Yu Jitae dolabından bir üniforma çıkardı, vücudunu bir gömlekle örttü ve resmi bir pantolon giydi. Boyu ve bedeni vücuduna göre çok küçüktü ama eline dokunduğu anda vücuduna uyacak şekilde büyüdü.
Bu, sahip olduğu bir beceri sayesinde oldu.
[İçsel Özelleştirme (S)]
Normalde, insanların vücutlarını giyilemeyecek şeylerle sarmalarını sağlamak için kullanılırdı ancak bu gelişmiş beceri şu anda daha küçük bir üniformayı vücuduna uydurmak için kullanılıyordu.
Sonunda boynuna bir kravat geçirdikten sonra, giydiği polis üniformasını yansıtan aynaya baktı.
Her şey yeniden hissediliyordu. Yaklaşık yüz yıl önce bunu giymekten gurur duymuş gibi görünüyordu ama bu doğru düzgün hatırlayamadığı uzak bir anıydı.
Saate baktı, sabahın 7’si, işe gitme zamanıydı.
Sabahın erken saatlerine rağmen Gangnam tıklım tıklımdı. Telefon görüşmesi yapan takım elbiseli iş adamlarının yanı sıra zırhlarını giymiş sigara içen süper insanlar da vardı. Onlar onun garip bulduğu günlük hayatlarını yaşıyorlardı.
Bir otobüse binerek Portal Bürosu’na doğru yol aldı. Binanın içinde ışınlanmayı mümkün kılan büyük, yüzen sihirli taşlar vardı.
“İn’e mi gidiyorsunuz?”
21. Yüzyılda, Kore Cumhuriyeti merkezde olmak üzere, canavarlar içeriden dışarı akmaya başladıkça dünya çapında kapılar açıldı. Aynı zamanda, ‘Lütuflar’ ve ‘Beceriler’ ile donanmış süper insanlar ortaya çıkmaya başladı.
Yeni Çağ olarak adlandırılan bu yeni zaman diliminde Kore daha şanslı taraftaydı.
Diğer uluslara kıyasla zeki türlerin ve şeytanların bulunduğu daha fazla zindan vardı.
Şeytanlardan ve zeki türlerden elde edilen gelir muhteşemdi ve Kore’ye daha önce petrol üreten ülkelere davranıldığı gibi davranılıyordu ve bu sayede Kore şu anda askeri güç açısından dünyanın ilk üç ülkesi arasında yer alıyordu.
Ve on yıl önce Kore, mükemmel potansiyele sahip genç avcılara eğitim vermek için bir yerde toplamaya başladı. Bu, Akademi Şehri “İn’in” başlangıcıydı.
Kore hükümetinden bahsetmiyorum bile, akademi dünya çapında yatırım olarak astronomik miktarlarda para aldı ve üst düzey büyücüleri, büyü mühendislerini ve inşaatçıları işe alarak, kabaca Seul’un 1/10’u büyüklüğünde büyük bir yüzen ada, ‘Haytling’i yapmayı başardılar.
Haytling bir uydu gibi yavaşça dünyanın etrafında dönüyordu ve şu anda Atlantik Okyanusu üzerinde uçuyordu.
İn, Haytling’in tepesine inşa edilen Akademi Şehri’nin adıydı ve Yu Jitae 27 yaşındayken İn’deki yerel polis gücünün bir parçasıydı.
Dışarıya baktı. Havada süzüldüğü için biraz uzaktaki bulutları görebiliyordu. Portal Bürosundan ayrıldıktan sonra Akademi Şehrinde dolaştı, üniformalı öğrenciler orada burada görülebiliyordu. Ve çok uzakta olmayan bir polis karakolu vardı.
“Jitae-sunbae, merhaba!”
“Jitae de mi burada? Dün gece fazla içmişiz.”
İçeri girdiğinde meslektaşları selam verdi ama hepsi yabancı görünüyordu. Bu doğaldı çünkü geriledikten sonra hiç işe gitmemişti.
Ama şimdi Yu Jitae günlük yaşam tarzına alışmaya çalışırken durum farklıydı.
Şimdiye kadar, güce ve korkuya inanmıştı. Çoğu sorunun güç yoluyla çözülebileceğini düşünüyor ve başkalarını yönetirken korkunun en etkili yöntem olduğuna inanıyordu.
Yu Jitae’nin regresyonlar yoluyla her şeye kadir bir güç kazanmasının ve dünya çapında en önemli sırları ve bilgileri tekeline almasının nedeni buydu.
Ancak, altıncı turunda bir varlığın ulaşabileceği en güçlü seviyeye ulaştığında ve yine de başarısız olduğunda, düşünceleri paramparça oldu.
Bu yöntem yanlıştı ve bu nedenle artık değişmesi gerekiyordu.
Ancak belki de çok ileri gittiği için durum pek de olumlu görünmüyordu. Gerilemeleri boyunca kaybettiği pek çok şey vardı.
Yu Jitae isterse yakın bir boyuta atlayabilse de, işe otobüsle gidip gelmek ona yabancıydı. Bir iblis lordunun boynunu bükmek ve onu tehdit etmek kolaydı ama bir arkadaşıyla bir bardak alkol içmek zordu.
Yine de kıyametin kopmasını engellemek için gereken şey, o önemsiz “günlük hayat”tı.
Neyse ki bu iş fena değildi. Kıyametin yaklaşmasını hızlandıranlardan yasal olarak kurtulabilirdi ve ayrıca İn ile yakın bir ilişkisi vardı.
Bu nedenle, hantal olmadığı sürece kendisini onlarla bağdaştırmayı planlıyordu.
“Merhaba.”
Yu Jitae selam verdi ve yerine oturdu. Düzensiz masanın üzerinde her yere dağınık bir şekilde yerleştirilmiş belgeler vardı. Yüz yıl önceki halini düşünmek zorunda kaldı.
Tek kelime etmeden masasını temizledi ve ne zaman eline bir şey alsa, anıları eski bir film gibi ara sıra parlıyordu.
“Ha?”
Meslektaşları merakla Yu Jitae’ye baktı.
“Neden?”
“Sizce de Jitae-sunbae artık biraz farklı görünmüyor mu?”
“Hmm? Uhhh..!”
“Doğru mu?”
“Bekle ne? Hep bu kadar uzun muydu?”
Zaten uzun olan orijinal boyu gözle görülür bir şekilde uzamış ve 187 santimetre civarına ulaşmıştı.
Ayrıca, üniformasının içinden görünen omuz ve kol kasları, diğerlerinin onun eskisi gibi bir varlık olup olmadığını sorgulamasına neden olan bir yapıyı ortaya çıkardı.
Kendini tutamayarak astlarından biri yanına geldi.
“Jitae-sunbae. Bir şey mi oldu?”
Yu Jitae başını çevirdi ve ona baktı. Adının ne olduğunu düşündü ama neyse ki yaka kartında Kim Minsoo yazıyordu.
“Neden?”
“Hayır, bir şey yok ama sanki birden uzamışsın gibi hissediyorum ve vücudun da... eskisinden çok daha iyi görünüyor.”
“Hiçbir şey olmadı.”
Sadece boyu ve sesi değil, puslu bakışları ve ne olduğu anlaşılamayaydığı mevcut auradan farklıydı.
Sanki tamamen farklı bir insanmış gibi hissediyordu.
“İyisin değil mi?”
“Ben de bunu söylüyorum.”
“Yoksa aydınlandın falan mı?”
Bir insan bedenine mana aldığında ve süper insan olduğunda, bu sürece ‘uyanış’ denirdi. Ve bir süper insan dünyadan bir kutsama aldığında, buna da ‘aydınlanma’ denirdi.
Bunu düşününce, en az yüz yıldır kutsama aldığı için aydınlandığı doğruydu.
Yu Jitae rahat bir şekilde başını salladı.
“Biliyordum! Tebrikler sunbae.”
Ancak cevap arkadan geldi.
“Tebrikler götüm. Saçmalamayı kesin. Cidden kendinizi tebrik edecek durumda mısınız?”
Yüzünde hayatın cilvelerinin izlerini taşıyan orta yaşlı bir adam belirdiğinde ofisin içinde yüksek bir ses yankılandı. Bu, Süper İnsan Soruşturma Gücü’nün bölüm şefi Müfettiş Park’tı.
O içeri girdiğinde, sanki yukarıdan bir kova soğuk su dökülmüş gibi ofis sessizliğe gömüldü. Ekip lideri aceleyle ayağa kalktı ve meslektaşları teker teker yanına koştu.
Ahh, doğru, burada böyle bir kültür vardı. Yu Jitae gizlice yürüdü ve ortada durdu.
“Kaç hafta oldu ha? Jo Hosik’i yakalayacağınızı söyleyerek yaygara kopardınız ve tüm acemileri içeri aldınız. Neden hâlâ bir haber yok?”
Bölüm şefi öfkesini serbest bıraktı.
Jo Hosik mi?
Hafızasında ne kadar ararsa arasın, böyle bir isme rastlayamadı. Büyük olasılıkla İn’in içinde suç işleyen ve kendini saklayan küçük bir suçluydu.
Sert bir şekilde ayakta duran ekip lideri sert bir cevap verdi.
“İzlerini bulmayı neredeyse bitirdik! Bize biraz izin verirseniz...
”
“Birazcık mı? Birazcık mı?”
Müfettiş yaklaştı ve parmaklarıyla ekip liderinin alnını itti.
“Ekip 1’in arkandan sana ne dediğini bilmiyorsun, değil mi?”
“Pardon?”
“Tabii ki bilmiyorsun, evet. Ve gelecekte de asla bilemeyeceksin.”
“N-ne diyorlar?"
“Bunu yapmanın onlar için daha iyi olacağını söylüyorlar. Şimdi başlasalar bile Jo Hosik’i yakalamalarının daha hızlı olacağını söylüyorlar. Ama beni daha çok kızdıran ne biliyor musun? Onlara çenelerini kapatmalarını söyleyememem.”
“Neden biliyor musun?”
“B-bu...”
“Benim gözümde bile, onu ilk onlar yakalayacak gibi görünüyor! Ay! Sizi acıyan parmaklar*!”
Sonra, her üyenin alnını itmeye başladı.
“Sen bir başparmaksın.”
“Utt.”
“Sen bir işaret parmağısın.”
“Ayat.”
“Sen, bir orta parmaksın.”
“Akk! Neden bena diğerlerinden daha fazla vuruyorsun!”
“S*ktir git be. Sen de! Sen...!?”
Sonra, dördüncü pozisyonda duran Yu Jitae’nin önünde, Müfettiş elini durdurdu. Şaşkınlıkla gözlerini kocaman açtı.
“Nnn?”
Yu Jitae daha yukarıdan, puslu bir bakışla doğrudan ona bakıyordu.
“Ha? Kim bu? Neden burada duruyor?”
“Neden bahsediyorsunuz efendim? Bu Jitae, Yu Jitae.”
“Nn? Bu Yu Jitae mi?"
Yu Jitae cevap vermeden hafifçe başını salladı. Müfettiş Park Yu Jitae’nin yüzüne ve vücuduna şöyle bir baktı ve şüpheyle “ha?” diye mırıldandı.
“Huhh... Nasılsa biraz farklı görünüyor. Her neyse! Şu anda gitmem gereken bir yer var. Size son teslim tarihini vereceğim.”
“Pardon? Son teslim tarihi derken...”
“Size tam olarak bir hafta süre veriyorum. Bu bir hafta içinde Jo Hosik’i yakalayın ya da görevlerinizi bırakın. Anladınız mı?”
“A-A Efendim! Bir hafta mı?”
“Bu konuda kendiniz bir şeyler yapın!”
Arkasında sadece bu sözleri bırakan Müfettiş Park, ekip üyelerinin üzerine sıcak bir patates atılmış gibi ortadan kayboldu.
“Haigo. Onu üç ay boyunca yakalayamadık, bir hafta içinde nasıl yakalayabiliriz ki...”
“Müfettiş çok ileri gidiyor.”
“Rastgele bir adamı yakalıyoruz sanki. Hayalet gibi bir görünüp bir kaybolan Jo Hosik’ten başkası değil.”
“Biliyorum, di’mi?”
Ekip üyeleri iç geçirdi.
Tam olarak ne için endişelendikleri belli değildi ama yüz ifadeleri endişe doluydu.
Bunu gören regresör bir tahminde bulundu. Gördüklerine bakılırsa, üç aylık sıkı çalışmalarının boşa gidebileceğinden endişelendikleri anlaşılıyordu.
Bu sadece üç aylık bir çabaydı, öyleyse neden bu kadar endişeliydiler?
Ne kadar düşünürse düşünsün, adam onların duygularını anlayamıyordu. Belki de hissettiği yabancılaşma, kaybettiği şeylerin kendisinden çok uzakta olduğunun kanıtıydı.
Yine de koşulları ve durumu çok iyi anlıyordu.
İhtiyaç duyduklarında, günlük hayatını etkilemeyecek derecede olduğu sürece, kendi günlük hayatı için onlara yardım etmeye meyilliydi.
Rahatsız edici olmadığı sürece.
Günlük hayat günlük hayattı ama yine de yapılması gereken şeyler vardı.
O gece Yu Jitae Güney Avrupa üzerinden Akdeniz’e uçtu. İtalya, Firenze’de, rönesans döneminden kalma gibi görünen binalarla dolu bir yolda – müzisyenlerin sokaklarda güzel müzik yaptığı o yerde, Yu Jitae bir kızla karşılaştı.
On yedi ya da on sekiz yaşlarında görünüyordu.
“...”
Kız ayaklarını durdurdu ve hareketsiz durdu. Yu Jitae de aynı şekilde hareketsiz durdu ve uzun süre çocuğa baktı.
Peridotu andıran saç rengi ve mücevher gibi parlayan gözleri vardı.
Uzun yıllar boyunca kadınlara olan tüm ilgisini çoktan kaybetmişti. Buna rağmen bakışlarının kızın yüzünde kalmasının nedeni, ne kadar görürse görsün bu yüzün bir insana ait olmamasıydı.
İnsanları aşan yüzü, biraz da olsa itici bir güzelliğe sahipti.
Bu Yeşil Ejderha’ydı.
“...”
Belki de bir şeyler sezerek, kendisine hafifçe sert bir bakış attı.
Yu Jitae kısa bir süre düşündü. Onu bulmuş olmasına rağmen, şimdi ne yapmalıydı? Önceki turlarda, bebek ejderhalarla uzun süre konuşmak için bir nedeni yoktu, bu yüzden onları kaçırdı ve bir yeraltı labirentine kilitledi.
Nihayetinde başarısızlıkla sonuçlanmıştı.
Bu yüzden, eskisinden daha ‘sıradan’ olmak zorundaydı.
“Merhaba.”
Selam verdi.
*Bir Kore atasözü, ‘On parmağını ısır ve ağrımayan tek bir parmak bile kalmaz’. İnsanlar sevdikleri bir kişiden bahsederken ‘acıyan parmak’ terimini tek başına kullanırlar.
İlk yorum yazan sen ol!
Henüz yorum yapılmadı