'nin büyücüsü bile kimliğime kefil olmuştu. Üç tanık bir kaplan yapar, derler. Eğer üç kişi bir kaplanın var olduğunu söylerse, o kaplan gerçek olur.
“Onun ışık olduğunu söylüyorlar.”
“Işık nedir?”
“Bilmiyorum, şu şey parladı. Kılıcı da parlıyordu...”
“Bu Aegim'in Kurucusu tarafından kullanılan kılıç.”
“O zaman soylu bir aileden geliyor olmalı.”
Kutsal Kılıcı gördüklerinde şüpheyle yaklaşan askerler bile şimdi bana 'belki' diye bakıyordu.
Tabii ki üçlüyü tamamlamak için bir tanığa daha ihtiyaç vardı.
“Hayır! Hâlâ anlamıyorum!”
Paladin bir adım öne çıktı.
“Diyelim ki sen Kurucu İmparatorun ve ışığın Temsilcisisin! Ama neden sen... Hayır, neden böyle biri yolumuzu kesmek için buraya gelsin! Hepiniz unuttunuz mu? Bizim bir görevimiz var!”
Paladin iddialı bir şekilde omzumun üzerinden işaret etti.
“O yeri yakmalıyız!”
Ester'in vatanı.
Preta'nın cennet dediği yer orasıydı.
“Sadece cadı değil, Papa da onun takipçileri için endişeleniyordu! Onu takip eden kafirler ilahi cezadan kaçamaz! Eğer gerçekten... Tanrıça'nın Havarisi isen, o zaman bu ilahi cezanın infazına öncülük et!”
“......”
Biri cübbemin arkasını tuttu. Bu Preta'ydı. Arkama bakmadan onun korkusunu hissedebiliyordum.
‘Sorun yok.’
Sakin bir şekilde kollarımı kavuşturdum.
‘En iyi yalan %90 doğru ve %10 yanlıştan oluşur!’
*yanlış yok adam bilerek tersini söylüyor.
Kılıç İmparatoru'nun verdiği öğüdü hatırlayarak yavaşça ağzımı açtım.
“Paladin, sözlerinize dikkat edin. İlahi cezanın nasıl infaz edileceğine karar vermek size düşmez. O aşağılık gruplara ne ceza verileceği tamamen benim kararımdır.”
“Ne...?”
“Tüm kötülükler tarafımdan toplandı ve ilahi ceza çoktan infaz edildi.”
Yumuşak bir sesle konuştum.
“Yeryüzünde ilahi cezayı infaz etmek benim görevim.”
“Ne, görev mi...?”
“İzin verin size göstereyim.”
Sağ elimi kaldırdım.
*Kıpırtı.*
Gölgem bir anda Akasya ormanının patikasına yayıldı.
-Kükre!
Gölgeden iskeletler çıkmaya başladı.
Askerler çığlık attı. Paladin’in yüzü kül rengine döndü ve diğer komutanlar şoka girerek silahlarını çekti. Onlar tepki verirken, iskeletler önce düzinelerce, sonra yüzlerce, sonra da binlerce çoğaldı.
Kısa süre sonra kıta ordusu tamamen kuşatıldı.
Hortlak Reenkarnasyonu.
Binlerce iskelet yeniden dirildi.
-Growl!
-Gah! Wah!
Canavarlar vahşice uluyarak emrimi bekliyorlardı.
Preta’nın burada olmasından Hâlâ Hortlak Reenkarnasyonu aktif modundaydı istediğim kadarını çağırabilirdim.
Ancak olup bitenin farkında olmayan kıtalılar için durum farklı görünüyordu.
“İblisler!”
Askerler binlerce canavarın aniden ortaya çıkmasıyla paniğe kapıldılar, sanki cehennemden kaçıyormuş gibi canavarlar yeryüzüne fırladılar.
Cehennemin gerçek bir tasviri.
“Tanrım...”
Paladin titredi.
“Nedir bu korkunç şeyler?”
“Benim görevim.”
Elimi Preta'nın başına koydum.
İrkildi ama bir şey söylemedi.
“Gördün mü? Bu uçsuz bucaksız dünyada nasıl olur da sadece cadı kötü olabilir? Bunların her biri topladığım kötü insanlar, cadıya benzeyen iblisler.”
“Tüm bu canavarlar...?”
“Bu doğru.”
Gözlerimi kısarak uzak ufka baktım.
Trajik bir kadere hapsolmuş bir kahraman gibi.
“Tanrıça bana, Onun adına yeryüzünden taşan kötülükleri cezalandırmamı! Onları toplamamı emretti! Ve böylece, bana bu gücü bahşetti.”
Sesim doğal olarak ciddileşti.
“Dünyadaki tüm kötülükleri cezalandırmak benim görevim. Bu iblisleri cehennemde toplamak benim görevim. Siz benim cehennemime tanıklık ediyorsunuz.”
“Aman Tanrım...”
Kertenkele büyücü iç çekti.
“Bunların hepsi cadı ile aynı seviyede mi?...”
Başımı salladım.
“Bu doğru.”
“Biz cehaletimizi yaşarken... Havari tek başına… tek başına, bu dünyadaki kötülüğü mü yok ediyordun...?”
“Evet.”
“Aman Tanrım. Kimse seni tanımadı... Sen, sadece bir insan, nasıl tek başına böyle bir cehennem yaratabilirsin... Tanrıça'nın Havarisi, iyi misin...?”
“Hmm.”
Kollarımı kavuşturdum ve başımı salladım.
“Bu benim görevim!”
Sert ve ciddi bir ifadeyle konuştum.
“Cadıyı ya da yardakçılarını cezalandırmana gerek yok. Ben zaten tüm kötüleri topladım. Onlar benim gölgem altında sonsuza dek inleyecek ve acı çekecekler. Ben onların cehennemiyim!”
“Aah... Işık...”
Kertenkele büyücü hıçkırarak yere yığıldı.
“Nasıl bu kadar parlak parlayabildin, ne kadar aptal olsam da artık ben bile görebiliyorum! Cehaletimiz yüzünden Havari kıtamızı başından beri tek başına savunuyormuş!”
Tekrar başımı salladım.
“Gerçekten de öyle!”
En iyi yalan %90 doğru ve %10 yanlıştan oluşur.
Süreç yalanlarla dolu olsa da sonuç doğruydu.
Sonuçta, sonuç doğru olduğu sürece, sürecin bir önemi var mı?
-Bu adam...
Kılıç İmparatoru bana gururla baktı.
-Artık sana öğretebileceğim başa bir şey kalmadı! Yoluna devam et!
'Ah, ama tüm bunlar sizin tavsiyeleriniz sayesinde oldu, Usta. Değersiz öğrenciniz nasıl tek başına devam edebilir?'
-Hayır, öyle değil. Zombi, senin ahlaki pusulan benimkini çok aştı...
Kılıç İmparatoru ağıt yaktı.
-Bir çocuk kadar saf olan bu öğretmen, senin gibi bir alçakla başa çıkamaz...
'Çok mütevazisiniz. Hala sizin aşağılık kişiliğinizden öğrenecek daha çok şeyim var. Lütfen sözlerini geri al usta.’
-“Öğrenci öğretmenden üstündür” diye bir söz duydunuz mu hiç?
“Siz 'ustadan daha iyi olan bir öğrenci yoktur' sözünü duydunuz mu hiç?
Öğrenci ve öğretmen karşılıklı olarak birbirlerinin karakterlerini övüyordu.
İnsan ilişkilerinin soğuduğu günümüz dünyasında, burada gerçekten de sıcak ve sevimli bir usta-talebe ilişkisi vardı.
“Her neyse.”
Hortlak Reenkarnasyonunu bozdum.
Swoosh.
Sayıları binleri bulan iskeletler hızla ortadan kayboldu. Canavarlar batan bir gemi gibi gölgelere gömülürken, kıta halkı şaşkın bir sessizlik içinde onları izledi.
“Cadı ya da yardakçıları hakkında endişelenmeyin. Ben burada olduğum sürece, cehennemimde sonsuza dek acı çekecekler. Bu Tanrıça'nın isteğidir ve bu onun ilahi cezasıdır.”
“........”
“Tanrıça'nın kutsal iradesine karşı gelmeye cüret edebilir misin?”
Paladin ürperdi.
“Ah, ama...Havari. Bu zalim iblisler gerçekten güvenli mi? Yani, benim naçizane görüşüm... eğer bu iblisler dünyaya kaçarsa, yaratacakları yıkım hayal bile edilemez...”
“Kesinlikle.”
Düşünceli bir şekilde başımı salladım.
“Bu iblisleri gerçekten güvenli tutup tutmadığımı doğrulamak mı istiyorsunuz?”
“Bu sorgulama için gerçekten çok özür dilerim...”
“Pekâlâ.”
Şak!
Parmaklarımı şıklattım.
Henüz görevden alınmamış bir iskelet yaklaştı. Paladin ile benim aramda durdu.
“Ne... bu iskeletin burada ne işi var, Havari?”
“Şüphelerinizi gidereceğim.”
İskeletin omzunu okşadım.
“Eski haline dön, Hortlak.”
*Kıpırdanır!*
İskeletin gölgesinden siyah çamur yükseldi. Beyaz kemiklere tırmanarak bir insan şekli oluşturdu. Kaslar, et ve sonra giysiler.
Göz açıp kapayıncaya kadar, iskeletin olduğu yerde yakışıklı bir adam duruyordu.
“Ah, bu ne lan!?”
Her ne kadar ağzı bozuk olsa da.
“Bu da ne... Hey, seni orospu çocuğu! Bana karşı ne garezin var da bana bunu yapıyorsun? Ne yaptım ben, lanet olsun! Bunu hak edecek ne yaptım ben!”
Gözlerinde yanan öfke.
Evet.
Alev İmparatoru Yoo Soo-Ha'nın anılarını geri getirmiştim.
“Seni çılgın piç! Lanet olsun! Seni öldüreceğim! Ne olursa olsun, seni tamamen ezeceğim!”
“Gördüğünüz gibi.”
Yoo Soo-Ha'yı gösterdim ve komutanlara baktım. Tüm çabalarına rağmen Yoo Soo-Ha bana, yani 'efendisine' karşı gelemedi.
“Bu adam da cadıya benzeyen bir kötü adam.”
Yüzümde kederli bir ifade vardı.
“Aslında cadıdan da beter. Cadı bir canavar olarak doğdu ama insan olarak doğan bu adam korkunç kötülükler yaptı. Önüne çıkan her şeyi yaktı...”
“Seni öldüreceğim, seni serseri bok parçası! Seni öldüreceğim!”
Daha fazla açıklamaya gerek yok.
“---Sen, -------! Hey! Seni parçalara ayıracağım, ------!!”
Akasya ormanı yolu küfürlerle doldu. Hortlak 'Yoo Soo-Ha' bu dünyada bilinen her küfrü savurdu.
Her küfürle birlikte komutanlar daha da solgunlaştı. Bir dakika içinde Yoo Soo-Ha beni öldürmek için 15 farklı yöntem tarif etmişti. Etkileyiciydi.
“Hayır, lanet olsun, siz de kimsiniz! Hey, kertenkele! Koca kulaklar! Ne bakıyorsun öyle! Benim ellerimde ölmek mi istiyorsun-----.”
Bir dakika sonra küfürler sadece bana değil, orada bulunan herkese, onların ebeveynlerine ve ailelerine yöneldi. İnsanları öldürmek için yaklaşık 10 yöntem daha eklendi.
“Bu, bu acımasızlık...! Böyle bir karanlık...!”
Kertenkele büyücü dehşete kapılmıştı.
“Ruh Küresi'ne bile ihtiyacımız yok. Bu adam, gerçekten bir iblisin ruhuna sahip!”
“Kesinlikle...”
Elf kolcu kaptanı inledi.
“Uzun zamandır yaşıyorum ve pek çok aptal insan gördüm ama böylesine çirkin ve kötü olanları nadirdir...”
Oh, sevin, Yoo Soo-Ha.
Sonunda, büyüklüğün başka bir dünyada kabul edildi.
-Zombi. Ama bu ölüye saygısızlık değil mi?
‘Aynen öyle.’
-Bu sorunlu değil mi?
‘Yoo Soo-Ha bunu hak ediyor. Ve Kılıç İmparatoru, bana zombilerin kralı dediniz. Eğer bir zombi kralı zombi benzeri bir yaratık kullanıyorsa, bunda garip olan ne?’
-Hmm.
Kılıç İmparatoru derinden başını salladı.
-Haklısın. Mantıksal olarak bunu çürütemem...
‘Dimi?’
-Senin ahlaki pusulan benimkinin çok ötesinde Zombi.
Bu sadece azınlığın görüşüydü.
Şak!
Parmaklarımı tekrar şıklattım.
“Dans et.”
“Ne, lanet olsun, ne----.”
Benim emrimle,
Yoo Soo-Ha step dansına başladı. Topukları çiçeklerle kaplı patikada neşeyle dolaşıyordu. Tap, tap! Hareketleri şaşırtıcı derecede iyiydi, muhtemelen altın çağında kulüplerde bilenmişlerdi.
“Hayır, bu da ne, lanet---.”
“Başka şekil dans et.”
Şak!
Yoo Soo-Ha'nın dansı stepten breakdansa dönüştü. Neyse ki ya da ne yazık ki, Yoo Soo-Ha'nın dans konusunda bir yeteneği vardı. Breakdanstan Kazak dansına sorunsuzca geçiş yaptı.
“Seni öldüreceğim!”
Yoo Soo-Ha Kazak dansı yaparken çığlık attı.
“Sen, seni öldüreceğim! Seni piç kurusu! Yemin ederim-!”
Ancak herkesin bildiği gibi, Kazak dansı yaparken söylenen hiçbir şey, ne kadar kötü ya da korkunç olursa olsun, ciddi görünmez.
Hitler bir konuşma yapmak için geri dönse bile, Kazak dansı yaparsa kimse onu ciddiye almaz.
Kazak dansının gücü budur.
“Kahretsin, kahretsin... Kahretsin, kahretsin...”
Sözlerinin boş olduğunu anlayan Yoo Soo-Ha, özenle dans ederken tekrar tekrar küfretti. Müzik ve görseller eğlenceli bir fon oluşturuyordu.
“Hmm.”
Paladin’e döndüm.
“Hâlâ endişeli misin?”
Paladin şok içinde ağzı açık kalmıştı.
“İblisler asla emrime karşı gelemez. İçiniz rahat olsun.”
Nihayetinde.
Paladin yavaşça diz çöktü.
“Tanrıça'nın Havarisi... adınızı öğrenebilir miyim...?”
Titreyen bir ses.
Kıtasal güçlerin hepsi bana baktı.
Cesaretle bakışlarını kabul ettim ve tekrar kollarımı kavuşturdum.
“Benim adım Gong-Ja.”
Paladin derin bir şekilde eğildi.
“Sözlerinize uyacağım Lord Gong-Ja...!”
Köyü yakmak için bağıran son komutan da pes etti.
Sonra.
[Tebrikler.]
Hoş bir ses.
[Normal Aşama Temizlendi.]
[Gizli Görev, 'Zamanı Donmuş Dünyanın Kahramanı' temizlendi!]
Ve istenmeyen bir ses.
-Seni çılgın piç!
Sesin sahibi karnını tutarak yerde yuvarlanıyordu.
-Deli! Böyle bir görevi temizleyen ilk kişi sensin! Gerçekten, bu kaçık da nereden çıktı? İtiraf ediyorum, Kim Gong-Ja!
“Neyi itiraf ediyorsun?
-Sen... tüm delilerin ışığısın!
Yine, bu sadece azınlığın görüşüydü.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı